KALE’DE KAZI, BULUNANLAR VE BEKLENTİLER
Telefonum çaldığında Prof. Dr. Mehmet Özkarcı’nın adını görünce şaşırmıştım. ‘Muhakkak önemli bir şey var’ düşüncesiyle açtım. Meğer Elbistan’a gelmişler, Ulu Camii’nin güney tarafındaki Kale’de kazı çalışmalarına başlayacaklarmış. “Gelebilirsen akşam sohbet ederiz…” diyordu.
Misafirlerim dolayısıyla o akşam gidemedim, ama ertesi günü kardeşim Akif ile damladık Kale’nin tepesine… Hava çok sıcaktı, biz yolda yürürken bile sırılsıklam terlemiştik, kazıda çalışanlar ne haldedirler düşüncesiyle yetecek kadar içme suyu (acı su) aldık.
Kale üstünde belediyeye intikal eden iki küçük parçadan biri olan merhum Ali İhsan Kıral’ın evinin olduğu yere, kireç ile birbirine paralel iki sıra halinde yaklaşık 2 x 2 ölçülerinde altı tane kare çizilmiş, üçünde kazı başlatılmıştı.
Kazı başlatılan çukurlardan ikisi ve Prof. Dr. Mehmet Özkarcı, Arif Bilgin ve Ahmet Bodovoğlu çalışmaları izlerken.
Suyu çalışanlara dağıttım. Onların memnuniyet ifade eden sözleri bana çok şeyden kıymetliydi.. Artanlarını da kütüphanenin on metre kadar güneyindeki bir ağacın gölgesinde oturan Prof. Dr. Mehmet Bey ve birlikte geldiği müze yetkilisine ikram ettim.
Hoşbeşten sonra konu ile ilgili başlayan konuşmamız saatlerce süren bir fikir jimnastiğine dönmüştü.
“Kale denilen bu tepe yığma bir tepe midir yoksa asırlar boyunca savaş ve depremlerle yıkılan sonra yeniden yapılan kerpiç binaların, saray ve konakların yığıntısıyla oluşmuş höyük mü?”
“Selçuklular zamanında ve aynı tarihlerde yapılan Ulu Camii ile Selçuk (Saray) hamamının temelleri aynı düzlemde olsa gerektir. Bu durumda hamam ve Ulu Camii gibi Ümmet Baba ile Çarşı Atik Camii’nin de zeminleri aynı düzlemdedir…”
“Eğer tepe üzerine yapılan binalar yıkıla yapıla katmanlar oluşturduysa kazıyla derine inildikçe farklı dönemlere ait kalıntıların bulunması gerekir.”
“Belki de güvenlik amacıyla toprak taşınarak oluşturulmuş yığma tepe üzerine saraylar yapılmakta idi; yıkıldıkça temizlenip yeniden yapılıyordu. Eğer böyleyse en üst birkaç metre içinde de kalıntı olma ihtimali vardır, daha aşağısı şehrin zeminine kadar toprak olabilir…”
“Elbistan’ı, Kara Elbistan’ın yerinde iken düz ovada ve savunmasız halde olduğu için Selçuklular fethettikten sonra şimdiki yerine taşımışlardı. Burası Ceyhan ve Küçük Ceyhan ile çevrili bir adaydı. İhtimal ki ortasına yakın bu yere yığma tepe oluşturulmuş, sonra taş temelli toprak kale yapılmış ve içine de beylerin sarayı yapılmıştı…”
“Aklımdan geçtiği halde şunu söylemeye fırsat bulamadım (Prof. Dr. Mehmet Bey’e buradan söylemiş olayım): Elbistan’ın yaşayan en eski yapı ustalarından İzzet Gövcecik, bana, ‘Elbistan’ın doğu ve kuzey tarafını bir taş duvar ile çevrili olduğunu, bunu çok sayıda yaptığı inşaat temellerini kazdıkça takip ve tespit ettiğini, ayrıca yaşlılardan duyduklarını birleştirerek kesin kanaat oluşturduğunu’ anlattı. Tekke denilen temelin hemen yanından başlayıp söz konusu ettiği ve temellerin olduğunu ileri sürdüğü cadde ve sokakları birlikte adımladık ve Güneşli Camii önünden Ceyhan’a çıkarak tamamladık. Bu da Elbistan şimdiki yerine taşınınca güvenlik bakımından batı ve güney tarafını sararak akan Ceyhan’ı yeterli bulduklarını, ama kuzey ve doğu tarafları için Küçük Ceyhan ile yetinilmeyip bir de iç kısmından duvarla sarıldığını anlatır...”
Bu surlarla çevrili olma fikrine, 23 Ağustos günü sohbetimiz sırasında dostlar Mustafa Atasayar’ın, Ömer Hakan Özalp’ten naklettiği “Ö. Hakan, çok eski bir seyyahın notlarında Elbistan’ın etrafının surlarla çevrili olduğunu okumuş” cümlesi bence kesinlik kazanmıştır.
Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç ve Dulkadiroğulları üzerinde çalışan tarihçilerin hemen hepsi “Dulkadirli beylerin sarayı Elbistan Ulu Camii’nin güneyindeki Kale denilen tepenin üzerinde idi…” fikrinde ittifak halinde oldukları bilinmektedir. Beylerin Kale üstündeki saraylarında oturdukları, namaz vakitlerinde caminin batı duvarının ortasında olan ve sonradan pençeye çevrilmiş bulunan kapıdan girdikleri ve girer girmez hemen sol tarafında aynı duvarın içine yapılmış merdivenden çıkarak ‘Sultan Mahfiline’ ulaştıkları ve namazlarını burada eda ettikleri de kayıtlar arasındadır.
Bu durumda, Mehmet Bey “Kazının üst kısımlarda Dulkadirli Beylerinin saraylarına, daha aşağı kısımlarda Selçuklu Valilerinin saraylarına ait kalıntıları bulma ihtimalimiz çok fazladır…” şeklinde düşüncesini ileri sürüyor ve bizi de bir hayli heyecanlandırıyordu.
Ben bu mahallenin çocuğu idim. Evimiz Kale’nin batı taraf eteğinde ve Ulu Camiye ancak yüz metre mesafede idi. Dolayısıyla Ulu Camiinin bir zamanlar hazire (mezarlık) olan bahçesi ile Kale’nin üstü ve yakınlarındaki sokaklar bizim oyun alanımız idi. Hangi evde kimler oturur tek tek bilirdik. Eski Elbistan’ın evleri çok az istisnası ile tamamına yakını iki katlı, kerpiçten ve toprak damlıydı. Son iki üç asır, daha çok eşkıya baskınlarından korunmak amacıyla mümkün olduğu kadar birbirine bitişik yapılmıştır. Mecbur kalınca dar sokaklar bırakılmıştır. Mesela bizim evden dama çıkınca ondan fazla evin damını hiç aşağı inmeden dolaşmak mümkündü. Elbistan’da birçok evi dar sokaklar ikiye bölerdi. Yani evin bir kısmı sokağın bir tarafında diğer kısmı öteki tarafında yapılırdı. Bunlar birbirine gabaltı (Kapıaltı) denilen ve sokağın üstüne yapılan köprü gibi geçitlerle, genellikle de odalarla bağlanırdı. Kale üstünde ve çevresinde de birkaç tane vardı.
Mehmet Bey’e Ulu Camiinin güneyindeki tepenin üzerindeki ilk evin merhum Kasap Duran Bodovoğlu’na ait olduğunu; yani buranın şu anda gölgesinde oturduğumuz ağacın on metre kadar önünden başlayarak daha ileride gördüğümüz yıkık dökük evlerin ve harabelerin onlara ait olduğunu; buradaki boş arsalarına ağaç dikmek için kazdıkları her yerden çok miktarda küp kırıklarının çıktığını anlattım. İlgisini çekti. “Eğer kazdığımız yerlerde bir şey bulamazsak, mal sahiplerinden resmi izin alarak kazı alanlarını genişletmemiz gerekebilir. Buranın sahiplerini tanıyor musun?” deyince hemen telefonla Ahmet Bodovoğlu’na ulaştım. Meğer o da çarşıda imiş. Çok geçmeden geldi. Tanıştırdım. Ahmet de “Tüm kardeşlerimin vekâletleri bende. Gerekirse vekâlet veririm, kazının gerçekleşmesi için üzerimize düşeni memnuniyetle yaparız.” dedi.
Prof. Dr. Mehmet ÖZKARCI, Kale'deki Kazı çukurlarından birinin başında
İkindi sonunda ayrıldık. Mehmet Bey, “Akşam beklerim, oturup çay içeriz, sohbet ederiz. Hem sana getirdiğim içinde Eshab-ı Kehf ile ilgili yazım olan Skylife dergisini alırsın.” dedi. Çok arzu ettiğim halde hem misafirlerim hem hastam vardı; gidemedim. Ertesi gün öğleden hemen sonra menzil olarak yine Kale’yi belirledim. Yanımda yine kardeşim Akif, elimde ise yine çok sayıda içme suyu vs vardı. Yaklaşınca telefon ettim. Kaymakam ve bazı misafirlerle yemekte imişler. Az sonra gelebileceğini, gelmeden önce telefonla haber vereceğini söyledi. Kale’ye geldik, kazılar bir hayli ilerlemişti. Doğu taraftaki ikisi ile batı taraftaki ikisi üçer dörder metre derinleşmişti. Ben çalışan arkadaşlara suları dağıtırken batıdaki çukurda bir desti ile bir kâse ve birkaç parça kâse kırıkları bulduklarını, Prof. Dr. Mehmet Bey’in bunların Dulkadirli dönemine ait olma ihtimallerinin çok yüksek olduğunu söylediğini anlattılar. Belki de Selçukluya ait olabilirmiş. Kâse ve kırıkların üzeri usta bir eldek çıktığı belli olacak derecede Türk mavisi (şimdi turkuaz diyorlar), kahve, yeşil ile renklendirilmiş.
Bir süre sonra Mehmet Bey ve müze yetkilisi arkadaşlarla yeniden buluştuk. Aynı ağacın gölgesine oturup sohbete başladık.
Mehmet Bey, “Dünkü konuştuklarımız adeta gerçekleşiyor. Dişe dokunur bir iki bulguya daha ulaşırsak burasının sit alanı olarak ilan edilmesini teklif ederiz. Röntgenini çektirir, gerekli araştırmaları yaptıktan sonra kazı çalışmalarına başlarız…” dedi. Biz böyle konuşurken, en doğuda çalışan ekip heyecanla “Hocam bakar mısınız, burada galiba bir temel var…” hep birlikte koştuk. Yaklaşık üç metre aşağıda idiler. Kuzeyden güneye uzanan ve bir temel olduğu anlaşılan örülü taşlar vardı ve sağını solunu temizlemekle meşguldüler. Biraz daha derinleştirildi ve buranın bir temel olduğu kesinleşti. Mehmet Bey’in, “Muhtemelen Dulkadir beylerine ait saraylardan birinin temelidir…” demesi beni ziyadesiyle heyecanlandırdı.
O gün birlikte kaldıkları otele gittik. Lobide akşam yakınına kadar sohbet ettik ve getirdiği dergiyi aldıktan sonra vedalaştık.
Ertesi günü kazının bu aşaması tamamlandı. Kazı alanının etrafı yüksek tellerle çevrilerek korumaya alandı. Hazırlanacak rapora göre büyük ihtimal bölge sit alanı olarak ilan edilecek ve daha geniş ve uzun süreli kazıya en kısa zamanda başlanacaktır…