El Cezire TV: TÜRKİYE BAŞBAKANI İLE SÖYLEŞİ (1.KISIM)
Etrafındaki siyasi ve coğrafi konjonktür büyük ölçüde ve hızlı bir şekilde değişirken Türk hükümeti, çok büyük iç ve dış meydan okumalarla karşı karşıya kalıyor. El Cezire Televizyonu Bila Hudud’ programının yeni bölümünde;Türkiye’nin tutumunu hükümetin birinci isimi Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan öğrenmeye çalışacağız. Bu, kendisinin bir Arap kanalına verdiği ilk röportaj.
TÜRKİYE BAŞBAKANI İLE SÖYLEŞİ (1.KISIM)
Yayın Organı : El Cezire TV
Yayın Tarihi : 15 Ekim 2014
Ülke : Katar
Çeviri Şekli : Özet
Görsel Kaynak : AA
http://www.byegm.gov.tr
SUNUCU: Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. Sizi Türkiye’nin Başkenti Ankara’dan selamlıyorum. ‘Bila Hudud’ programının yeni bölümüne hoş geldiniz. Etrafındaki siyasi ve coğrafi konjonktür büyük ölçüde ve hızlı bir şekilde değişirken Türk hükûmeti, çok büyük iç ve dış zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Bu bölümde, Türkiye’nin tutumunu hükûmetin birinci isimi Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan öğrenmeye çalışacağız. Bu, kendisinin bir Arap kanalına verdiği ilk röportaj. Sayın Başbakan, hoş geldiniz. Bu röportaj için el Cezire’yi ve ‘Bila Hudud” programını seçtiğiniz için teşekkür ederiz. Ayn el Arab’a müdahale etmemesinden dolayı Türk hükûmetine yönelik büyük eleştiriler söz konusu. Şu ana kadar Ayn el Arab’a neden askerî müdahalede bulunmadınız?
DAVUTOĞLU: Aslında Suriye’de olaylar bugün başlamadı. Suriye olayları üç yıldır devam ediyor. Suriye’de üç buçuk yıldır masum insanlar, siviller, kadınlar, çocuklar zalim bir rejim tarafından katlediliyor. 300 bine yakın insan şehit edildi, katledildi. 1,6 milyonu Türkiye’de olmak üzere 4 milyonu aşkın insan mülteci durumuna düştü. Suriye’nin içerisinde 10 milyonu aşkın insan yerinden edilmiş ve hemen hemen bütün şehirler yıkılmış durumda. IŞİD, rejimin savunmasız kalan Suriye halkına yönelik kullandığı aşırı şiddet sonucunda ortaya çıktı. Maalesef bugün Suriye halkı, bir taraftan zalim bir rejimin, diğer taraftan acımasız bir şiddet ve terör örgütünün baskısı altında eziliyor. Türkiye, ta bu krizin en başından itibaren iyi ilişkisini kullanarak Suriye rejiminin bu zulmünü engellemeye çalıştı. Öyle ki Türkiye, hem Suriye rejimini hem de uluslararası toplumu sivil halkı korumaya davet etti. O zaman bu davete icabet etmeyenler, Türkiye’nin de bu meseleye müdahil olmasını istemeyenler, şimdi ise bir anda Ayn el Arab’daki gelişmeler dolayısıyla Türkiye’nin devreye girmesini istiyor. Bizim Suriye konusunda çok açık bir prensibimiz var: İster Arap, ister Kürt, ister Türkmen, ister Sünni, ister Nusayri, ister Hıristiyan, Suriye’de hangi etnik ve mezhebi kökenden olursa olsun bütün kardeşlerimiz, dostlarımız herhangi bir yardıma ihtiyaç hissettiklerinde Türkiye yanlarında olmuştur. Bu sebeple geçmişte 1 milyon 600 bin Suriyeli Arap, Kürt ve Türkmen kardeşimizi kabul ettik. Bununla beraber sınır boylarımızda Halep, Azaz, Tel Abyad, Resulayn ve İdlib’de bir ihtiyaç hâsıl olduğunda elimizden geleni yaptık. Ayrıca Ayn el Arab (Kobani) konusunda da aynı tutumu sergiledik. Nitekim bir hafta içinde Ayn el Arab’dan 200 bin Kürt kardeşimizi kabul ettik. Bu da bütün Avrupa’nın üç buçuk yıl içinde kabul ettiği Suriyeli mülteci sayısının bizim üç gün içinde kabul ettiğimizden daha az olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla yüreğimizi ve kapılarımızı Suriyeli kardeşlerimize açtık ama Türkiye’nin herhangi bir savaşa tek başına müdahil olması, söz konusu krize nihai bir çözüm getirmeyecek. Eğer gerçekten fiilî bir müdahaleye ihtiyaç varsa bütün uluslararası toplumun hep birlikte ve sadece Ayn el Arab’da değil, bütün Suriye’deki zulümlere karşı olması gerek. Zira Suriye’deki zulüm, IŞİD’den önce de mevcut. IŞİD geçen sene, yani Mart 2013’te ortaya çıktı. Ondan önce de yüz binlerce insan öldürüldü, kitle imha silahları kullanıldı, Scud füzeleri kullanıldı. İnsanlar dalga dalga Suriye’den kaçmak zorunda kaldı.
SUNUCU: Ancak Ayn el Arab, sadece Suriye için değil, Türkiye için de özel bir stratejik öneme sahip. Güvenlik çıkarlarınız Ayn el Arab’ın IŞİD’in eline geçmesinin engellenmesini gerektiriyor.
DAVUTOĞLU: Sınırlarda IŞİD’in hâkim olmasını Türkiye için stratejik bir risk ve tehdit olarak görüyoruz. Bizim için sadece Ayn el Arab değil, 911 kilometrelik sınırımız boyunca yer alan Azaz, İdlib, Lazkiye, Cerablus ve Resulayn gibi bütün bölgeler stratejik önem arz eder. Biz tabii ki Ayn el Arab’ın IŞİD’in eline düşmesini istemeyiz ama bunun için herkes elini taşın altına koymalı. Biz böyle bir müdahalenin olması için sivillerin güvenli alanlarda barınabilmesini sağlayacak güvenli bölgelerin oluşturulmasını gerekli görüyoruz. Yine IŞİD’e karşı verilen mücadele sonrasında rejimin hava bombardımanından sivil halkı korumak için de bir uçuşa yasak bölge istiyoruz. Tabii hepimiz Kobani’deki, Ayn el Arab’daki olaylara üzülüyoruz. Ancak bugünlerde dahi kimse Suriye rejim uçaklarının Halep’i bombaladığından bahsetmiyor. Kimse Suriye rejiminin zulmünün devam ettiğinden bahsetmiyor. IŞİD’in çıkmasının temel sebebi Suriye rejiminin acımasızca sürdürdüğü baskı politikalarıdır. Buna karşı direnen Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet güç kaybettikçe Suriye rejiminin desteklediği IŞİD güç kazandı. Dolayısıyla, Türkiye’nin stratejik çıkarı yeni bir Suriye’nin kurulmasıdır. Yoksa bugün IŞİD’in tasfiye edilmesi, yarın başka bir örgütün ya da rejimin IŞİD’in yerini doldurması sonucunu doğurur. Bizim için temel mesele bütün etnik, mezhepsel, dini grupların ve herkesin eşit vatandaş olduğu yeni bir Suriye’nin kurulması. Dünyanın da meselesinin bu olduğu kanaatindeyim. Yeni bir Suriye konusunda Suriyeli kardeşlerimize yardım etmemiz şarttır.
SUNUCU: Talep ettiğiniz tampon bölgenin şekli nasıl olacak ve alanı ne kadar?
DAVUTOĞLU: Biz hiçbir zaman tampon bölge talep etmedik, biz güvenli bölge talep ettik. Tampon bölge dediğinizde askerî bir anlam taşıyor ve sanki bir ülkeyle başka bir ülke arasında bir geçiş bölgesi gibi görülüyor. Hayır, bizim Suriye’nin ve hiçbir dost ülkenin toprağında gözümüz yok.
SUNUCU: Dünya basınının tamamı, sizin söylediğinizin tersine güvenli bölgeden değil, tampon bir bölgeden bahsediyor.
DAVUTOĞLU: “Mıntıka emine”. Bizim kastettiğimiz güvenli bölgedir. Yani öyle bir bölge ki Birleşmiş Milletler teminatı ya da uluslararası koalisyonun teminatı altında olsun. İnsanlar oraya sığındıklarında hava bombardımanından ve kara ordusunun bombardımanından uzak, güvenli olmalarını istiyoruz. Şu ana kadar Türkiye’ye dönük mülteci akınının en önemli kaynağı, Suriye rejiminin hava bombardımanıdır. Söz konusu bölgeyi neden istiyoruz? Çünkü Türkiye’de şu anda neredeyse bir milyon 800 bine yaklaşan mültecilerin bir milyon 600 bini Suriye rejiminden, 200 bini IŞİD’den kaçarak geldi. Dolayısıyla, bu rakamlara baktığımızda, IŞİD tasfiye olmuş olsa dahi Suriye halkı üzerindeki tehdit bitmeyecek çünkü Suriye rejimi Suriyelilerin en büyük tehdidi. Ancak güvenli bölgeler ilan edebilirsek Suriye halkı kendi topraklarında güvenli olur. Bütün ihtiyaçlarını yine Türkiye’den karşılasınlar, bundan hiç çekinmiyoruz. Ama artık Suriyeli kardeşlerimizin Suriye topraklarında kalmasını, kendi toprakları içinde gelecek inşa etmesini istiyoruz. Her türlü yardımı yine yapalım. Kastettiğimiz tampon bölge askerî bir tanımlama değil, askerî bakımdan da koruma altına alınmış insani bir güvenlik bölgesidir. Söz konusu bölgelerin yerleri ve derinliği oluşturulacağı bölgeye göre farklı olabilir.
SUNUCU: Güvenli bölgelerin yüzölçümü ne kadar olacak?
DAVUTOĞLU: Güvenli bölgelerin yüzölçümü ve doğası, bulunduğu yerlerdeki nüfus yoğunluğuna göre belirlenir. Mesela, Halep’te hem rejim saldırıları hem IŞİD’in saldırıları söz konusu. Bu nedenle Halep ile Türkiye sınırı arasında, İdlib ile Türkiye sınırına yakın yerlerinde, aynı şekilde Türkiye ve Lazkiye’nin kuzeyi arasında, yine Haseke’deki belli bölgelerde, şu anki Cerablus bölgesinde, Ayn el Arab’da ve ihtiyacı olan bütün bu yerlerde güvenli bölge olması lazım. Bu bölgelerin yüzölçümü ve derinliği ise insanların güvenliğine göre değişir.
SUNUCU: Bunu kim belirleyecek? Siz Türkler mi, Birleşmiş Milletler mi veya kim?
DAVUTOĞLU: Güvenli bölgelerin uluslararası meşruiyetinin güçlü olması için Birleşmiş Milletlerin belirlemesi en doğru olanıdır. Ne yazık ki Türkiye’de üç buçuk yıldır Birleşmiş Milletlerin karar almasını bekliyoruz lakin hiçbir karar alamıyor. Birleşmiş Milletler bu konuda karar alamıyorsa Suriye’ye müdahale konusunda oluşan uluslararası koalisyon ve gönüllüler koalisyonu, bu konuda belli kararlar alıp havadan koruma sağlayabilir. Bunun örneği de Irak’ta doksanlı yıllarda yaşandı. Irak’ta 90’lı yıllarda Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra uzun bir süre belli bir paralelin kuzeyi ve güneyi güvenli bölge ilan edildi ve Saddam’ın saldırılarına karşı korundu. Türkiye, böyle bir koruma alanı oluştuğunda her türlü katkıyı vermeye hazır. Ancak böyle bir koruma alanı yokken tek başına Türkiye’nin müdahalesini istemek bütün bu riski tek başına Türkiye’nin üstlenmesini istemektir. Bizim burada vurguladığımız husus şu: Hangi strateji uygulanacaksa uygulansın bu strateji bütün Suriye’yi kapsamalı, geçici olmamalı, tek boyutlu olmamalı, tek bir bölgeye veya şehre münhasır olmamalı. Nasıl Ayn el Arab’daki Kürtlerin korunma hakları var, aynı şekilde Tel Abyad’daki Arapların, Çobanbey ya da Bayırbucak’taki Türkmenlerin, İdlib’deki Arapların, Afrin’deki Kürtlerin de koruma altına alınmaya hakları var. Ama biz sadece bir noktaya ve sadece IŞİD’den gelen tehdide yoğunlaşırsak tabiri caizse bu, meseleye sadece geçici bir çözüm olur. Biz artık Suriye’de kalıcı bir çözümün zamanının geldiğini ve geçmekte olduğunu düşünüyoruz.
SUNUCU: Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin sizin güvenli bölgeyle ilgili şartınızı kabul ettiği ve bunu ilan etmek üzere olduklarına dair sızan haberlerin doğruluk derecesi nedir?
DAVUTOĞLU: Bu konuyu bütün taraflarla görüşüyoruz. Biz, çok acılı üç buçuk yıl geçirdik. Nihayetinde 911 kilometre sınırıyla Suriye’ye en uzun sınırı olan ülke biziz. Uzakta olan ülkelerin bazen burada yaşanan dramları anlaması vakit alabiliyor. Biz bıkmadan usanmadan üç buçuk yıldır uluslararası topluma çağrıda bulunduk. Sadece Suriye konusunda değil, Irak konusunda da çağrıda bulunduk. Irak’taki ve Suriye’deki mezhepçi, tek bir gruba dayalı politikaların büyük bir tepki ve sonuçta bir güç boşluğu oluşturduğu konusunda hep ikaz etmeye çalıştık. Yine ikaz etmeye devam ediyoruz. Maalesef daha önce bu konularda yeterli ve zamanında fikir birliğine varılamadığı için Suriye’de 300 bin kardeşimiz katledildi. Bunlar insan. Onların her birinin hayatı, dünyanın diğer köşelerinde yaşayanlar kadar azizdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin temel görevi, böylesine derin bir krize çözüm bulmak. Ama maalesef bu mümkün olmadı. Türkiye olarak bu konudaki düşüncelerimizi Amerika, İngiltere gibi bütün ilgili çevrelerle paylaşıyoruz ve krizi bitirmenin tek yolunun kapsamlı çözüm olduğunu vurguluyoruz.
SUNUCU: Batılı İngiliz, Amerikan, Alman yazar ve yorumcular, Amerika ve koalisyonun IŞİD’e karşı yürüttüğü 400 milyar dolarlık savaşın mahiyetini anlamadıklarını söylüyor. IŞİD’in her geçen gün genişlemesi ve yeni zaferler kazanması gerçeğini göz önünde bulundurarak bu savaşın mahiyetini ve hedeflerini açıklayabilir misiniz?
DAVUTOĞLU: Aslına baktığımızda, vaktinde çözülemeyen krizlerin bedelini şimdi ödüyoruz. Üç sene önce 2011 yılında Arap Baharı başlayıp Arap gençleri sokağa çıktığında dünyadaki bütün diğer gençler gibi aynı şeyleri istiyorlardı. Bu gençler daha çok özgürlük, refah, izzetli bir hayat, siyasi katılım ve liderlerin veya ülkelerini idare edenlerin hesap verilebilir nitelikte olmalarını istedi. Bunlar Avrupa, Amerika veya dünyanın her bir köşesinde gençlerin istediği taleplerdi. 2011 yıllında ortaya atılan söz konusu talepler, 2012 yılında büyük bir ümit ortamı doğurdu. Lakin 2013’ten bu yana bu taleplerin bastırılması ve maalesef uluslararası toplumun bu talepleri bastıranlara karşı etkin bir yöntem ve ilkeli bir tutum benimsememesinden dolayı IŞİD denilen yapı, 2013’ün baharında doğdu. Yani bunu şunun için zikrediyorum: IŞİD bir neticedir, bir sonuçtur, çok büyük bir tehlikedir, tehdittir ve mazur görülemez. Ama bir taraftan da IŞİD’e karşı verilen mücadelenin esas yürümesi gereken alanın siyasi, kültürel bir mücadele alanı olduğunu da herkesin fark etmesi lazım. Baskı altında tutulan kitleler ümitlerini kaybettiklerinde radikalleşirler. Şunu sormak lazım: Arap gençlerinin ümidini kim tüketti? Suriye ve Humus’ta Sadece ve sadece özgürlük, fikir özgürlüğü, onurlu bir hayat isteyen insanların ümidini kim tüketti? 2011 yılında Arap dünyasının her bir köşesinde büyük ümitler, büyük bir gelecek beklentisi vardı. Şimdi bu soruları sormadan teröre karşı yürütülecek bir mücadele, bir gün belki başarıya ulaşır. Lakin bir terör örgütü gider, başka bir terör örgütü gelebilir. Esas itibarıyla, Arap halklarının ve gençlerinin o haklı taleplerine saygı duymak gerekir. Bundan beş sene önce, on sene önce el Kaide’yi konuşuyorduk. Ondan daha önce başka terör örgütlerini konuşuyorduk. Şimdi ise IŞİD’den söz ediyoruz. Bunun tek çözümü, meşru siyasi yönetimler ve kendi halkına saygı duyan liderler. Biz Türkiye’de çok ciddi ve büyük siyasi tecrübeler sonucunda buraya geldik. Düşünün, Beşar Esad halkını bombalamak yerine o halkı dinlemeyi deneseydi ve üstlerine kimyasal silah, Scud füzesi kullanmak yerine o gençlere kulak verseydi IŞİD ortaya çıkabilir miydi? Ya da Beşar Esad, halkını dinlemeyip insanları katlettiğinde Bosna’da Miloşeviç’e karşı harekete geçen uluslararası toplum, Suriye’de de kimyasal silah kullandığında Beşar Esad’a karşı harekete geçseydi IŞİD doğabilir miydi? Vaktinde çözülemeyen krizler bir kartopu gibi daha büyük bir yumak halinde önünüze geliyor. Ondan sonra da milyarlarca dolar harcamak, çok riskli operasyonlar yapmak ve çok daha fazla kan dökülmesi sonucunda bir netice almak zorunda kalıyoruz. Burada en önemli şey, aynen tıpta olduğu gibi koruyucu hekimlik tarzında daha olay çıkmadan, kriz çıkmadan onu çözmeye dönük politikalar geliştirmek. Onun için şimdi bize dönük tavsiyede bulunanlara şunu söylüyoruz: İlkeleri açık olan kapsamlı bir strateji geliştirin, daha sonra sonucunda ne olacağını görelim. Her türlü katkıyı yapmaya hazırız. Ama bunlar ortaya konmadan sadece bir tehdide dönük tek boyutlu bir mücadele, bugün bir radikal örgütü tasfiye edebilir ama radikalizme karşı gerçek bir zafer kazanılmasını mümkün kılmaz. Zira bugün tasfiye ettiğimiz örgütün yerine başka bir örgüt çıkar. O bakımdan kültürel, siyasi, askerî, ekonomik boyutları olan daha kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz.
SUNUCU: Sayın Başbakan, IŞİD’in doğuşu ve böyle kısa bir sürede bu kadar geniş bir alana yayılması kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Birçok kişi, IŞİD’in arkasında batılı istihbarat teşkilatlarının olduğu, içerisine sızılıp Arap dünyasında hayal kırıklığına uğrayan heyecanlı gençlerin bir araya getirildiği görüşünde. Türk hükûmeti olarak, size göre IŞİD kimdir?
DAVUTOĞLU: Aslına bakarsanız IŞİD’i ortaya çıkarak faktörler, bundan on sene öncesine kadar gider. Nitekim ilk olarak, bildiğiniz gibi, Amerika’nın Irak’a müdahalesi sonrasında Irak Kaide’si olarak ortaya çıktı. Sonra söz konusu yapı, değişe değişe, kendini bir anlamda dönüşüme uğrata uğrata geçen sene mart ayında kendisini Suriye ve Irak’ı da kapsayan bir yapı haline dönüştürdü. IŞİD’in yıldızı ne zaman parlamaya başladı? Bağdat ve Şam’daki çok geniş Sünni kitleler tümüyle dışlanıp mezhepçi tutumla karşı karşıya kaldıklarında. O dönemde maalesef Musul ile Halep, Anbar ile Rakka arasındaki alanlarda kalan kitleler farklı arayışlara yöneldiler. Lakin terör tecrübesi olan mahkûmların Ebu Gureyb ve Mezze hapishanelerinden çıkması, IŞİD’in ortaya çıkmasının temel faktörü oldu. Söz konusu deneyimli mahkûmlar, Irak ve Suriye’deki güçlerini toplamaya başladı. İlginç bir şekilde, uzun bir dönem Suriye rejimi IŞİD ile hiçbir savaş yapmadı ve onları bombalamadı. Aksine, onlara taktik destek verdi. Suriye rejimi aynı dönemde, Özgür Suriye Ordusu’nu havadan bombaladı. Hava saldırısı nedeniyle Özgür Suriye Ordusu, elinde tuttuğu Cerablus ve Azaz gibi şehirlerden çekildiğinde ortaya çıkan boşluğu IŞİD doldurdu. Suriye rejimi, Özgür Suriye Ordusu’nun karşısına cesaretle savaşacak kara birlikleri çıkaramadığı için havadan bombaladı ve IŞİD’in çatışma yerlerine girmesi için zemin hazırladı. Şimdi IŞİD’den muzdarip Kürtleri temsil ettiğini iddia eden ama bütün Kürtleri temsil etmeyen PYD, uzun süre IŞİD ile çatışmadan yan yana yaşadı. Hem PYD hem IŞİD, uzun bir süre rejimle işbirliği yaptı. Her ikisinin hedefi de Suriye halkının haklarını korumaya çalışan Özgür Suriye Ordusu’nun alanını daraltmaktı. IŞİD, söz konusu şartlar altında ortaya çıktı. Sonra Bağdat ve Musul’daki Sünniler yok sayılıp kenara atılınca ve buna karşı ciddi tepkiler oluşunca IŞİD, bu bölgelerde elverişli atmosfer buldu. IŞİD gibi örgütlerin farklı istihbarat örgütleri tarafından taşeron olarak kullanıldığı konusunu geçmişte çok örneğini gördük. Ama esas itibarıyla Suriye rejiminin IŞİD’e çok güçlü bir taktik destek sağladığını da göz ardı etmemek lazım. Eğer Suriye rejiminin hava saldırıları olmasaydı Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet, bu alanları boşaltmak zorunda kalmazdı.
SUNUCU: Biz IŞİD’in çizilmiş bir haritaya göre hareket ettiğini ve onun dışına çıkmadığını gözlemliyoruz. Uzmanlar, IŞİD’in belli noktalarda hareket ettiğini, belli noktalarda durduğunu ve adeta önceden belirlenen bir haritaya göre davrandığını belirtiyor. IŞİD’in istihbarat ilişkilerine dair elinizde kanıtlanmış bilgiler var mı? Nitekim baktığınızda ordular onun önünde satranç taşları gibi dağılıyor? Küçük bir gücü bir yıl içerisinde, yaklaşık olarak Irak’ın ve Suriye’nin üçte birine hükmeder hâle getiren nedir?
DAVUTOĞLU: İşte burada bence en temel mesele, Irak ve Suriye ordusunun kendi topraklarını koruyacak milli ordu niteliklerini kaybetmiş olması. Irak ordusu niçin Musul’u hemen terk etti? Çünkü Musul’u savunmak yerine geri çekilip Samarra’yı, Şii kutsal bölgeleri savunmayı düşündü. Suriye ordusu ise zaten Halep, Rakka ve İdlib’e savaş ilan etti. Şimdi ilginç bir şekilde Suriye muhalefetini vaktinde silahlandırmakta tereddüt edenler, dolaylı olarak IŞİD’i silahlandırmış oldular. Çünkü Amerika’nın Irak’a verdiği sofistike silahlar, Irak ordusu Musul’da bıraktıktan sonra IŞİD’in eline geçti. Söz konusu silahlar, son derece sofistike ve önemli silahlardır. Şimdi tabii, bu olayı çok dikkatli analiz etmeden IŞİD’in bölgede nasıl bu kadar geniş bir alanda hâkimiyet kurduğunu anlamamız kolay olmaz. Esas itibarıyla, maalesef Suriye ve Irak rejimlerinin dışlayıcı politikaları, uluslararası toplumun bu rejimlerin bu politikalarına göz yumması, IŞİD’in önünde geniş bir alan açtı. Bununla beraber, biraz önce zikrettiğim nedenler, IŞİD’in başka çevreler tarafından desteklenmesi, Musul’da Irak ordusunun bırakıp gittiği Amerikan silahlarına sahip olması, IŞİD’i askerî bir güç haline dönüştürdü.
SUNUCU: Ayn el Arab’ın IŞİD’in eline geçmesi Türkiye’nin tutumunu değiştirir ve sizi Meclisten aldığınız yetkiye dayanarak bölgeye müdahale etmeye iter mi?
DAVUTOĞLU: Biz Parlamentodan tezkereyi çıkarırken bunu bir müdahaleden çok, Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlamaya yönelik bir tedbir olarak çıkardık ve Türkiye’ye yönelik bir tehdit olursa kullanmakta da tereddüt etmeyiz.
SUNUCU: Koalisyona başvurmadan mı?
DAVUTOĞLU: Tabii ki Türkiye’nin güvenliğine yönelik en ufak bir tehdit olduğunda Türkiye buna cevap vermekte tereddüt etmez. Nasıl Suriye rejimi uçakları Türk hava sahasını ihlal ettiğinde tereddüt etmeden bir uçak ve bir helikopter düşürdük, Suriye hududunu ihlal eden herkese karşı Türkiye tedbir alır. Bunda da hiç tereddüt etmeyiz. Gerekli talimatlar silahlı kuvvetlerimize verildi. Ancak Türkiye’ye doğrudan bir tehdit ve saldırı olmadan Suriye’nin içinde bir operasyon için uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmeyi tercih ederiz. O hareketi de güvenli bölgeler, uçuşa yasak bölgelerle birlikte değerlendiririz. Ayrıca kesinlikle, bu konuyla ilgili Batı kamuoyunu yatıştırıcı açıklamalar değil, net bir vizyon ve kapsamlı bir strateji görmek istiyoruz.
SUNUCU: Güvenli bölgeye ilişkin yakın zamanda bir sonuca ulaşabileceğinize inanıyor musunuz? Ne zaman?
DAVUTOĞLU: Mümkün, lakin kesin bir şey söylemek zor. Biz bunun için yoğun bir müzakere yürütüyoruz, Ayn el Arab’ın düşmesini istemeyiz. Ayn el Arab’ın düşmemesi için elimizden gelen katkıyı sağlarız. Ama bütün sorumluluğu Türkiye’nin üzerine yüklemeye kimsenin hakkı yok. Zira Suriye’deki krizin sorumlusu Türkiye değil. Herkesin elini taşın altına koyması lazım. Ayn el Arab’ın düşmesi istenmiyorsa Ayn el Arab’daki durumun diğer yerlere sıçramasına engel olmak lazım. Şunu sormak da herkesin hakkı. Ayn el Arab’ın düşmemesini talep ediyorlar. Peki, Rakka, Cerablus, Musul düşerken nerdeydiler? Musul’u terk etmediği için bizim Başkonsolosumuz rehin alındı. Musul’u terk eden Irak ordusunun sorumluluğu nerede? Peki, Azaz düşerken neredeydiler? Dolayısıyla, meseleyi sadece Ayn el Arab veya tek bir bölgeyle bağlamak doğru değil. Bizden bir şey talep eden, masaya çözüm için kapsamlı bir strateji koymalı, bu stratejinin uygulanması esnasında Türkiye’ye yönelecek mülteci akınını nasıl engelleyeceğini de anlatmalı. Bütün bunları ve bundan sonraki aşamada Suriye’de doğacak yapının mahiyetini anlamamız gerek. Yoksa IŞİD’e karşı mücadele etmek bahanesiyle Suriye rejimini meşrulaştırmaya kesinlikle razı olmayız.
SUNUCU: Ayn el Arab’ı savunanlara katılmak isteyen Türkiyeli Kürtler var. Onlara kentin düşüşünü önlemek, kardeşlerinin yanında savaşmak için geçiş izni verecek misiniz?
DAVUTOĞLU: Türkiye’de Arap nüfus da var, Türkmen nüfus da var, onlar da giderek Suriye’de bunu yapmak istediler. Onlara da aynı politikayı uyguladık. Türkiye sınırı öyle bir sınır ki mesela Resulayn’da, karşı tarafta Afrin’de ve Ayn el Arab’da her iki tarafta da Kürtler var. İdlib’de, Halep’te, Azaz’da her iki tarafta Araplar var. Cerablus’ta ve Lazkiye’de her iki tarafta Türkmenler var. Eğer biz- ki bütün bunları kendimize kardeş kabul ederiz- onların gidip orada savaşmalarına izin verirsek tüm Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının savaşmalarına göz yummak gerekir ki bu, büyük bir kargaşaya neden olur. Ama oradakilerin bulundukları yerlerde kendilerini savunmaları için neler yapılabilir, bunu tabii konuşmak gerekir veya Türkiye’ye gelen mülteciler Suriye’ye dönüp kendi toprakları için savaşmak isterse ona hiçbir zaman engel olmayız. Ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının giderek savaşmalarına göz yummak, bir müddet sonra başka yerlerde başka talepleri de beraberinde getirir. Türkiye için bir Arap’ın bir Türkmen’e, bir Türkmen’in bir Kürt’e, bir Kürt’ün bir Arap’a üstünlüğü yoktur. Herkes eşit şekilde bizim kardeşlerimizdir. Birine vereceğimiz hakkı, diğerine de vermemiz gerekir. Aksi halde Türkiye-Suriye sınırını kontrol etmek imkânsızlaşır.
SUNUCU: IŞİD’i eleştirmenize rağmen, IŞİD ile özel ilişkiler kurduğunuz yönünde hükûmetinize yönelik suçlamalar var. IŞİD ile ilişkiniz var mı?
DAVUTOĞLU: Kesinlikle bunlar iftiradan ibarettir. Türkiye’nin hiçbir şekilde IŞİD ile herhangi bir ilişkisi hele hele desteği söz konusu olamaz. Türkiye hiçbir zaman, radikal örgütlerle ve özellikle de bu şekildeki teröre ve şiddete yönelmiş örgütlerle ilişkilere girmemiştir. İslam bir barış dini ve IŞİD’in kullandığı yöntemlerle savunulamaz ve kesinlikle İslam’ın bir barış dini olarak bu yöntemlerle anılmasını da arzu etmeyiz. Dolayısıyla, bizim bu tür yapılarla herhangi bir şekilde ilişkiye geçmemiz söz konusu olamaz. Ama bilmemiz gerekir ki bu yapılarla gerçekte ilişkide olanlar, bu yapıları destekleyenler, Suriye rejimidir. Bu örgüte destek olanların açtığı alanda, bu tür terör yapıları gelişti. Türkiye’nin böyle bir ilişkisi asla söz konusu değildir. Bunu gündeme getirenler, çok büyük bir karalama ve iftira kampanyasının bir parçasıdırlar. Ancak bizim Suriye Özgür Ordusu’ndaki ılımlı muhalefete destek verdiğimiz ve bu desteği sürdürdüğümüz herkesçe biliniyor. Suriye halkının yanındayız. Suriyelilerin yanındayız. Ancak Suriye halkına zulmeden rejimin de, Suriye halkına yine zulmeden bu terör yapılarının da karşısındayız.
SUNUCU: Öyle anlaşılıyor ki başta ABD olmak üzere Batı, Esad rejimini düşürme seçeneğinden vazgeçmiş görünüyor. Batı’nın Esad’ı yönetimde tutma yönündeki politika değişikliği konusundaki tutumunuz nedir?
DAVUTOĞLU: Bu çok büyük bir hata olur. Eğer Suriye rejiminin bu kadar cinayetten sonra hele hele kimyasal silah kullandıktan sonra Esad rejiminin kalmasına rıza gösterilirse bundan sonra başka zorbaların da kendi halklarını katletmelerinin önüne geçmek mümkün olmaz. Biz hiçbir zaman, Suriyeli kardeşlerimize böylesine acımasızca yöntemlerle saldıran ve onları evsiz, Suriyeli masum çocukları annesiz babasız bırakan bir rejimin meşru gösterilmesine, bu rejimle ilişki içinde bulunulmasına rıza göstermeyiz. Türkiye olarak her zaman Suriye halkının yanında olduk ve olmaya devam edeceğiz.
SUNUCU: İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Abdüllahiyan 10 Ekim’de yayımlanan açıklamalarında ve birçok İranlı yetkili, İran’ın Esad’ın düşmesine müsaade etmeyeceğini söyledi. Siz sadece IŞİD’e karşı değil Esad’a karşı da koalisyonun harekete geçmesini talep ediyorsunuz. Biz Suriye topraklarında bir Türkiye-İran çekişmesiyle mi karşı karşıyayız?
DAVUTOĞLU: İran ile bu konuda görüş ayrılığımız olduğu doğru. İran ile Türkiye, iki tarihi ilişkilere sahip komşu ülkeler olarak hep iyi komşuluk ilişkileri kurmaya özen gösterdik. Bu çerçevede de en zor zamanlarda İran’ın nükleer programı konusunda ilkeli tutumumuz da herkesin malumudur. Ama biz nasıl İran’ın nükleer konusundaki tutumumuzda ilkeli davrandıysak aynı ilkeli davranışımızı zalim rejimlere karşı da gösterdik. Yani bir yönetimin kendi halkını katletmesi, hiçbir şekilde mazur gösterilemez ve bu konuda da tutumumuz ilkeseldir. Bu konuda da İran ile birçok ortak teşebbüsler içerisinde bulunduk. Dışişleri Bakanlığım döneminde defaatle İran ile bu konuları görüştük. İran ile birlikte Suriye rejimini başta da ikna etmeye çalıştığımız anlar oldu. Suriye rejimi kendi halkına zulmetmeye devam ettiğinde- ki geçmişte iyi ilişkilerimiz olan bu yönetimle- ilişkilerimizi kesmeyi ve Suriye halkının yanında olmayı tercih ettik. İran yönetimi ise Suriye yönetiminin yanındaki politikasını sürdürdü. Bu konuda görüş ayrılığımız var ancak herhangi bir çözüm çabası içinde her zaman herkesle görüşme iradesine sahip olduğumuzu sürekli vurguladık. Ümit ederiz ki İran, Suriye yönetimi üzerindeki gücünü kullanır ve Suriye rejiminin kendi halkına karşı gerçekleştirdiği bu katliamların durması yönünde çaba sarf eder.
SUNUCU: Sayın Başbakan, çok iyi biliyorsunuz ki Suriye’yi Beşar Esad değil, Devrim Muhafızları, Kudüs Tugayları Komutanı Kasım Süleymani yönetiyor. Siz Beşar Esad rejiminin yıkılmasını talep ettiğinizde, Esad’ın liderliğini yaptığı Alevi yönetimi değil, Suriye’deki molla rejiminin yıkılmasını talep ediyorsunuz aynı zamanda.
DAVUTOĞLU: Bizim için Suriye yönetiminde Alevi ya da Sünni birinin olması temel bir mesele teşkil etmez. Geçmişte Beşar Esad Nusayri’ydi ama yine bizimle gayet iyi ilişkileri vardı çünkü biz, hiçbir zaman mezhepçi bir politika takip etmedik. Niye ilişkilerimiz iyiydi? Çünkü o zaman halkını katletmiyordu, halkını katletmeye başladığında ben üç kere Şam’a gittim, uzun saatler boyunca ikna etmeye çalıştım, 8-10 ay. Ama bizi dinlemektense maalesef Suriye’de azınlık yönetimini devam ettirmeye çaba sarf etti. Bizim burada önemli olan temel ilkemiz insan haklarına saygı, yönetimlerin kendi halkına karşı merhamet ve şefkat göstermesi ve hiçbir şekilde zulme alet olunmaması. Hepimiz İsrail’e karşıyız ama bütün Ortadoğu ülkelerinin de bilmesi gereken gerçek şu ki Suriye rejimi, İsrail’in öldürdüğünden daha fazla Müslüman’ı katletti. Biz bunu İranlı dostlarımıza çok söyledik.
SUNUCU: İran Devrim Muhafızları’nın yardımıyla…
DAVUTOĞLU: Bir tarafta İsrail Gazze’deki camileri bombalarken, Suriye uçakları ramazanda teravih namazında Halep’teki, Humus’taki, Şam’daki mescitleri bombaladı. Bizim için nasıl mazlumun kimliği yoksa zalimin kimliği de yoktur. Mazlum hangi dinden, hangi mezhepten, hangi etnik kökenden olursa olsun ona sahip çıkarız. Zalim hangi dinden, hangi mezhepten, hangi etnik kökenden olursa olsun kardeşimiz dahi olsa ona karşı çıkarız. Türkiye’nin tutumu ilkeseldir ve bu ilkesel tutumu tek başına kalsa da sürdürmeye kararlıdır.
SUNUCU: Soruma cevap vermediniz. Suriye rejimini koruyan İran Devrim Muhafızları var ve şu anda siz rejimi yıkmak için ılımlı muhalefeti eğitiyorsunuz. Bu da, Suriye’de İran Devrim Muhafızlarıyla bir çatışmaya girme anlamına gelmiyor mu?
DAVUTOĞLU: Suriye rejimine destek için İranlı unsurların Suriye’ye gittiği doğrudur ve Hizbullah’ın da Suriye rejimine destek verdiğini biliyoruz. Bizim meselemiz, İran’a ya da Lübnan Hizbullah’ına karşı bir mücadele içine girmek değildir. Sadece ve sadece Suriye halkına destek veriyoruz. Yabancı savaşçılara karşı çıkanlar dâhil herkesin burada ilkeli olması lazım. Yabancı savaşçıya karşı çıkmalıyız ama Suriye’ye giren Hizbullah da yabancı savaşçı sayılır. Suriye’ye giren bazı İranlı veya Rus askeri danışmanlar da yabancı savaşçıdır. Bütün yabancıların Suriye’den elini çekmesi lazım. Hangi niyetle ve ne şekilde olursa olsun Suriye’yi, Suriyelilere bırakalım ve Suriyeliler kendi geleceklerine istedikleri...
SUNUCU: Sayın Başbakan, Suriye’de Alevi rejiminin yanında Rus savaşçıların varlığını teyit ediyor musunuz?
DAVUTOĞLU: Bunu Rusya ve İran’ı tek başına kastederek söylemedim. Ben Suriye’deki tüm yabancı savaşçılara karşı olduğumuzu ifade ettim. Bütün bu Suriye’deki yabancı savaşçılara karşı, hepimiz ilkesel olarak karşı çıkmamız lazım. Yani kim olursa olsun Suriye’de yabancı savaşçı olmamalı. Bundan dolayı Türkiye de hiçbir zaman kendi gençlerinin Suriye’ye gitmesine rıza göstermedi. Biraz önce sorduğunuz soruda olduğu gibi Türkiye’den Kürt kökenli ya da Arap kökenli gençlerimizin de Ayn el Arab’a giderek savaşmalarını istemedik. Çünkü bunun olayı daha da olumsuz bir yere götüreceği kanaatindeyiz. Herkesin de buna özen göstermesini bekliyoruz.
SUNUCU: Bölgedeki İran nüfuzu büyüyor. Sana’nın düşmesinin ardından İran, elinde dört Arap başkenti olduğunu ilan etti. İran’ın bölgedeki büyük yayılışı tehdit oluşturmuyor mu? Bu, Türkiye’nin çıkarları için bir tehlike değil mi?
DAVUTOĞLU: Türkiye olarak, hangi ülke olursa olsun, bir ülkenin başka bir ülke üzerinde şekli ne olursa olsun hâkimiyet kurmasına karşıyız. Biz bu topraklarda yaşayan halklar olarak Türkler, Kürtler, Araplar, Acemler, İranlılar hepimiz yan yana barış içinde yaşamalıyız. Herhangi bir ülke eğer başka bir ülkenin toprağı üzerinde hak iddia etmeye başlarsa bunun sonu gelmez. Yapılması gereken şey, herkesin diğer ülkelerin egemenliklerine saygı göstermesidir. Özellikle de bölgemizde bir Sünni-Şii gerilimine yol açacak davranışlardan kaçınmak elzemdir. Bu bölge, çok acılar çekti, çok büyük ızdıraplar yaşadı. Artık bu bölge halklarının da barışa ve huzura ihtiyacı var. Bölgede etnik ve gizli savaşlar üzerinden ortaya çıkacak tablo, hiç kimsenin menfaatine olmayacak. Biz buna karşıyız. İran’ın ya da herhangi bir başka ülkenin bu tür yöntemlere başvurmasına karşıyız. Bakış açımıza göre yeni bir bölgesel düzenin kurulması ve herkesin bu bölgesel düzen içerisinde, kendi sınırlarında, kendi egemenlik alanında saygı görmesinin yanında başka ülkelerin egemenlik haklarına da saygı gösterilmesi elzemdir.
SUNUCU: İran’ın girdiği, etki altına aldığı ya da etkisi altında olduğunu ilan ettiği bölgelerin büyük bölümü yüz yıl önce Osmanlı mıntıkasıydı. Fars İmparatorluğu, yüz yıl önceki Osmanlı’ya ait toprakları ele geçirecek şekilde genişliyor mu?
DAVUTOĞLU: Osmanlı tarihi üzerine çok yorumlar yapıldı. Arap toplumlarını ve bazen de Balkanlarda Balkan halklarını bize karşı kışkırtmak isteyenler, Osmanlı tarihini olumsuz bir niyetle anlatmaya ve Yeni Osmanlıcı tabirle Türkiye’ye karşı bir kampanya yürütmeye çalıştılar. Aslında yaşananlar da gösteriyor ki Türkiye’nin hiçbir zaman başka ülkelerin toprağında da geleceğinde de iddiası olmadı. Osmanlı Devleti ise sadece Türklerin devleti değildir. Osmanlı Devleti Arapların da, Boşnakların da, Arnavutların da, Kürtlerin de, Sırpların da devletidir. Osmanlı Devleti’nin son beş-altı sadrazamından iki tanesi Arap’tır. Hayrettin Tunusi Paşa, Said Halim Paşa gibi. Neredeyse Türk kökenli yoktur, Arnavut kökenli vardır, Arap kökenli vardır. Osmanlı, bu bölgede Abbasiler’den, Emeviler’den ve Eyyubiler’den ileri gelen bir çizginin son kadim devletidir. Dolayısıyla biz, Osmanlı tarihini ortak tarihimiz olarak görürüz. Tabii bizi bazen “Yeni Osmanlıcı” diye suçlama çalışmalarının ardındaki temel sebep, bölgede Türklerle Araplar arasında, Türklerle diğer kavimler arasında ihtilaf çıkarma teşebbüsüdür. Biz her zaman her yerde şunu söyledik: Bölgenin en küçük ülkesi kimse biz onunla eşitiz, coğrafi olarak ya da nüfus olarak. Hiçbir ülkeye herhangi bir şey dikte etmedik. İran konusundaki soru ise, bu soruyu İranlılara yöneltmek lazım. Ama bölgeyi bir Osmanlı- Fars ya da Türk-İran rekabeti şeklinde değerlendirmeyi doğru görmem. Biz nihayetinde Irak’taki Şiilerin de dostuyuz. Irak’taki Şiiler, Osmanlı Devleti’ne hiç isyan etmediler. Aynı şekilde Lübnan’daki Dürzîler, Şiiler de hep Osmanlı Devleti ile gayet iyiydi…
SUNUCU: İran nüfuzu Beyrut’ta başlayıp Şam’a, Bağdat’a, Arap yarımadasının doğu sahillerinden Sana’ya kadar uzanıyor. Arap yarımadası bütün cephelerinden Şia etkisiyle kuşatılmış durumda… İran yani…
DAVUTOĞLU: İşte bu tehlikeli bir senaryodur. Zaten terör ve radikal eylemlerin ortaya çıkmasına sebep olan da bu mezhep temelli yaklaşımdır. Türkiye kültürel olarak içinde Sünni ve Alevi unsurlar da olan ve nihai olarak seküler yapıya sahip bir devlet olarak hiçbir zaman mezhepçi bir yapıyı savunmadı. Mezhep ya da din temelli ayrışmaları da doğru görmedik. İran’ın bu dediğiniz kuşakta bir Şii ekseni oluşturma çabasını, tasvir ettiğiniz şekilde bölgede Şii-Sünni gerilimini artıracak ve mezhep çatışmalarına yol açabilecek tehlikeli bir senaryo olarak değerlendiririz. Burada İran ile de, bütün diğer ülkelerle de öncelikle mezhep temelli ayrışmalar karşısında bir araya gelinmesi gerektiğini düşünüyor ve buna inanıyoruz. Onun için biz, Esad kendi halkına zulmedene kadar hiçbir ülke liderini şu veya bu mezhepten diye dışlamadık. Ama bölgeyi siyasi ya da mezhebi bir rekabet alanı halinde görmek ya da bu hale getirmek geleceğe yönelik çok fazla riski de beraberinde getirir.
SUNUCU: İran’ı 25 yıl boyunca şer ekseni olarak tanımlayan Batı’nın İran’a bu yayılmacılığına karşın elini uzatması, ne anlama geliyor? Hatta İngiltere hükûmetinin yaptığı gibi Bağdat, Şam ve diğer yerlerde istikrarlı hükûmetlerin kurulmasına katkı sunmasını talep ediyor. İran, kendi sınırları içerisindeyken bile Batı tarafından tehdit olarak görülürken şimdi yayılmasına rağmen Batı ona elini uzatır oldu. Bu konudaki yorumunuz nedir?
DAVUTOĞLU: Burada tabii gerçekten siyasi anlamda bakıldığında bölgede çok değişik koalisyonların ve kısa dönemli koalisyonların oluşmakta olduğunu görüyoruz. Ama bu da bölgede kalıcı bir istikrarın önünde engel teşkil ediyor. Ülkeler eğer tutumlarını konjonktürel ihtiyaçlara ve geçici taktiksel hesaplara dayandırırlarsa bir müddet sonra bölgede kalıcı bir düzen kurma imkânı kalmaz. Dediğiniz şekilde, bir taraftan İran üzerinden nükleer mesele sebebiyle baskı uygulamak, diğer taraftan bölgesel konularda İran ile işbirliği içine giren bir politika yürütmek, bölgede kalıcı dengelerin oturmasına engel teşkil edebilir. Hele hele Irak, Suriye ve Lübnan gibi Sünni-Şii dengesinin son derece hassas olduğu ve geniş Sünni kitlelerin kendilerini sahipsiz addettikleri veya savunmasız addettikleri tablonun sürdürülmesi, maalesef radikal terör örgütlerin önünü açar ve oluşacak siyasî boşluğunun doldurulma riskini beraberinde getirir. O bakımdan her şeyden önce, bütün bölge ülkelerinin ve uluslararası toplumun önemli ülkelerinin bu bölgede mezhep ve din temelli ayrışmaların karşısında durması elzemdir. Aksi takdirde iç istikrarsızlıklarla ülkeler, yönetilme kabiliyetlerini kaybederler. Aslında bugün bölgede ve dünyada üç grup ülke var: Birincisi, stratejik vizyonu olup kendi yönetim kabiliyeti olan ülkeler. Bu ülkeler, yükselişte. İkincisi, vizyonu olmayıp yönetme kabiliyeti olanlar. Bu ülkeler, yerlerinde sayıyor. Üçüncüsü, vizyonu olmayıp yönetme kabiliyetine sahip olmayanlar ise ciddi parçalanmalar içine giriyorlar. Maalesef bölgede birçok ülke vizyonunu da yönetme kabiliyetini de kaybettiği için ciddi parçalanmalar içinde. Kendi yönetiminde âciz herhangi bir ülkeyi yönetmeniz zor olur. Parçalanmış ve çatışmalar yaşayan bir ülke üzerinde etki kurduğunuzda, size ve bu ülkeye fayda gelmez. Onun için hepimizin, herkesin her şeyden önce bu parçalanmış ülkeleri tekrar yönetilebilir hale getirmesi lâzım. Onun için biz geçen sene Suriye konusunda Cenevre-2 sürecini destekledik ve muhalefeti oraya katılmaya ikna ettik. Muhalefetle rejimin aynı masa etrafına oturması için yoğun çaba sarf ettik. Ta ki Suriye yönetilebilir sağlıklı yeni bir yapıya kavuşsun. Ama maalesef rejim, herhangi bir işbirliğine ve herhangi bir tavize yanaşmadı ve bütün ümitler bu anlamda çöktü. Dikkat ederseniz ondan sonra, böyle çözüm ihtimali ortadan kalktıktan sonra IŞİD türedi. IŞİD’e destek ortaya çıkmaya başladı. Mesele şu veya bu başkentte veya ülkede etki kurmak değil, o ülkeye ne kazandırıldığı, ne getirildiğidir. O ülkeye kan mı, barut mu, ölüm mü getirildiği, yoksa refah mı, barış mı getirildiği önemlidir. Onun için Batılı-Doğulu, bölge ülkesi, uluslararası alanda olan herkesin- liderlik arayışı içinde olmadan- bu ateşi söndürmek ve insanlığa faydalı olmak için daha iyi bir politika izlemesi ve etki mücadelelerinden daha çok ilke temelli bir politika geliştirmeleri şart.
SUNUCU: Mezhepçilik, ırkçılık, parçalanmışlık ve korkutucu savaş ihtimalleriyle dolu bu tablonun karşısında, izleyicilerimizin sadece Türkiye değil tüm bölgeye yönelen tehlikelere ve korkulara vâkıf olması açısından tarafımdan tamahkârlık göstererek ve cömertliğinize sığınarak şahsınızla bir başka mülakat daha yapmayı rica ediyorum. Sayın Başbakan, sizinle söyleyişimiz sadece bir siyasetçiyle yapılan mülakattan ibaret değildi. Strateji ve anlamlar üzerinde birer ders olarak algılandığını düşünüyorum. Sizinle bir söyleyişi bölümüne daha talibim. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. İran’ın bölgedeki nüfuzunun artması, Batı’nın İran’a yaklaşması ve bölgedeki tehditlerin ışığında, bölgeyi sürükleyen tehdit ve korkulara ışık tutmak üzere gelecek bölümde Türkiye Başbakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile ikinci bölümde buluşmak üzere. Bu arada Mısır’daki darbeci zalim yönetimin mahkemelerinden şahımsa yönelik çıkan on beş yıl hapis cezası kararına karşı, internet ve sosyal paylaşım sitelerinde benimle dayanışma içinde bulunan yüz binlerce kişiye paylaştıkları duygularından dolayı teşekkür ederken, her zaman benden umduğunuz çizgide kalacağıma söz veriyorum. Gelecek haftaki programımızda strateji ve planlama üstadı Türkiye Başbakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile beraber bölgedeki tehlikelere ışık tutacağız. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Tüm hakları saklıdır. Bu sitede yer alan yazı, haber, fotoğraf, video ve sair dokümanların, bireysel kullanım dışında izin alınmadan kısmen veya tamamen kopyalanması, çoğaltılması, kullanılması, yayımlanması ve dağıtılması kesinlikle yasaktır. Bu yasağa uymayanlar hakkında 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca yasal işlem yapılacaktır.
Showing posts with label El Cezire TV: TÜRKİYE BAŞBAKANI İLE SÖYLEŞİ (1.KISIM). Show all posts
Showing posts with label El Cezire TV: TÜRKİYE BAŞBAKANI İLE SÖYLEŞİ (1.KISIM). Show all posts
Subscribe to:
Posts (Atom)
Featured post
Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads
ISTANBUL, JULY 2025 — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...
Popular Posts
-
Ege Denizi'nde son dönemde artan sismik aktiviteler, bölgedeki deprem riskini ve olası arama kurtarma operasyonlarının önemini yeniden ...
-
1️⃣ YOU ARE BEING DECEIVED! Dear Istanbulites! 2️⃣ We would like to share with you a visual showing how our citizens in need benefited from ...
-
Zehirli Yalova'da amatör balıkçılık yapan Burak Ulusoy, oltasına takılan zehirli trakonya balığına temas ettiği için hastanede tedavi e...