Monday, 23 June 2014

BOZCAADA'DA İLK KEZ KOŞMAK


21 Mayıs 2013 Salı

BOZCAADA'DA İLK KEZ KOŞMAK

 
Uzun, upuzun bir aradan sonra ilk yazım olacak bu. Doğumdan sonra sakin bir dönem geçirdim, ancak bu süreçte dahi çeşitli seyahatlerimiz oldu oğlumuzla birlikte. Ama yazmak gelmedi içimden. Bunun bir çok sebebi var. Öncelikle, seyahat yazıları bana eski heyecanı vermiyor. Çünkü özellikle son birkaç yıldır teknoloji o kadar hızlı gelişti, o kadar farklı bir boyuta geçti ki  bugün merak ettiğiniz herhangi bir yerle ilgili yüzlerce yorum, tavsiye, eleştiri tek tuşla ulaşılabilecek şekilde telefonunuzun, tabletlerinizin içinde. Sosyal ağlarda gittiğimiz yerlerle ilgili görüşlerimizi, yorumlarımızı, fotolarımızı anında paylaşır olduk.  Artık insanlar bilgiye daha hızlı, pratik ve öz bir şekilde ulaşmak istiyorlar (ben de dahilim bu gruba). Sosyal ağlar da bu ihtiyacı fazla fazla karşılıyor bana göre. Blog yazarı olduğum halde blog okumuyorum artık, Facebook’ta bir arkadaşım bir blog yazısına link verirse ve konu başlığı ilgimi çekerse tıklıyorum yazıya. Ben blog okumazken benim burada yazdıklarımı kim okumak ister emin olamıyorum.
Yine de yakın zamanda yepyeni  bir tecrübe yaşadığım için, bunu burada kayda geçirmek istedim. Ne de olsa hala “unutulmaması gerekeni yaz” görüşüne katılıyorum.  
Oğlum dışında, hayatıma yeni eklenen şey koşmak…
 
Mart'taki Runtalya Maratonu'nda karar verdim koşmaya. Bu kararımda, bu konuda sarf ettikleri bilinçli emek nedeniyle çok takdir ettiğim eşim Alev ile arkadaşlarım Güçlü, Renay, Ayşe  ve Dilara’nın, bir de (hamilelik de değil de) doğumdan sonra aldığım ama istediğim hız ve miktarda veremediğim kiloların etkisi var.
Hareketi ve sporu severim ama hamileliğimin 31. haftasında mecburiyet nedeniyle duran spor hayatım doğumdan sonra da, üzerime yapışan had safhada fiziksel tembellik nedeniyle, istediğim performansa ulaşamadı. Düzensiz yapılan sporun bünyeye bir etkisi yok. Ben de düzenli spor yerine bol bol yatmayı  ve yemeyi tercih ettim. Üstelik bunu çok sakin, uyumlu bir bebeğim ve bizimle kalan, çok sevdiğim yardımcımıza rağmen yaptım. Yani “bebek olunca çok doğal” diyebileceğim geçerli bahanelerim yok bu tembellik için. 1,5 yıldan fazla süren bu dönemde ben gerçekten, her anlamda "durdum". Bir anlamda iyiydi. Hem çocuğumla bol bol zaman geçirdim hem de kendimi bedenen ve ruhen dinlendirdim.
Fakat bir süre sonra dehşetle şunu farkettim: Hareketsiz bir yaşam insanı bedenen ve ruhen hem yaşlandırıyor hem de hasta ediyor. Hantallaştığımı fark ettim, her gün ama her gün bir yerlerim ağrıyordu. Uzun yıllar düzenli spor yaptığım ve genel olarak düzgün beslendiğim için bunların bir anda değişen, hareketsiz ve gereksiz yemeli yeni yaşam tarzımdan kaynaklandığını biliyordum. Ama bir şeylerin spora tekrar dönmem için beni motive etmesi gerekiyordu, çünkü kendi fiziksel ve manevi gücümü şarj edemiyordum bir türlü. Antalya’daki 2013 Uluslararası Runtalya Maratonu’nda koşanlar, tam maraton koşan eşim, yarı maraton ve 10K koşan arkadaşlarım bana ihtiyaç duyduğum motivasyonu verdi. İlk koşum için Mayıs ayındaki Bozcaada Yarı Maratonu’nun 10k parkurunu hedef koydum kendime.
Antalya dönüşü Alev çaylak koşucular için hazırlanmış bir 10k Antrenman Programı verdi bana, onu uygulamaya başladım. Layıkıyla uyguladığım söylenemez ama 2,5 ay boyunca her cumartesi sabah 6'da, Eymir’de 10km koşmayı hiç aksatmadım. Hedef koyunca garip bir enerji geldi bana, hayatımda 5 km’den fazla koşmamışken daha ilk uzun koşumda net 9 km’ yi durmaksızın koşarak nasıl tamamladığımı başka türlü açıklayamam çünkü:)  

Bozcaada’nın zor bir parkur olduğunu çevrem sayesinde biliyordum. Bir de koşu saat 14.00’te başladığı için sıcak durumu daha da zorlaştıracaktı. Eymir’de 10km’yi “1.21” ile “1.16” arasında değişen sürelerde tamamlıyordum. Ancak Eymir neredeyse dümdüz, bu nedenle Bozcaada için uygun örmek olamazdı. Bozcaada için, zorluk derecesini düşünerek, “1.30 ” hedef koydum kendime koşuyu tamamlamak için.
Ancak koşu başlayıp da ilk yokuş tırmanışına geldiğimde bu hedefin ne kadar naif ve iyimser olduğunu fark ettim. Ayrıca belki heyecandan, ilk kilometreyi tamamlamaya yakın, tüm antrenmanlarım boyunca bana gerekli lojistik ve moral desteğini verenNike Running programımı çalıştırmayı unuttuğumu fark ettim:) Anlayacağınız ilk dik yokuşu biraz keyifsiz tırmandım. Yine de kulağımda müzik, sağımda üzüm bağları, solumda Ege denizi, keyfimi hemen geri getirdiler:) Tabii her tırmanışın bir de inişi var, tırmanırken kaybettiğim süreleri inişlerde telafi ettim, bu da beni sevindirdi.
 
Bu arada maratona katılan koşucu sayısı geçen yıla göre %100 artmış. Aynı şekilde kadın koşucu sayında da büyük artış var, geçen seneye göre %40 artmış sayıları.  Ortam şahane: ekip veya şirket grubu olarak koşanlar, tek başına koşanlar, elit atletler, yürüyenler,  koşarken çenesi de çalışanlar, koşarken eğlenceden de taviz vermeyenler…
 
3. kilometrede artık dönmeye başlamış 10k’cıları görünce yine hafif bir sarsıldım. Düşünsenize: ben daha 3. kilometremi koşuyorum, adam 6., 7.  km’yi bitirmek üzere:) “5.km” 10k koşanlar için dönüş noktası, onu dönünce bana tekrar bir keyif geldi: Artık ben de “gidenler” değil, “dönenler” sınıfına terfi etmiştim çünkü:))) Cidden sıcaktı ama şansa bakın ki Ege’den esen tatlı meltem koşuculara torpil yaptı. Gerçi arkamızdan değil, karşıdan esiyordu, olsun artık o kadar.
Son birkaç yüz metreyi şehir merkezinin içinde koşuyorsunuz, işte o kısım gerçekten çok keyifli. Herkes size bakıyor, ama alkış yok, zira benden önce koşuyu tamamlamış yüzlerce koşucu var, millet alkışlama işini bırakmış artık haliyle:) Olsun, ben kendi kendimi takdir ederek bitiş çizgisine geldim. Skorboard’da “1.22.00”ı görünce çok sevindim. Çünkü ilk yokuşta ümidi kesme noktasına geldiğim hedefimi fazla fazla tutturmuştum.   Resmi derecem daha da iyi çıktı (“1.19.32”). 485 kadın sporcu arasından 287. , yaş grubumda da 39. olmuşum.  İlk kez koşan biri için daha ne olsun? Daha önemlisi kazasız belasız tamamladım koşuyu.
Alev yarı maraton koştu, o da bir süredir ona sıkıntı yaratan sakatlığı rahatsızlık vermediği için mutluydu.
 
 Maraton meydanında, kendinden geçmiş halde oğlumuz:)
 
Koşunun Bozcaada gibi harika bir yerde olmasının başka bir sürü avantajı var. Hem ziyaret hem ticaret durumu:) Bozcaada, belki de her ada gibi, kendine has, enteresan bir yer. Dileğim onun hep bu haliyle kalması. Her şey az ve öz miktarda (gerçi geçen seneden bu seneye kadar bile epeyce yeni mekân açılmış, buna sevinmeli mi üzülmeli mi bilemiyorum, çünkü nerede duracağımızı bilmeyen bir toplumuz), fiyatlar makul, deniz ve doğa şahane…
Geçen yıl olduğu gibi bu sene de Armagrandi Otel’de kaldık, şehir merkezinde olduğu için düz ayak bir tatil yapma imkânı sunuyor size. Özellikle çocukla seyahat ediyorsanız, ideal. Ayrıca koşunun başladığı yere de 100 m. mesafede. Armagrandi ilginç bir otel: Eski bir şarap fabrikasından dönüştürülmüş. Bu nedenle odaların çoğu ve iç mekanlar çok geniş fakat şöyle bir dezavantajı var: Fabrika binası içindeki bazı odaların (ki bunlara "kamara katı" diyorlar) dışa açılan pencereleri yok, pencereler bina içine açılıyor, haliyle karanlık ve kasvetliler. Belki çılgın yaz sıcağında avantajlı oluyorlardır ama bizim için cazip değildi. Dışarıya açılan pencereleri olan odalar ile doğrudan avluda olup bahçeye açılan odalar ise harika. Biz bahçe odasında kaldık bu yıl, tabii oğlumuz bayıldı bu işe.  Sanırım bu tatilimizde en çok eğlenen, mutlu olan kişiydi. Onun mutluluğu bizi daha da mutlu etti haliyle. Doğduğundan bu yana her seyahatimize, faaliyetimize onu da götürmekle doğru bir iş yaptığımıza karar verdik. Kahvaltısı güzel, personel ilgili. Hele bir amca var orada (ne yazık ki ismini unuttum), her türlü isteğinizi anında yerinde getiriyor, çok sevdik kendisini. “Joker” gibi…
Bozcaada’ya ilk gelişimizde gidip âşık olduğumuz Martı Restoranı geçen sene yerinde bulamayınca çok üzülmüştük. Bu sene eski yerinden biraz daha ileri taşındığını öğrenince, ilk gece yemeğimizi orada yedik. Sevdiğimiz tatlar yerli yerindeydi, sevindik. 2. Gece ise onunla aynı hizada, yeni açılmış Cabalı Meyhane ’ ye gittik. Denizin üstünde, keyifli ve lezzetli bir akşam yemeği oldu. Maraton sonrası, duş bile almadan gidip Ege denizine ve kaleye nazır birer bira içtiğimiz Fuska Bar ise sadeliği ile bence Ada’nın ruhuna en uygun ortamdı. Geceleri son durak tabii ki hala Polente… Merkezi bir yerde olduğu için ve tabii tıpkı Kaş’taki Mavi Bar gibi, kendine has enerjisi nedeniyle, Bozcaada’nın klasiği.  O kadar kalabalıktı ki mekânın önünde artık yaya trafiği durmuştu. Tabii bu kalabalık tamamen maraton turizminin yarattığı bir şeydi. Geçen yıl doğum izninde olduğum için oğlumuzla çıktığımız ilk uzun seyahatin yine maraton nedeniyle ilk durağı olan Bozcaada’da biraz daha fazla kalmıştık. Pazar günü öğle saati itibariyle maraton turisti gidince adanın nasıl birden sıkıyönetim ilan edilmiş ve sokağa çıkma yasağı varmış gibi tenhalaştığına şahit olmuştuk. O gece gittiğimiz Vasilaki’ nin ve Polente’nin yegâne müşterileri olmuştuk:) İşin komiği, Pazartesi sabahı da hiçbir dükkân açılmamıştı,  adanın meşhur şaraplarından alabilmek için epey aranmıştık:)   Bu yıl biz de Pazar günü dönmesi gerekenler grubundaydık, tadı yine damağımızda kalarak ayrıldık güzel adadan.
 

En hak edilmiş içki:)
 

Bu yazımdan felsefi bir sonuç çıkaracağım izninizle. Bu sonucu çıkarmaya hak gördüm kendimde çünkü bire bir yaşadıklarım, o yüzden romantik ve teorik idealler değiller, güvenebilirsiniz:  

Bir kez daha anladım ki hayat “hareket” demek, hareket etmeyince yaşantınızın varacağı nokta hüzün veren bir monotonluk ve bunun sonucu olarak psikolojinizde ortaya çıkacak ve değiştirmesi kolay olmayan negatif duygu halleri olacaktır. Fiziksel olarak daha sık ve belki hep “hasta” olacaksınız, hasta hissedeceksiniz, daha çabuk yaşlanacaksınız, gözünüzün, cildinizin ışığı gidecek. Kabul etmesi zor ancak ne yazık ki hayat hareket edeni ödüllendiriyor. Siz harekete geçmeyince, güzel şeyler gelip sizi bulmuyor maalesef. Söylediklerim ne kadar ters değil mi toplumsal kültürümüze? Toplum olarak hala ve ısrarla “kaderci” yaşama kolaylığından, öylece durup, farklı hiçbir şey yapmadan güzel şeylerin bizi bulmasını beklemekten vazgeçmiyoruz. Dahası bu durumu ödüllendiren toplumsal normlar da belki hiç olmadığı kadar yeniden aktive olmuş durumda. Tercih bizim, hiç bahane bulmayalım. Eğer bahane bulsalardı 11 Mayıs’ta Bozcaada’ya koşmak üzere gelmiş 2000 kişi de olmazdı.            
 

 Hoşçakal Bozcaada, seneye görüşmek dileğiyle...
 
 KAYNAK: http://akvaryumdaikibalik.blogspot.com.tr/

1isinasli.blogspot.com.tr HABERLERİ

1isinasli.blogspot.com.tr HABERLERİ


Kösem Sultan Kimdir? Kısaca Hayatı


Kösem Sultan, 1590 yılında Yunanistan'da dünyaya geldi. Birinci Ahmet'in eşi, Dördüncü Murat ileSultan İbrahim'in annesidir. Kösem Sultan da Hürrem Sultan gibi büyük bir olasılıkla Slav ya da Rum kökenlidir. 

Küçük yaşlarda saraya alındı ve "Mahpeyker" adı verildi. Zamanla saray ve saltanat hiyerarşisinde kendine önemli bir yer sağladı. Genç Osman'ın yerine Birinci Mustafa'nın tahta geçmesinde önemli rol oynadı. Birinci Mustafa'nın tahttan indirilip yerine Genç Osman'ın geçmesi üzerine eski saraya gönderildi. Gönderilişinde Genç Osman'ın annesi Valide Sultan Mahrifuz Hadice Sultan'ın etkisinin olduğu söylenir. Zira Kösem Sultan'ın devlet içindeki etkinliğinden rahatsızdı.

Kösem Sultan, oğlu Dördüncü Murat 11 yaşında padişah olduktan sonra devlet içindeki nüfuzu daha da arttı. Dördüncü Murat, 1640 yılında öldükten sonra yerine diğer oğlu Sultan İbrahim çıktı. Sultan İbrahim'in çıkan bir isyan sonucunda ölümü üzerine Kösem Sultan'ın 6 yaşındaki torunu Dördüncü Mehmet tahta çıktı. Artık Valide-i Muazzama (Büyük Valide Sultan) olmuştu. Kösem Sultan yeniden saraydaki etkinliğini sağlamıştı.

Dördüncü Mehmet'in annesi Turhan Sultan'la üç yıl süren nüfuz mücadelesine girişti. 2 Eylül 1651gecesi Topkapı Sarayı'ndaki dairesi basıldı ve boğularak öldürüldü. 

Kösem Sultan, yardımseverliğiyle de tanınmaktadır. Yardıma muhtaçlara hazineden maaş bağlamış, borcu nedeniyle hapis yatanların borcunu ödeyip hapisten kurtarmış, yetim kızları korumuş ve onları evlendirmişti.

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Faşizm Nedir? Kısa Bilgi


Faşizm, 1919 ve 1945 yılları arasında İtalya'da Mussolini'nin yönettiği hareketin yani Fascismo'nun karşılığıdır. Mussolini faşizm içim bir cümleyle şöyle yazmıştır: "Faşizm harekettir ve düşüncedir." 

İtalya'da Mussoli'nin yönettiği faşist hareket kendi iddiasına göre, bütün toplumu tek bir ortak çıkar ve tek bir ortak amaçla bir kitle olarak kenetlemek yolundaydı. Bunun sonucunda devlet hükümetin, hükümet de lider Mussolini'nin kişisel yönetimi içinde erimişti. Faşizm, ayrıca Hitler Almanyasında "Nasyonal Sosyalizm" kılığında görüldüğü gibi, İspanya ve Porketiz'de de değişik biçimlerde ortaya çıkmıştır.

Mussolini, "Faşizmin Siyasal ve Sosyal Doktrinleri" adlı, Gentile'in bir taslağına dayandırdığı makalesinde; faşizmin, bencil kişinin liberal-demokratik inanç ve düzenine karşı çıkarak devletin, kendini düşünmeyen idealine bağlılığını ortaya koyduğunu öne sürmüştü. Faşizm sosyalizme de karşıydı; çünkü sosyalizm sınıf çatışmasını öğütlüyordu; oysa faşizm bütün toplumu tek bir ortak çıkar ve tek bir ortak amaçla kitle-millet olarak kenetlemek, birleştirmek yolundaydı. 

Askeri hamleler, hatta savaş faşizme göre makbuldü, çünkü bunlar ulusal hisleri kuvvetlendiriyor ve insanları daha büyük bir "bütün" için yani kitle için fedakarlığı teşvik ediyordu.

Daha hafif metafizik deyimle, devletin bu yüceltilişi, hükümetin de yüceltilişini gerektiriyordu. Bunun sonucu olarak İtalya'da hükümet de lider veya Duce Benito Mussoli'nin kendi kişisel yönetimi içinde erimişti.

FAŞİZM VE NAZİZM'İN FARKI

Faşizm kelimesi, sadece Mussolini'nin inanç ve hareketi için değil, fakat çok kere aşağı yukarı benzer nitelikler taşıyan diğer totaliter hareketler, özellikle Nasyonel Sosyalizm, yani Nazizm için de kullanılır. Ancak, Faşizm ile Nazizm arasında bazı önemli farklar vardır. Nazizm, millet kavramı yerine ırka veya volka inanırdı. 

KAYNAK

Milliyet gazetesi, 25.05.1968, s.2, Maurice Craston, Çeviren: Cendan Selek Ataoy

BENİTO MUSSOLİNİ KİMDİR?

29 Mayıs 2014 Perşembe

Kanuni Sultan Süleyman'dan Sonra Tahta Kim Geçti?


Kanuni Sultan Süleyman'ın 7 Eylül 1566'da ölümden sonra yerine tahta "Sarı Selim" olarak da bilinen İkinci Selim geçti.

İKİNCİ SELİM KİMDİR?


  • İkinci Selim, 1524 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Hürrem Sultan'dır.
  • Önce Konya Sancakbeyliğine, daha sonra da Manisa Sancakbeyliği'ne atandı.
  • Şehzade Beyazıd ile taht mücadelesine girişti. Konya yakınlarında yapılan savaştan galip çıktı ve taht yolu açılmış oldu.
  • Bu mücadelenin ardından Kütahya Sancakbeyliğine atandı.
  • Babasının Zigetvar Kuşatması sırasında öldüğünü öğrenir öğrenmez İstanbul'a hareket etti.
  • 1566 yılında tahta geçti.
  • İkinci Selim ordunun başında sefere gitmeyen ilk padişah olmuştur.
  • İkinci Selim'in padişahlığı döneminde Sakız Adası, Bobokça Kalesi, Kahire Kalesi, Yemen, Kevkeban Kalesi, Dalmaçya, Kıbrıs fethedildi. 
  • Edebiyata da önem veren İkinci Selim'in divanı vardır.
  • Eşleri, Nurbanu Sultan ve Selimiye Sultan'dır.

Diktatörlük Nedir?


Diktatörlük, modern anlamında, en sık olarak otokratik "kişisel yönetim" karşılığında kullanılmaktadır. Kelime günümüzde alçaltıcı, küçültücü bir anlam kazanmıştır; fakat bu tarih boyunca her zaman böyle olmamıştır. Ünlü Fransız düşünürü Rousseau, daha birçok hürriyet aşıkları gibi, diktatörlük müessesesini, tehlike zamanlarında devleti korumak için bir araç olarak kullanmayı öğütlemişti. Bu öğütünde, örnek olarak, dictatura'nın başarı ile uygulandığı ilk çağlardaki Roma İmparatorluğu'na işaret etmişti.

Gerçekten, Roma diktatörüne, bütün görev süresince kanunların üzerine taşarak devleti yönetmek yetkisi dahil her alanda mutlak hakimiyet verilmişti. Ne var ki, bu görev süresi altı ay olarak sınırlandırılmıştı ve bu kadar kısa süreli olması müessesenin kesin bir özelliğiydi. Romalılar inanıyorlardı ki, diktatöre daha uzun görev verilecek olursa, bunu mutlaka kötüye kullanacaktı; diktatörlüğü kurmayı gerektiren tehlikeler geçici olaylar olduğuna göre, bir diktatörü atı aydan fazla iktidarda tutmaya da hiçbir sebep yoktu.

Yirminci yüzyılın diktatörleri, Roma uygarlığındaki diktatörlerden farklı olarak değişmez bir şekilde görevde kalma yollarını aradılar ve özellikle İspanya ve Portekiz'de bir nesil boyunca kudretlerini elde tutmakta başarıya ulaştılar.

Aynı şekilde günümüzde "diktatör" denilen kişiler, eski çağlarda "müstebit" diye bilinen yöneticilere daha yakındır.

Yunanistan'da müstebitler, krallıkta hiçbir resmi ünvanı olmadığı halde hükümdarın kudret ve yetkilerini gasbeden kimselerdi. Bu eski Yunan müstebitlerinin çoğu popüler liderlerdi. Toplumda fakirlerin kederlerini ifade ederlerdi ve yönetimleri sadece yalın kuvvete değil, toplumun mütevazi tabakalarından gelen gerçek desteğe dayanırdı.

Böylece Yunanlılar bir müstebiti bir despottan kesin olarak ayırmış oldular. Bir despotun müstebitten farklı olarak, yönetmek için resmi bir ünvanı vardı.

KAYNAK

Milliyet gazetesi, 22.05.1968, s.2, Maurice Cranston, Çeviren: Canan Selek Ataoy

28 Mayıs 2014 Çarşamba

İkinci Dünya Savaşı'na Katılan Devletler (Mihver ve Müttefik)


Müttefik Devletler

Amerika Birleşik Devletleri
Sovyetler Birliği
İngiltere
Fransa
Hollanda
Polonya
Çin
Yunanistan
Belçika
Yeni Zelanda
Kanada
Güney Afrika
Brezilya
Norveç
Çekoslovakya
Avustralya
Yugoslavya

Mihver Devletleri

Almanya
İtalya
Japonya
Romanya
Bulgaristan
Macaristan

İkinci Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939 tarihinde Almanya'nın Polonya'yı işgal etmesiyle başladı ve 1945 yılına kadar devam etti. Savaşın sonucunda Mihver Devletleri yenildi. Yaklaşık 60 milyon insan hayatını kaybetti. En çok kaybı Sovyetler Birliği (18 milyon) verdi. 

İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin Durumu

Büyük bir yıkıma yol açan bu savaşta Türkiye tarafsız kalmıştır. Türkiye, yeni kurulacak dünya düzeninin dışında kalmamak için savaş sonunda Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Bu "sembolik" bir savaş ilanıdır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra "Soğuk savaş" olarak adlandırılan döneme girildi. Doğu Blok'u ve Batı Blok'u olmak üzere iki kutuplu bir güç dengesi oluştu. 

Sosyalizm Nedir? Kısaca Bilgi


"Sosyalizm" kelimesi ilk defa İngiltere'de 1827 yılında; bir fabrika sahibiyken sosyal reformcu olan, tüketicilerin işbirliği hareketini kuran, halkın sahip olacağı ve denetleyeceği üretici yatırımların kurulmasını savunan Robert Owen'in (1771-1858) görüşlerini yayınlayan dergide kullanılmıştır.

Terim, Fransa'da da 1832 yılında kullanılmış ve bundan sonra bütün Avrupa ve Amerika'da hızla yayılmıştır. Sosyalizm, ekonomik faaliyetlerin bir bütün olarak özellikle toplum yararına planlandığı ve denetlendiği bir toplum şekli anlamında kullanılır. Sosyalizm; münferit şirketlerin, düzenleyici merkezi bir plan olmaksızın, kar karşılığında mal sağlamak için kendi insiyatiflerine göre birbirleriyle rekabet ettiklerilaissez-Faire ( bırakınız yapsınlar) anlayışına dayanan ekonomik düzene karşıttır.

Sosyalizm, bilinçli bir doktrin olarak, serbest piyasaya veya kapitalist sisteme karşı doğmuştur ve ahlaksal ve teknik bakımdan ona üstün bir çözüm yolu olarak gösterilmektedir. Teknik ekonomik alanda, liberal serbest piyasa ekonomisinin, devresel krizler ve yaygın işsizlik olmadan çalışamayacağı savunulmaktadır.

Sosyalistler, liberal serbest piyasa ekonomisine ahlaksal bakımdan esas itibariyle, (a) ücretlilerin kapitalist işverenin dileğine boyun eğmek zorunda bırakıldığını ve (b) özel firmaların insiyatifine göre yapılan üretimin, halkın ihtiyaçlarını karşılamak yerine kar getirecek malların üretimine ve satışına yöneldiğini belirterek itiraz etmektedirler. Sosyalistler, krizlerin ve işsizliğin ancak ekonominin bir bütün olarak planlanmasıyla önlenebileceğini savunmaktadır. Böyle bir planlanmanın, mutlu bir azınlığın lüksü yerine, herkesin ihtiyacına öncelik verecek ve işçileri işverene karşı ekonomik bağlılıklarından kurtaracak şekilde yürütülmesi gerektiğini savunmaktadırlar.

"Bilimsel sosyalizm" diye de adlandırılan Marksist görüşe göre, kapitalist toplum ekonomik krizler sonucunda yıkılmaya mahkumdur; bu sırada proleter ihtilalciler kapitalistlerin tekellerine son verecek, üretim araçlarını devletin mülkiyetine sokacak ve hükümet baskısının veya insanın insana bağımlılığının olmadığı bir toplum şekline ortam hazırlayacaklardır.

KAYNAK

Milliyet gazetesi, 10.06.1968, s.2, Prof. H. B. Acton, Çeviren: Candan Selek Ataöy

27 Mayıs 2014 Salı

Birinci Dünya Savaşı Hakkında Kısaca Bilgi


Birinci Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand'ın Sırp bir öğrenci tarafından öldürülmesi üzerine, 28 Temmmuz 1914'te, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan'a savaş ilan etmesiyle başladı.

Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yanında yer aldı ve 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş açtı. Bunun üzerine İngiltere de 4 Ağustos'ta Almanya'ya savaş ilan etti. 

Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın oluşturduğu İttifak Devletleri'ne daha sonra Osmanlı İmpatorluğu ve Bulgaristan katıldı. İngiltere, Fransa ve Rusya'nın oluşturduğu İtilaf Devletleri'ne ise daha sonra Sırbistan, Belçika, Lüksemburg, Karadağ, Romanya, Japonya, İtalya, Yunanistan, Portekiz, Brezilya ve Amerika Birleşik Devletleri katıldı.

Birinci Dünya Savaşı'nın Sonuçları

1914 yılından 1918 yılına kadar süren Birinci Dünya Savaşı'nda yaklaşık 9 milyon insan hayatını kaybetti. Bu sayıdan çok daha fazla insan yaralandı. Savaşın sonucunda dünya haritası önemli ölçüde değişti. Alman, Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus imparatorlukları sona erdi. Ortaya yeni devletler çıktı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan Sonra İmzalanan Ateşkes Antlaşmaları

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda çeşitli anlaşmalar yapılmıştır. Almanya ile 28 Nisan 1919'da Versay Antlaşması, Avusturya ile 10 Eylül 1919'da Saint-Germain Antlaşması, Bulgaristan ile 27 Kasım 1920'de Nöyyi AntlaşmasıOsmanlı Devleti ile 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması imzalandı.

Ne var ki Ankara'daki TBMM Hükümeti, Sevr Antlaşması'nın uygulanmasına izin vermeyerek savaşı sürdürdü. Verilen bu Kurtuluş Savaşı'nın sonucunda 24 Temmuz 1924'te Lozan Antlaşmasıimzalandı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA İMZALANAN BARIŞ ANTLAŞMALARI (DETAYLI ANLATIM)

https://plus.google.com/103625361305801637982/stories/4eb9b3aa-522b-3314-9997-5d5001789875146c638ab72/1?authkey=CIj7opLRmamqLQ

https://plus.google.com/103625361305801637982/stories/4eb9b3aa-522b-3314-9997-5d5001789875146c638ab72/1?authkey=CIj7opLRmamqLQ

Sunday, 22 June 2014

Japon uzmanın cevabı tokat gibidir ! : “Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”


Fotoğraf: Japon uzmanın cevabı tokat gibidir ! KESİN OKUYUN!

Dönemin Başbakanı Sayın Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır.
Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Sayın Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi:

“Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!” Turgut Özal'ın “Nasıl.........?” sorusu üzerine şunu anlatmışlardı.

Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz.
Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazagi'ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki:
Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.

Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!”
Japon uzmanın cevabı tokat gibidir:
“Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”

Japon uzmanın cevabı tokat gibidir ! : “Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!” 

Dönemin Başbakanı Sayın Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır.
Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Sayın Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi:

“Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!” Turgut Özal'ın “Nasıl.........?” sorusu üzerine şunu anlatmışlardı.

Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz.
Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazagi'ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki:
Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.

Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!”
Japon uzmanın cevabı tokat gibidir:
“Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”

SADECE MUAYTHAI BAŞARDI



SADECE MUAYTHAI BAŞARDI
Türkiye'de spor federasyonları içerisinde Erasmus+ “Avrupa Gönüllü Hizmeti” adlı projede akredite olan ilk ve tek kuruluş “Türkiye Muaythai Federasyonu” oldu.
Proje Yasal Temsilcisi Federasyon Yönetim Kurulu Üyesi Hasan YILDIZ, Proje Sorumlusu Federasyon Genel Koordinatörü Korkmaz ATALAY.
Proje Koordinatörü Hakan YILDIZ’ın yaklaşık 3 aydır üzerinde çalıştığı proje kabul edildi. Ülkemiz Gençliği için bir milat olabilecek bu projenin camiamıza hayırlı olmasını temenni ederim.
Halil DURNA
Federasyon Başkanı
Avrupa Gönüllü Hizmeti (AGH) nedir?
Eğitim kurumlarımız ve içinde yaşadığımız toplum ve aile hayatımız gençlerimizi
hayata hazırlamakta yetersiz kalmaktadır. Küçük yaşlardan başlayarak bir sınav maratonunun içine düşen çocuklarımız ve gençlerimiz geleceklerini yönlendirme konusunda yeterince bilgiye sahip değiller. Üniversiteden mezun olup iş bulamayan pek çok gencimiz ise bunun en büyük kanıtı. Bu çıkmazdan kurtulabilmek için gençlerimizin kendi kabuklarının dışına çıkarak kim olduklarını keşfetmeleri ve seçeneklerini fark etmeleri gerekiyor.
Peki, bunu nasıl yapacaklar? Bu sorunun cevabı Avrupa Gönüllü Hizmeti (AGH) olabilir.
Ulusal Ajans’ın sunduğu onlarca programdan birisi olan AGH ile 18-30 yaşları arasında yüzlerce gencimiz mezuniyet ve dil yeterliliğine bakılmaksızın, 1 yıla kadar Avrupa'da diledikleri bir ülkede gönüllü faaliyetlerde yer alarak yabancı dillerini geliştirebilmekte, yepyeni bir dil öğrenebilmekte kültürlerarası iletişim becerilerini artırabilmektedir.
Hiç tanımadığı yeni bir ortamda çalışabilme ve iletişim kurabilme stratejilerini öğrenebilmekte ve bu sayede ülkeye döndüklerinde kazandıkları özgüvenle iş piyasasında seçeneklerini çeşitlendirebilmektedirler. Üstelik bütün bunlara hiç bir ücret ödemeden ulaşmaları mümkün.
Proje ile ilgili detaylı bilgileri Federasyonumuz web sitesinden takip edebilirsiniz.
Erasmus+ Programı; eğitim, gençlik ve spor alanlarında yeni ihtiyaçlara yönelik Avrupa 2020 Stratejisi hedeflerine uygun olarak farklı sektörler arasında işbirliğini teşvik eden daha etkili araçlar sunmayı amaçlayan projeye katılacak gençlerimize şimdiden başarılar dileriz.
Hasan Yildiz, türkiye muaythai federasyonu

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts