Wednesday, 6 August 2014

Doğu Türkistan'a girilemiyor


http://06cedmuho.blogspot.com.tr

Doğu Türkistan'a girilemiyor

yazıyı büyütyazıyı küçült
Doğu Türkistana girilemiyor
Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan'da Çin'in baskısı artıyor. Ramazan ayında yaşanan ve dünya medyasında da geniş yer bulan olaylarda Çin yönetimi 96 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.
Çin'in dış dünyadan erişimi kısıtladığı Doğu Türkistan'da olaylar devam ediyor. Yaşananları, kendisi de Doğu Türkistan doğumlu olan Doç. Dr. Abdülhamit Avşar www.trthaber.com'a değerlendirdi.
Çin yönetimi tarafından Doğu Türkistan'da 60-70 yıldır sistematik bir şekilde insan hakları ihlali uygulandığını belirten Avşar, ramazan ayında başlayan ve devam eden olayların bunun son halkasını oluşturduğunu söyledi.
Çin Halk Cumhuriyeti'nin ramazan ayının ifasını yasaklandığını hatırlatan Abdülhamit Avşar, "Ondan önce de örtünmeyi, çağdaşlığa aykırılık gerekçesiyle yasaklamıştı. Bayramdan bir hafta önce bir eve baskın yaparak ramazan yasakları ihlal edildi diye bir aile toptan öldürüldü. Çin yönetimi bayramın birinci gününde bayramlaşmak için toplanan kalabalığı, ayaklanma olarak değerlendirip bunu şiddetli şekilde bastırdı. 100'den fazla insanın ölümüne yol açan vahim bir olay yaşandı" dedi.
Bölgeden haber almanın çok güç olduğunu belirten Avşar, bölgeye giden Avrupalı turistlerden ve orada sesini duyurabilen nadir insanlardan telefon, elektronik posta yoluyla bilgi alınabildiğini söyledi.
BAĞIMSIZ GÖZLEMCİLER GİREMİYOR
Bölgeye bağımsız gözlemcilerin giremediğini belirten Avşar, "Sadece bağımız gözlemci değil maalesef Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da giremiyor. Doğu Türkistan meselesine ilgi duymayacak sıradan insanların girmesine müsaade ediliyor. Urumçi'ye daha rahat girilebiliyor ancak diğer bölgelere girilmesi oldukça güç ön araştırma yoluyla izin veriliyor" şeklinde konuştu.
CAMİLERE GİRİLMESİ YASAKLANDI
Çinlilerle Türkler arasında tarihin çok derinliklerine dayanan bir mücadelenin varlığına dikkat çeken Avşar, "Türkler Çinlileri bulundukları havzanın dışına çıkarmamışlar. Çin sürekli batıya açılmak istiyor. Batıya açılmak için de Türk engelini aşmak, Türkistan üzerinde hakimiyetini pekiştirmek istiyor. Çin uzun yılar sömürge tecrübesinde şunu gördü; bu topluluğun dini ve kültürel değerlerini ortadan kaldırmadıkça orada başarılı olması mümkün değil, oraya nüfus taşıması ve baskı yapması kar etmiyor. Bundan dolayı nesilleri bozmayı amaçlıyor. Çin nesilleri kendi tarihi kültürlerinden koparmak için sistematik bir politika geliştirdi. Bu özellikle 1990'dan sonra başladı. 11 Eylül'den sonra çok yoğunlaşarak devam ediyor. Örneğin Camilere girilmesini yasakladı. Hatta Türkiye'de tesadüfen oraya giden bir milletvekilinin farkına varmasıyla Türkiye'de yayınlandı. Camiye, memurlar, askerler, polisler 18 yaşından küçükler , kadınlar giremez. Komünist partisine üyeler, öğretmenler vesaire üye olanlar giremez. Yani ancak 65 yaşından büyükler girebilir. Başörtüsünü yasakladılar, dili yasakladılar" diye konuştu.
ANNELERİ, GENÇ KIZLARI ALIYORLAR
Uygur kadınları üzerine yoğunlaşıldığını belirten Avşar sözlerini şöyle sürdürdü:
"Çünkü Türklerin ayakta durabilmesinin en büyük sebebi anne ve kadının rolü. Bundan dolayı kadınları, genç kızları alıyorlar. Çin'e götürüp, geri dönmelerine izin vermiyorlar. Çinlilerle evlendirip, asimile etmeye çalışıyorlar. Bu sayının yüz binlerle ifade edilebilen bir rakam olduğunu düşünüyoruz. Bu tahmin tabi ki... Çünkü istatistik yayınlamıyorlar. Hamile kadınları kürtaj yoluyla bir daha anne olamayacak ve hayatlarını devam ettiremeyecek hale getiriyorlar. Bu bölgede uyuşturucunun yaygınlaşmasına izin veriyorlar."
Uygurların Urumçi'de meydana gelen bir patlamadan dolayı sorumlu tutulduğunu belirten Avşar, patlamanın ardından Çin Devlet Başkanı'nın "Uygurlar'ı 10'ar bin 20'şer bin halinde Çin'in içersinde dağıtın" şeklinde talimat verdiğini hatırlattı. Avşar, Çin devlet başkanının bu ifadelerinin Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerin ortadan kaldırılmasına yönelik politikasını ortaya koyduğunu söyledi. Çünkü Çin devlet politikası olarak sürekli asimilasyon ve dış basına dezenformasyon uygulanmaktadır.
İLHAM TOHTİ BÖLÜCÜLÜK SUÇLAMASIYLA TUTUKLANDI
Avşar, 7 ay önce bölücülük suçlamasıyla gözaltına alınan akademisyen İlham Tohti'yle ilgili de bilgi verdi. Tohti'nin Doğu Türkistan'da yaşanan insan hakları ihlallerini araştırdığını söyleyen Avşar, "Sosyal hayatta Çinliler ile Uygurlar arasında ayrımcılık yapıldığını belirtiyordu. Yurtdışına çıkmak üzereyken bölücülük iddiasıyla suçlandı, 7 ay kadar zamandan beri tutuklu. Bu itham Çin hukukunda idam cezası demek. Kendisi ben bölücülük yapmıyorum insan hakları açısından eleştiriyorum, bunun ortadan kalkmasını istiyordum şeklinde savunma yaptı" şeklinde konuştu.
ABDÜLHAMİT AVŞAR KİMDİR?
1964’te Doğu Türkistan’ın Yarkent şehrinde doğdu. 1965'te ailesi Türkiye’ye göç ederek Kayseri’ye yerleşti. 1986 yılında Marmara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksek Okulu Radyo - Televizyon Bölümünden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalında yüksek lisans, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalında doktora yaptı. 2013 yılında iletişim alanında doçent unvanı aldı.
İngilizce’nin yanı sıra Uygur, Azerbaycan, Özbek ve Kırım Tatar lehçelerini bilen Abdulhamit Avşar, Osmanlıca ile Kiril alfabelerini okuyabiliyor. Yurtiçinde ve yurtdışında birçok gazete, dergi ve hakemli bilimsel dergilerde makaleleri yayınlandı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi olarak görev yapan Avşar, Doğu Türkistan Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve Uygur Hareketi kurucu üyesidir. Bir süre TRT'nin Bakü Temsilciliği görevinde bulunan ve sürekli Sarı Basın Kartı sahibi olan Avşar, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi ve Basın Birliği gibi mesleki kuruluşlara da üyedir.
Ahmet Cahit Şahiner/trthaber.com

Adıyaman'da bahçe yangını

http://06cedmuho.blogspot.com.tr

Adıyaman'da bahçe yangını

Çin'in kuzeybatısındaki Sincan bölgesinde Uygurlara Türbanla otobüse binmek yasaklandı!!!

http://06cedmuho.blogspot.com.tr

Çin'in kuzeybatısındaki Sincan bölgesinde Uygurlara 

Türbanla otobüse binmek yasaklandı!!!

Çin'in kuzeybatısındaki Sincan bölgesinde Uygurlara uygulanan yasak ve kısıtlamalara bir yenisi daha eklendi.

Son güncelleme: 6 Ağustos 2014 16:14 Mynet 
Türbanla otobüse binmek yasaklandı







Sincan  Özerk Bölgesi'nin kuzeyindeki Karamay kenti yetkilileri, kadınların toplu taşıma araçlarına türban, peçe ve burkayla binmesini yasakladı. Karamay Daily gazetesi tarafından duyurulan yasaklar, uzun sakallı erkekleri de kapsadı.
Resmi verilere göre, 1 milyona yakın kişinin yaşadığı Karamay şehrinde nüfusun yüzde 75'ini Han kökenli liler oluşturuyor. Bölgenin kuzeyinde yer alan ve zengin petrol yataklarıyla tanınan kentte Uygurlar azınlık durumuna düşmüş bulunuyor.
OLAYLAR ARTIYOR
Çin medyasına göre, Uygur bölgesinde son 2 yılda meydana gelen şiddet olaylarında ölenlerin sayısı 300'e yaklaştı. Olayları terör eylemi olarak niteleyen Pekin yönetimi, radikal İslamcılık akımının bölgede etkili olduğunu ve terör örgütlerine zemin hazırladığını öne sürüyor.
Uluslararası insan hakları teşkilatlarıysa, Uygurlara yönelik kültürel ve dini baskıların şiddet eylemlerine yol açan başlıca faktör olduğuna dikkat çekiyor.
(DHA)

Lozan , Misak-ı Milli ve Karşılaştırması

http://06cedmuho.blogspot.com.tr


Lozan , Misak-ı Milli ve Karşılaştırması

Cumhuriyet tarihinin başlangıcı sayılan Lozan üzerine öyle çok konuşuldu , öyle tartışmalar oldu ki bu konu hakkında herkesin kendine göre inanıp desteklediği bir sav oluştu. Bazıları İsmet Paşa önderliğindeki delegasyonu vatan haini olarak suçladı . Bazısı antlaşmayı yere göğe sığdıramadı . Peki Lozan’da gerçekten ne oldu . Ne kazandık ne kaybettik ?
Lozan , Misak-ı Milli ve Karşılaştırması
BURAK KABAOĞLU
Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi  Uluslararası İlişkiler
Öncelikle yapılan en büyük hatalardan biri Lozan’ı , Sevr projesi[1] ile mukayese etmektir. Sevr bir projedir . Bir planlamadır .  Hiçbir şekilde hayata geçirilememiş ve dahi imzalanmış olduğu halde hükümsüzdür ; çünkü itilaf devletlerince müzakereye açık bırakılmamış , zorla dayatılmış , tek bir madde dahi tartışılmamıştır [2]. Hatta bu konu öyle bir raddedeydi ki zamanın İtalya Başbakanı dahi şartların çok ağır olduğunu ve yeni bir savaşın zeminini hazırlayacağı düşüncesiyle itiraz etmişti.[3] Bir diğer sebep de bir antlaşmaya kaybeden devlet olarak gidilirken diğerinde ise galip taraf olarak masaya oturulmasıdır. Nitekim kaybedilen bir mücadelede bir şeyler talep etmekte zorluk çekerken , galip taraf masada her zaman daha rahattır.
Velhasıl kelam Sevr ile Lozan’ı ayrı kefelerde değerlendirmek bu makale açısından önem teşkil etmektedir.
Sevr’den sonra ortaya çıkan ve bir nevi Sevr’e cevap olan Misak-ı Milli bu kıyaslamanın temel taşını oluşturmaktadır. Kıyaslama Mondros mütarekesi ve Sevr ile değil ( Eğer kıyaslama gerekiyorsa ) Misak-ı Milli ile yapılmalıdır. Misak-ı Milli maddeleri kolayca bulunabilecek olmasına rağmen bir alt başlık olarak makalede bulunması hem kıyas için hem de kolaylık açısından daha uygundur.
Lozan ile karşılaştırılma yapılırken Misak-ı Milli’yi iyice irdelemek konunun hassasiyeti açısından önem teşkil etmektedir.
Misak-ı Milli :
Aşağıya imzalarını koyan Osmanlı Meb’usan Meclisi azaları , devlet ve milletin istikbalinin haklı ve devamlı bir sulhe kavuşabilmesi için kabul edilebileceği fedakarlığın en ileri haddini gösteren aşağıdaki esaslara tamamiyle uyulmasının sağlanmasıyla mümkün olduğunu ve bu esaslar dışında sağlam bir Osmanlı Saltanatı ve Cemiyetinin vücudunun mümkün bulunmadığını kabul ve tasdik etmişlerdir.
  • Osmanlı Devleti’nin sadece Arap çoğunluğunun oturdukları ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzası sırasında düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının mukadderatı , ahalinin serbestçe verecekleri rey’e uygun olarak tayin edilmek lazım geleceğinden , adı olan , birbirine karşılıklı saygı ve fedakarlık hisleriyle dolu bulunan an’ane ve içtimai hukukiyle yaşadıkları muhitin oturduğu kısımların hepsi , hakikaten ve hükmen , hiçbir sebeple ayrılık kabul etmez bir bütündür.
  • Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda amme reyi ile anavatana katılmış olan “Elviye-i Selase” (Kars , Ardahan ve Batum) için icap ettiği takdirde tekrar serbestçe amme rey’ine müracaat edilmesini kabul ederiz.
  • Türkiye’yle yapılacak sulhe bırakılan Garbi (Batı) Trakya’nın hukuki vaziyetinin tespiti de , halkının tam bir hürriyetle verecekleri rey’e göre yapılmalıdır.
  • İslam Hilafeti’nin merkezi ve saltanatın payitahtı ve Osmanlı Hükümeti’nin merkezi olan “İstanbul Şehri” ile Marmara Denizi’nin emniyeti , her türlü ihlalden korunmuş olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazları’nın umum ticaret ve münakalata açılması hakkında bizimle diğer bütün alakadar devletlerin ittifakla verecekleri karar muteberdir
  • İtilaf devletleri’yle hasımlar ve bazı müşavirleri arasında da kararlaştırılan anlaşma esasları içinde ekalliyetlerin hukuku , civarda bulunan memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan istifadeleri emniyetiyle tarafımızdan teyid ve temin edilecektir.
  • Milli ve iktisadi inkişafımız imkan dahiline girmek ve daha asri , muntazam bir idare şeklinde işlerin yürütülmesine muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de inkişafımızın temininden istiklal ve tam serbestliğe sahip olmamız , hayat ve bekamızın temel ve esasıdır. Bu sebeple siyasi , adli , mali inkişafımızı önleyen kayıtlara muhalifiz. Gerçekleşecek borçlarımızın ödeme şartladı da bu esaslara aykırı olmayacaktır.
29 Kanunisani (Ocak) 1336 (1920)[4]
Bir diğer yanlış ise : “Herşeyi yaptık , olmadı” düşüncesidir . Nitekim Misak-ı Milli’ye dahil olup da Lozan’da konuşulmaya konular vardır .  Bunlar Moskova Antlaşması ile SSCB’ye terk edilen Batum , Batı Trakya , Ege Adaları , Antakya ve Halep asla talep edilmemiştir[5]. Lozan Antlaşmasının tam metni Türk Tarih Kurumu’nca kendi sitesinde yayınlanmıştır[6]. Konu hakkında daha geniş malumat isteyenler araştırabilirler.
Bu yanlışlar idrak edildiyse şimdi sıra Misak-ı Milli ile Lozan’ı genel hatlarıyla karşılaştırmaktadır.
Karşılaştırma ve Sonuç :
            Günümüze kadar tartışılagelen Musul meselesinin burada vurgulanması gerekmektedir. Misak-ı Milli’nin ilk maddesine bakılırsa 30 Ekim 1918 tarihli mütareke imzalandığında Türk ordusu hala Musul ‘ daydı . Bu sebepledir ki Musul , Misak-ı Milli sınırları içerisindedir .
Lozan görüşmelerinde Türkiye ile İngiltere arasındaki en büyük sıkıntı Musul’un geleceğiydi . İngiltere Hindistan’a giden yol olması bakımından ve tabi ki Musul petrolleri sebebiyle bu konuda çok sertti ve Lord Gürzon birkaç kez Türkiye’ye tehditte bulunmuş ve konferansı terk edeceğini belirtmiştir. Halbuki İttihatçılar , Sultan Abdülhamid Han’ın mülklerini millileştirmeselerdi , Musul petrolleri Türkiye’ye kalacaktı. Lakin konu Lozan olduğu için bu konuyu uzun uzadıya anlatmak gereksizdir.
Halbuki Lord Gürzon’un yeni bir savaşa girme niyeti yoktu [7] . Bu bir blöftü ve nitekim işe yaramıştı . Konu Cemiyet-i Akvam’a bırakılmıştı ve günümüz BM’in tüm özelliklerini taşıyan cemiyet asla güçsüzün ya da haklının yanında değildi.
Bir diğer konu Batı Trakya konusudur . Misak-ı Milli’ye dahil olan Batı Trakya’da alınamamış üstüne üstelik Karaağaç Tren İstasyonu’nu alabilmek için bile Anadolu’da 300.000 ev yakan , bir çok sivili öldürüp ırzına geçen Yunanların ödeyeceği harp tazminatından feragat etmek zorunda kaldık. Lozan’ın 59. Maddesi şöyle der :
Yunanistan, Anadolu’da, savaş yasalarına aykırı olarak, Yunan ordusu ya da Yunan yönetiminin eylemleriyle işlenmiş zararları onarma yükümünü kabul eder. Öte yandan, Türkiye, Yunanistan’ın, savaşın uzamasından ve savaş sonuçlarından doğan mâlî durumunu dikkate alarak, onarımlar karşılığı olarak, Yunan Hükümetine karşı yöneltebileceği her türlü zarar-giderim isteminden kesinlikle vazgeçer.”[8]
En mühim konulardan biri de Adalar mevzusudur . Ege’deki adalar ve Kıbrıs Türkiye için tam anlamıyla bir fiyaskodur .
            Kıbrıs’ın işgalini Lozan’ın 20. ve 21. Maddelerinde resmen tanıyan Türkiye Kıbrıs üzerinde hak iddaa etmekten vazgeçmiştir. Bir diğer vahim konu ise Kıbrıs Türklerinin , Türk hüviyetini seçtiği takdirde 12 ay içinde Kıbrıs’ı terk etme zorunluluğudur . Bu sebeple Kıbrıs’da Türkler azınlık durumuna düşmüş ve günümüze kadar devam eden problem Lozan’da ortaya çıkmıştır .  Oniki ada ise İtalya’ya bırakılmıştır. Türkiye’ye kalan Gökçeada , Bozcaada yanında bir de Limni adası vardı ki Tevfik Bıyıklıoğlu bunu zapta geçirmeyi unuttuğu için alınamadı[9].
Bir diğer konu boğazlar meselesi idi . Mecliste de bu konu hakkında çok sert tartışmalar yaşanmakla birlikte Lozan’daki kararlar kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına bir darbedir . Kendine ait olan bir boğazı uluslararası bir meclisle paylaşıp , üstüne üstelik boğazın her iki yakasının 15km çapındaki yerleri silahsızlandırmak kesinlikle kabul edilemez bir şeydi ve bu konuya mecliste çok sert tepkiler  verildi . Neyse ki 1936 daki Möntrö antlaşması ile bu iki şart kalktı lakin boğazdan geçen gemilerden ( Rehberlik hizmeti istemiyorlarsa ) hala bir kuruş para talep edemiyoruz . Bu durumun Dünya’daki tek örneği Türkiyedir.
Gemi bedelleri.  Rauf Orbay bu konu hakkında şu bilgiyi vermektedir : ““Sonra, Dünya Savaşı ibtidasında, henüz bizim harbe girmediğimiz günlerde inşaları tamamlanıp bedelleri de tarafımızdan tamamen ödenmiş olduğu halde memleketimize getirilecekleri sırada Ingilizler’in elkoymuş oldukları Sultan Osman, Sultan Reşad ve Fatih dretnotlarımızın, tahminen 12 milyon Ingiliz altını tutarı bedellerinin geri verilmesi meselesi vardı. Bu, Ingilizler’in sarih borcu idi.”[10]
Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere’ye savaş gemisi almak için toplam 12 milyon İngiliz altını ödemiştir. Bu bedeller Lozan’da istendiğinde Lord Gürzon bunları Osmanlı’nın satın aldığını lakin artık Osmanlı devletinin olmadığını ileri sürerek isteği reddetmiştir. Lakin eski Osmanlı parçalandığında devlet topraklarının %75’i terk edilmiştir ve dahi Duyun-u Umimiye’nin borçlarının %60’ı yeni Türk devletine bırakılmıştır[11]. Bu nasıl bir taksimdir ?
İşin enterasan yanı Lozan imzalandıktan sonra herkes kendine göre bir zafer sayıyordu . İsmet Paşa ve Yunanistan
Birkaç örnekle bu fikri destekleyelim . Yunan generali Andonekpa’nın Atina’da basılan “ Poliki İstoria Eledos (Yunanistan’ın Siyasi Tarihi)” kitabına bir göz atalım . “Türk murahhasları , karşımıza büyük isteklerle çıkmışlardı ve muzaffer bir orduyu temsil ediyorlardı. Batı Trakya’yı , Ege Makedonya’sını ve harp tazminatı talep ediyorlardı. Onların isteklerini yapmamak için herhangi bir sebep yoktu. Lakin Venezilos’un politik taktikleri ve Türk murahhaslarının isabetsiz haraketleri neticesinde Lozan Antlaşması lehimize kaydedilmesi gereken bir zaferdir.”[12]

Kaynakça

1-      Mustafa Kemal Atatürk – Nutuk – Sayfa .427 —–à İnönü’nün Hatıraları (Lozan Kısmı) – Ulus Gazetesi 24 Temmuz 1986
2-     Operatör Cemil Paşa – Canlı Tarihler II. – Sayfa 133-134
3-      Kadir Mısıroğlu – Lozan Zafer Mi Hezimet Mi I – Sayfa 156
4- Zabıt Ceridesi – 30 Ocak 1920 veyahut Kadir Mısıroğlu – Lozan Zafer Mi Hezimet Mi I . – Sayfa 163-164-165
5- Kadir Mısıroğlu – Lozan Zafer Mi Hezimet Mi I . – Syf 175
- http://www.ttk.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=249
7- Earl of Ronaldshay – The Life of Lord Curzon
8- Lozan Antlaşması – Madde59
9- Kadir Mısıroğlu – Lozan Zafer Mi Hezimet Mi I .
10- Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Istanbul 1965, sayfa 103-104
11- Mustafa Necati Bey’in TBMM’de yaptığı konuşmadan alıntıdır
12- Niko A. Andonekea – Poliki İstoria Elados

Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve ‘Nankör’ Türkler

http://06cedmuho.blogspot.com.tr



Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve ‘Nankör’ Türkler

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ardından çok yazıldı ve söylendi. Aslında beklemediğimiz bir durum olmadı. Avrupa Birliği’nin bazı ülkelerinin son yıllarda sürekli olarak yaşamakta oldukları “ekonomik kriz” ve uygulanan yanlış politikalar seçmenlerin bir kesiminin “tepkisine” ve “protesto” oylarına neden oldu. Elbetteki “aşır sağ” hatta “neo nazi” partilerin ve adaylarının yüksek oylar alarak maalesef “başarılı” olması sadece “protesto” oylarına bağlanamaz.

Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve ‘Nankör’ Türkler
OZAN CEYHUN
Avrupa Parlamentosu 4. ve 5. Dönem Milletvekili
“Protesto” oyları olduğu ve her zaman olacağı gibi “AB’nin bir aşırı sağ potansiyeli” olduğunu ve AB kamuoyu içinde “aşırı sağ görüşlülerin” kalıcı bir şekilde var olduklarını kabul etmek zorundayız. Öyle olmasa “Türkiye düşmanlığına varan karşıtlık”, “Türkler’e yönelik belli kesimlerdeki antipati”, özellikle “İslam’a yönelik düşmanlık derecesindeki karşıtlık” seçimlerin yaşanmadığı dönemlerde de var olduğu şekliyle karşımıza çıkmazdı.
AB’de nasılki hristiyandemokratlar, sosyaldemokratlar, yeşiller, liberaller, sosyalistler var ise “aşırı sağcılar” ve de hatta maalesef “neo naziler de” varlar! Onlar da artık bence kalıcı bir şekilde AB siyaset dünyasının bir parçası konumundalar.
Örneğin Fransa’da hep vardılar. Hatta daha önce de AP’de yer aldılar. Fransa’da yerel düzeyde “iktidarda” oldukları yerlerde “manşetlik” uygulamaları ile gündemimizdeydiler!
AB genelinde güçlerinin artmasına elbette “merkez” partilerin liderlerinin “çapsızlığı”, “karizmadan yoksun olmaları”, “vizyonsuzlukları”, “krizler karşısında beceriksizlik olarak tanımlanacak çaresizlikleri”, “krizler gündeme geldiğinde bankaları kurtarırken vatandaşı kaderine terk etmeleri”, “Yunanistan ve benzeri krizlerde attıkları adımların gereksinimini vatandaşlarına anlatmayı beceremeden cüzdanlarına müdahale etmeleri”, “ilkesizlikleri” ve benzeri nedenler önemli rol oynadı.
Bir de buna “merkez” partilerinin “aşırı sağın beslendiği” alanda “aşırı sağın içeriklerini kopyalamaya” kalkmaları ve “İslam karşıtlığı”, “Türkler’i ve Müslümanlar’ı toplumun sorunlarında günah keçisi olarak lanse etmeleri” ve “Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme yolunun Türkiye düşmanlığını kışkıtma olduğunu” sanmaları eklenince seçmen doğal olarak “orjinalini” seçmeyi tercih etti.
Sonuç olarak sadece “AB’ye ve Avro’ya” karşı olmayan “aşırı sağ” ve “aşırı sol” partilerin ve de hatta “neo nazi” partilerin vekilleri ilk defa AP’de güçlü bir grup haline geldiler.
Bu yeni durumla “başa çıkmak” tüm demokratım diyen kesimler için yeni demokrasi sınavı olacak.
“Başa çıkmak” ise kesinlikle Alman Medyası’nın Almanya adına yüz karası ve büyük utanç verici bir olayın olması yani “NPD’li bir vekilin 96 Alman vekil arasında yer alması” karşısında “üç maymunu” oynaması şeklinde olmamalı. Alman Medyası 26 Mayıs 2014 Pazartesi Günü Türkiye ve Başbakanı’na yönelik ayırdığı sayfalarını aslında bu yüz karası duruma ayırsaydı çok doğru olurdu.
Almanya’dan seçilen “NPD’li vekil” Almanya demokrasisi adına çok ciddi ele alınması gereken bir konu. Bugün bir vekil beş sene sonra beş olduğu takdirde bugün sessiz kalanlar acaba o zaman neler yazacaklar merak etmekteyim.
Türkiye açısından değerlendirecek olursak ben de bugüne kadar yazılan ve söylenenlerin yani “aşırı sağ kesimin Türkiye için ek bir sorun olacağı” endişesine katılıyorum.
Ancak diğer yandan da bu “aşırı sağcıların” sadece Türkiye’nin değil “AB’nin bir sorunu” olduklarını ve bu halleriyle “AP’de tüm diğer milletvekilleri için de” yeni bir döneme neden olacaklarına inanmaktayım.
Bugüne kadar AP’de bazı “Türkiye karşıtlığı (bazıları nerdeyse düşmalığı) ile nam salmış hristiyandemokrat ya da diğer gruplardan vekillerin “aşırı sağcı, aşırı solcu ve de hatta neo nazi” AP milletvekillerinin “iğrenç”, “çirkin”, “seviyesiz”, “ırkçı”, “pespaye” ve benzeri tarzdaki içeriklerle “Türkiye’ye karşı” yapacakları konuşmalar, verecekleri karar tasarıları ve önergeler karşısında işleri zor olacak.
Türkiye karşıtlığının “pespaye” düzeyde yapıldığı “aşırı sağ kanat” nedeniyle “merkez” partilerinin AP’nin “makul” çoğunluğunu oluşturan milletvekilleri açısından Türkiye söz konusu olduğundan “ayaklarının yere basma” sorumluluğu getireceği inancındayım.
Örneğin bir hata yapar da “aşırı sağın en “sefil” temsilcilerinin KPK üyesi olması karşısında tedbir almazlarsa böyle bir durumda ya “aşırı sağ koroya katılmak” ya da “AP’nin acınacak halini” seyretmek durumunda kalabilirler toplantılarda.
“Yıllık Türkiye Raporları” söz konusu olduğunda “Türkiye Raportörleri” bundan böyle “aşırı sağ ve solcuların ve de neo nazilerin” değişiklik önergelerini engellemek için yoğun çaba vermek zorunda kalacaklar. Çünkü artık AP’de mesele “Türkiye Düşmanlığı” ise bunu “aşırı sağcılardan ve neo nazilerden” daha iyi kimse yapamaz. Boşuna uğraşmamalı!
Yaptığı takdirde de bilmek zorunda. Bu şekilde olsa olsa beş yıl sonra seçimlerde kendisinin değil bir başka “aşırı sağcının” vekil olmasına destek vermiş olacak.
Kısacası hem AB’de hem de AP’de “merkez” partileri bu durumdan ders çıkarmak ve en başta “Türkiye Politikası” olmak üzere bir çok alanda politikalarını ve söylevlerini gözden geçirmek zorundalar.
“Türkiye’yi AB’den uzak tutmak uğruna üstlenilen tüm aşırı pozisyonlar” sadece “Türkiye’yi AB’den uzak tutmamakta” aynı zaman da “merkez partilerini de AP’de zayıflatmakta”. Anlayana!
İşte bunları konuştuğumuz ve AB’de “aşırı sağ” sorununu ele aldığımız bir dönemde Almanya’da eskiden çok şey paylaştığım ve hala da bir çok başarısını takdir ettiğim “eski” arkadaşım Cem Özdemir’in “cemaat medyası” üzerinden gerçekleştirdiği “garip” çıkışa hem şaşırdım hem de üzüldüm.
Eğer Almanya’da birileri Almanya ve Türkiye arasında bir kriz üretme ya da varsa derinleştirme derdindeydilerse bunun Cem Özdemir üzerinden “yapılması” ya da “yapılmaya çalışılması” bizi derinden üzer.
Gönül isterd iki Türkiye’ye ve özellikle “24 Mayıs Etkinliği’ne yönelik” bu son çıkışının “bilgi kaynağı” bu derece yanlış olmasın.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Mayıs 2014 günü Köln’de yaptığı konuşma ve Almanya’ya hatta Şansölye Angela Merkel’e yönelik sözleri yapılan eleştiriye hiç uymamakta. Keşke o salonda olabilse ve etkinliğin tamamını izleyebilseydi.
O zaman “bedelinin ödeneceği” ya da “Türklerin nankör olmadığını” açıklaması gereken bir durumun da olmadığını bizzat kendi görebilirdi.
Kaldıki “nankörlük” ve “bedel ödenmesi” tarzı bence çok yanlış ve özenilmeyerek seçilmiş içeriklerle Türk Toplumu’na mesaj vermeye kalkmak büyük talihsizlik.
Bugüne kadar hiç bir meslekte çalışmaksızın sadece politikadan yaşayan konumda olan bir insanın “ekmeğini yediğiniz” şeklinde hitap ettiği insanların onlarca yıldır “o yedikleri ekmek için nelere katlandıklarını da” unutmamak gerekir. Açıklama çok talihsiz oldu.
Daha fazla yazmak istemiyorum çünkü geçmişte ve bugün saygı duyduğum ve de “sevdiğim” bir insanın bu derece yanlış içerikler ve kelimelerle dolu hatta çok sayıda insanımızı “rencide edici” açıklama yapmasına neden olan “arka planın” ana sorun olduğuna inanıyorum.
Elbetteki “Türkiye eleştirilir”. Bununla hiç bir sorunum yok. Ancak bu son çıkış “eleştirinin içeriği ve düzeyi” açısından kesinlikle tasvip edilemez bir durumda.
Bir “aşırı sağcı” olsaydım bundan böyle bu “açıklamayı” bol, bol kanıt olarak kullanırdım.
“Almanya’da Türklerin ne kadar nankör ve vefasız olduğunu bizzat tanınmış bir Türkiye kökenlinin ağzından söylenmiş “itiraf açıklaması” olarak kullanmak birileri için “hazine” değerinde bizler için ise yaşanması “çok acı” bir olay olurdu!
Bilmem anlatabildim mi?
Keşke bunları eskiden olduğu gibi oturup konuşabilecek ortamlarda olabilsek.

Tuesday, 5 August 2014

Prens Şevket ve Kuzeni Bilal Güldür Güldür Show

millet cumhur başkanını seçiyor

http://06cedmuho.blogspot.com.tr

millet cumhur başkanını seçiyor:


KİRLİLİK GÖZARDI MI EDİLİYOR?



KİRLİLİK GÖZARDI MI EDİLİYOR? PDF Yazdır E-Posta
       MERSİN GAZETESİ      
Cuma, 01 Ağustos 2014

Image

















√ Akkuyu NGS A.Ş.’nin; inşaat ve çalışması sırasında ortaya çıkabilmesi olası çevre kirliliğinin, ÇED raporundaki karşılığının tartışılmalı olduğu ileri sürüldü

Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Mersin Dönem Sözcüsü ve Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Mersin Şube Başkanı Seyfettin Atar, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santrali inşaatı ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. İnşaatı yapacak olan Akkuyu NGS A.Ş.’nin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunduğu revize edilmiş ÇED raporunda; inşaat ve çalışma sırasında ortaya çıkabilmesi olası çevre kirliliğini göz ardı ettiğini savunan Atar, sorularına yanıt istedi.
İnşaat için ihtiyaç duyulan tatlı suyun saate 507 metreküp olacağını ifade eden Atar, bunun saate 415 metreküpünün teknik işlemlerde kullanılacağını aktararak, bunun da desalinizasyon tesislerinden karşılanacağını kaydetti. “Desalinizasyon hangi yöntemle yapılacak” diyen Atar, tutulan tuza ne olacağını da sordu.

“EVSEL ATIKLAR NE OLACAK?”

NGS’nin inşaat döneminde oluşabilecek en yüksek evsel katı atık üretiminin ise günlük 9 bin 585 kilogram olacağını vurgulayan Atar, “Evsel katı atıklar Akkuyu NGS tarafından inşa edilecek özel bir alanda depolanacak ya da yapılacak anlaşmalar ile, ilgili belediye veya belediyelerin katı atık düzenli depolama alanlarına gönderilecektir. Evsel katı atıkların bertarafı, Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği’ne uygun olarak gerçekleştirilecektir. Ayrıca, Büyükeceli Belediyesi, Akkuyu NGS proje sahasından katı atıkların toplanması ve taşınması ile ilgili kendi açısından bir sıkıntı bulunmadığını resmi yazısında belirtmiştir. Düzenli depolama alanının projeleri bitmiş midir, lot yerleri belirli midir? İşletme sırasında evsel katı atıkların radyasyon ile kontamine olması durumunda katı atıkların radyasyon kontrolü hangi sıklıkla yapılacaktır? Kontaminasyon söz konusu ise bu atıklar nerede toplanacaktır? Güç santrali sahası içinde böyle bir durum için alan ayrılmış mıdır? Ayrılmış ise yeri neresidir? Ayrıca gemi trafiği ile taşınacak inşaat malzemelerinin nakliyesi sırasında çıkabilecek toz emisyonu nasıl giderilecektir?” dedi.

“OLASI BİR KAZA DA NE OLACAK?”

ÇED Raporu’nda; Yakıtın yüklenmesi ve reaktörden geri alınması esnasında çıkabilecek olası bir çarpma durumunda yakıt çubuklarının darbeye karşı dayanımı hakkında hiçbir bulguya rastlanmadığına da dikkat çeken Seyfettin Atar, tehlikeye dikkat çekti.
Ayrıca tükenen yakıtın radyoaktivitesi konusunda hiçbir veri olmadığını da belirten Atar, “Kullanılmış yakıt depolama tesisi, 4 NGS ünitesinin 4 yıllık çalışması sırasında biriken kullanılmış nükleer yakıtın depolanması için tasarlanmıştır. Bu değer daha önce 10 yıl olarak belirtilmişti hangisi doğrudur? Deniz suyu ortalama katı kons 3.5 mg/l ölçülmüştür. Raporda da belirtildiği gibi hakim akıntı yönü D/KD yönünde mevsimsel özelliklere göre değişmekte olup maksimum 40cm/s minimum 5cm/s mertebesinde zayıf akıntı düzeyindedir. Böl.4.2-22 say. 403 de ortalama Amonyak azotu kons. 3.25 µg/l bulunmuştur.
Ayrıca soğutma suyuna uygulanacak tek işlem hipoklorürleme işlemi olacak, ibaresi yer almaktadır. Günlük soğutma suyu debisi: 1 016 000*22= 22 352 000 metreküptür. Dezanfeksiyon için kullanılacak hipoklorit konsantrasyonu 1 mg/l olarak belirtilmiştir. Bu miktara göre tablo V.2.55-2 deki yıllık sodyum hipoklorit değeri doğru hesaplanmış mıdır? Soğutma suyu amaçlı kullanılacak olan deniz suyu dezanfekte edildikten sonra boru hattında soğutma amaçlı kullanılacak olduğundan dolayı uygulanacak olan dezanfektanın reaktif etkisi (Organik Klorlu bileşikler ve Klor aminler) açısından yaratacağı etkinin ne olacağı akıntı hızı, Deniz suyu sıcaklığı gibi faktörler hesaplanarak modellenmiş midir? Eğer bu modellemenin sonuçları var ise neden Rapora dahil edilmemiştir?

DENİZ EKO SİSTEMİ NASIL KORUNACAK?

Oluşacak olan organik klorlu bileşiklerin deniz ekosistemine vereceği zararları önlemek için nasıl bir çalışma yapılmıştır? Yapıldı ise bu çalışmanın sonuçları neden raporda yer almamaktadır? Evsel atık su arıtma tesisinin deşarj suyunda radyasyon tespit edildiğinde bu hacimdeki suyu depolamak ve bertaraf etmek için ne gibi önlemler alınmıştır? Atık su arıtma tesisi fazla çamurunda Radyasyon tespit edildiği durumda Bu çamurlar nasıl depolanacak ve nasıl bertaraf edilecektir? Ayrıca Bölüm, V.2.12.1.26 Nükleer Güç Santrallerinin Yer seçimi, Güvenlik için Ana Kriterler ve Şartlar hakkında Rus Yönetmeliği, NP-032-01 kısmında;
zorunlu tahliye planlama bölgesi alan içerisindeki tahmini halk maruziyetinin dozu, bir radyolojik kazanın (nihai olarak radyoaktif salıma neden olan ağır bir kaza) başlangıç aşamasında kritik bir halk grubunun zorunlu tahliyesini gerektiren radyasyon güvenliği normlarıyla oluşturulan doz kriterlerinin üst müdahale düzeyine (Düzey B) varması veya bunu aşması durumu için kurulan bir alandır. Akkuyu NGS faaliyeti sırasında, bu bölgedeki nüfusun ortalama yoğunluğu kilometrekareye 100 kişiyi geçmemelidir, ibaresi yer almaktadır. Akkuyu NGS de çalışacak personel, aileleri, yerel halk bu şehir bölge planlamasından nasıl etkilenecektir? Özellikle 30 kilometre yarı çapın içinde kalan Aydıncık ve Gülnar’da bu kriterlere uygun planlamalar yapılmış mıdır? İnşaat emsal alanları, Kat yükseklikleri ile ilgili nasıl bir düzenleme yapılacaktır?” diye konuştu.

Monday, 4 August 2014

PARLEMENTER DEMOKRASİ(!) VE TÜRKİYE



  PARLEMENTER DEMOKRASİ(!) VE TÜRKİYE
 
 
      Türkiye uzun yıllardır parlementer (!) demokrasi ilkeleri ile yönetilmektedir. Ancak sanıldığı kadar demokratik olmayan bu sistemde küçük oynamalarla demokrasiden söz dahi dilemediği yılların yaşandığı bir ülke olarak çok zorluklar yaşadık . Fakat çeşitli iç ve dış dinamiklerin etkili tesiri ile modern ve post modern darbe girişimleri de görüldü hem de parlementerlerin eliyle. Kaldı ki ülkemizde zaten kökü kazınmaya çalışılan (MİLİTAN!) demokratik güçler üç güç odağını ele geçirerek ülkeye  zaten son 15 yılda 300 milyar dolar kaybettiren o malum odaklar şimdilerde bulmuşlar bir ( monşer) beyefendi, halka budur sana layık gördüğümüz diyorlar yok öyle yagmahasanın böreği arkadaş!    
        
     Bu halk  sana da senin sipariş adayına muhtaç değil allhaçokşükür. Demokratik toplumun bir parçası olan halk hiç düşünmez mi ki  " yahu bu monşer de nerden bulundu diye" der, der elbette.  İşte o zaman kim bu millet için ter döktüyse onun kazanması  benim kanaatimce son derece memleket yararına olur. Bu işler partileri yanyana dizmekle değil vizyon, misyon, organizasyon ve sinerji gerektirir. Vizyonsuz,olduğu belli olmayan bir misyon, bozuk ve çarpık bir organizasyon, 0 sinerji kimseyi kazanan yapmaz.
            
            Ancak burası demokratik bir ülke tabii halkın teveccühü kimden yana olur bilemeyiz. İnşallah devletimizi daha yüksek refaha, daha az işsizin olduğu bir noktaya ve daha müreffeh bir ülke inşaa edeceğine inanacağımız bir lider mi yoksa etliye sülüye karışmayan " cemaat ve islam dışında !" bir aday !!!

62 yıllık evli çift dört saat arayla hayatını kaybetti

HTTP://06CEDMUHO.BLOGSPOT.COM.TR

62 yıllık evli çift dört saat arayla hayatını kaybetti

California'da tanışıp evlenen ve ömürlerinin sonuna kadar hiç ayrılmayan Simpson çifti, yan yana yataklarda el ele yatarken 4 saat arayla hayata veda etti.



    http://www.ensonhaber.com       
Dünyanın birçok ülkesinde insanlar evlenirken aynı yemini eder, "Hastalıkta, sağlıkta, ölüm sizi ayırıncaya kadar..." Ancak modern zamanın evliliklerinde çok azı gerçekten böyle bitiyor. California'da tanışıp evlenen ve ömrünün sonuna kadar burada yaşayan Simpson çiftinin ölümleri ise birçok insanı duygulandırdı.

4 SAAT ARAYLA HAYATA VEDA ETTİLER

Maxine Simpson kanserle boğuşuyordu ancak eşi Don evde kalçasını düşüp kırdı. Hastanede kalan çift için çocukları bir karar verdi "Bu onları son kez bir araya getirişimiz olabilir" dediler. 62 yıldır birlikte olan çift eve gönderildi, yan yana yataklara yatırıldı ve el ele uyurken 4 saat arayla hayatını kaybetti.

SON ANLARINI FOTOĞRAFLADILAR

Tüm aile gözyaşlarına boğuldu. Torun Melissa Sloan durumu şöyle anlatıyordu: "Kalbimde böyle bir şey olacağını hep hissetmiştim. Büyükannem ve büyükbabamın birlikte öleceğini biliyordum. Bu gerçekten inanılmaz, gerçek aşk hikayesi." Çiftin torunu Melissa büyükannesi ve dedesinin son anlarını fotoğrafladı.

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts