Tuesday, 1 November 2016

Bursa üretiyor 22 ülke tüketiyor


Dünyanın en kaliteli siyah inciri kabul edilen "Bursa Siyahı"nın bu yıl 22 ülkeye yapılan ihracatın yarısı, Almanya ve İngiltere'ye gerçekleştirildi.

Bursa üretiyor 22 ülke tüketiyor
BURSA - HALUK YÜKSEL
Uzun raf ömrü, iri yapısı ve lezzetiyle dünyanın en kaliteli siyah inciri olarak kabul edilen "Bursa Siyahı", bu yıl hava koşullarının yol açtığı olumsuzluklara rağmen yaklaşık 12 milyon dolar döviz getirisi sağlarken, ihracatın yarısı Almanya ve İngiltere'ye yapıldı.
AA muhabirinin, Uludağ Yaş Meyve ve Sebze İhracatçıları Birliği (UYMSİB) kayıtlarından derlediği bilgilere göre, 2016'nın ocak-ekim döneminde 22 ülkeye 5 milyon 73 bin 338 kilogram Bursa Siyahı ihraç edildi ve karşılığında 11 milyon 914 bin dolar döviz girdisi sağlandı.
Hava koşullarının yol açtığı erken olgunlaşma, arz miktarındaki ani artışlar, ihracat sevkiyatının Avrupa'daki tatil dönemiyle çakışması, İngiltere para birimi Sterlin'deki değer kaybı gibi nedenlerle ihracatı kilogram bazında yüzde 33,3, dolar bazında ise yüzde 40,8 gerileyen Bursa Siyahı, yine en fazla Avrupa ülkelerinde tüketildi.
Almanya'ya 3 milyon 52 bin, İngiltere'ye de 2 milyon 942 bin dolarlık ihracı yapılan Bursa Siyahı'nda, miktar olarak toplam dış satımının yaklaşık yarısı bu iki ülkeye gerçekleştirildi.
Almanya ve İngiltere'nin ardından Bursa Siyahı'nın en fazla ihraç edildiği ülkeler sırasıyla Hollanda, Avusturya, Belçika, Fransa, Hong Kong, İsviçre, Kanada ve Norveç oldu.
Bursa Siyahı'nın geçen sene ortalama 2,64 dolar olan kilogram başına ihracat fiyatı, bu sene ortalama 2,28 dolar olarak kayıtlara geçti. 

BİTLİS TE sonbahar manzarası



Yurt genelinde sonbahar manzarası

BİTLİS TE  sonbahar manzarası
Bitlis'in Hizan ilçesinde sonbahar gelişiyle sararan doğa, renkli görüntüler oluşturuyor. Yeşili bol olan Hizan, mevsimin değiştirdiği bitki örtüsüyle doğa severler için görsel bir şölen sergiliyor. Hizan'da besicilik yaparak geçimini sağlayan çiftçiler, hayvanlarını Gayda ovasındaki meralarda otlatıyor. ( İbrahim Yaldız - Anadolu Ajansı )

FIFA en iyileri belirlemede değişikliğe gitti



FIFA, futbolda yılın en iyilerini belirleme sürecinde bir takım değişiklikler yaptı.
FIFA en iyileri belirlemede değişikliğe gitti
İSTANBUL
FIFA, yılın en iyi futbolcusu ve teknik direktörünün belirlendiği ödül sistemine yenilikler getirdi. 
FIFA'nın internet sitesinden yapılan açıklamada, 2016 yılında en iyi performansı gösteren isimlere verilecek ödüllerin, sadece önemli teknik direktörler ve futbolcuların oylarıyla değil aynı zamanda taraftarların oylama sistemine katılımıyla belirleneceği kaydedildi.
FIFA Başkanı Gianni Infantino, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, "Bu yeni bir organizasyon. Bu nedenle sevdiğimiz bu oyunu yeni yaklaşımlarla kutlamalıyız." ifadelerini kullandı.
Gelişmiş oylama sisteminin kullanılacağı vurgulanan açıklamada, kadın ve erkek kategorilerinde en iyi futbolcu ve teknik direktör seçiminde, milli takımlar teknik direktörleri ve kaptanlarının vereceği oyların yüzde 50 kabul edileceği bildirildi. Diğer yüzde 50'nin ise dünya genelinde 200'den fazla basın mensubu arasından seçilmiş bir grubun oyu ve çevrim içi halk oylamasının toplamından oluşacağı belirtildi.

"FIFA taraftar ödülü"

Futbol taraftarlarının da oylama sistemine dahil edildiği organizasyona, "FIFA Taraftar Ödülü" adı altında bir kategorinin de eklendiği duyuruldu.
Ayrıca, 2016 yılının en iyilerinin 9 Ocak 2017 tarihinde İsviçre'nin Zürih kentinde ödüllerini alacağı aktarıldı.
FIFA, yılın en iyi erkek teknik direktörü ödülü için 10 adayı 2 Kasım'da, yılın en iyi erkek futbolcusu ödülü için ise 23 adayı 4 Kasım'da açıklayacak. Bu kategorilerde oylama süreci 4 Kasım'da başlayıp, 22 Kasım'da sona erecek. Her kategoride son üçe kalacak adaylar ise 2 Aralık'da duyurulacak.
Daha önce FIFA ve France Football Dergisi ortaklaşa yılın en iyileri ödüllerini veriyordu. 
Muhabir: Serhat Bağbars

'Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu'nun hazırlıkları sürüyor



Diyarbakır Valiliği ve Dicle Üniversitesince 2-5 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek "Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu"na yurt içi ve yurt dışından çok sayıda akademisyenin katılması bekleniyor.
'Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu'nun hazırlıkları sürüyor
DİYARBAKIR
Diyarbakır Valiliği ve Dicle Üniversitesinin 2-5 Kasım tarihleri arasında ortaklaşa düzenleyeceği "Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu"nda 281 sunum yapılacak.
Kentin tanıtımı için arkeoloji, tarih, tarım, sanat, güneş enerjisi, sanayi, ticaret, turizm, kültür, mimari, inanç, dil ve edebiyat, gençlik, kalkınma, spor gibi 27 konu başlığıyla ilgili sunumların yapılacağı sempozyumun hazırlıkları sürüyor.
Diyarbakır'ın dünü ve bugününün ele alınacağı sempozyumda, belirlenen konu başlıklarında kentle ilgili çalışması bulunan herkesin başvurabilmesi için duyuru yapıldı, bu kapsamda çalışmaları bulunan yurt dışı ve yurt içindeki akademisyenlerin de aralarında bulunduğu birçok kişiye davetiye gönderildi. Bu kapsamda UNESCO Türkiye Komitesi de davet edildi.
Oluşturulan web sayfasıyla duyurusu yapılan sempozyumun tanıtımı için tüm bakanlıklara, 81 il valilikleri ve belediyeleri, devlet ve 60'a yakın vakıf üniversitesine afiş ve broşür gönderildi, kentte yaşayanlara yönelik duyuru.

281 sunum yapılacak

Başvuruları değerlendirmek üzere kurulan 25'i yabancı 142 akademisyenin yer aldığı Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu Bilim Kuruluna, yurt içi ve yurt dışından şimdiye kadar 365 konu başlığında bildirim başvurusu yapıldı, bunlardan kabul edilen 18'i yabancı 281 bildirimin sunumu 400 kişi tarafından yapılacak.
Sempozyuma Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve bakanlar da davet edildi.
Dicle Üniversitesi Kongre Merkezi'nde 2 Kasım'da başlayacak sempozyum, konularına göre kentteki birçok salonda yapılacak sunumlarla devam edecek. 


Monday, 31 October 2016

Türkiye Muay Thai Federasyonu 3. Olağan Genel Kurulu ANKARA'da Yapıldı, Halil Durna Yeni Döneme Merhaba Dedi





 Türkiye Muay Thai Federasyonu 3. Olağan Genel Kurulu'nda mevcut başkan Halil Durna 122 oyla yeniden seçildi.Federasyonun Hilton Garden İnn'de...

  Türkiye Muay Thai Federasyonu 3. Olağan Genel Kurulu'nda mevcut başkan Halil Durna 122 oyla yeniden seçildi.
Federasyonun Hilton Garden İnn'de gerçekleştirilen genel kuruluna 126 delege katıldı. Seçime tek aday olarak giren Durna, kullanılan 124 oyun 122'sini alarak yeniden başkanlığa seçildi. 2 oy da geçersiz sayıldı.
Halil Durna, genel kurulda yaptığı genel kurulda yaptığı konuşmada, federasyonun kuruluşundan bu yana gelişimini anlatarak, Muay Thai'nin olimpik bir branş olmamasına rağmen bu spora gönül verenlerin çok olduğunu ifade etti.
Muay Thai'nin Türk insanının fıtratına en uygun sporlardan biri olduğunu dile getiren Durna, "Muay Thai camiası gittikçe büyüyen bir camia. Bugün antrenörlerimiz ve sporcularımızda ilgi ve alaka göstermişler. Bizim camiamızda çok huzurlu bir ortam var. Bugünde öyle bir ortamda genel kurul yapıyoruz. Devamının da böyle olması dileğiyle teşekkür ediyorum." diye konuştu.
Divan kurulu başkanlığını Murat Cengiz'in yaptığı genel kurulda, federasyon bünyesinde gerçekleştirilen projelerin, faaliyetlerin, elde edilen madalyaların slayt gösterisi delegelere sunuldu.
Öte yandan Kick Boks Federasyon Başkanı Salim Kayıcı da genel kurula katıldı. Kayıcı, Muay Thai Federasyonuyla omuz omuza çalışmalarını sürdürdüklerini belirterek, başarı dileklerinde bulundu.
Halil Durna başkanlığında yönetim kurulunda şu isimler yer aldı:
Hasan Yıldız, Ali Osman Erden, Mehmet Salih Aygün, Aydın Şentürk, Yaşar Gültekin, Hayrettin Özçelik, Şakir Bayramoğlu, Mustafa Kızıl, Fatih Şahiner, Ziya Diyaaddin Yıldırım, Halil Demir, Hayrettin Demircan, Ümitcan Uludağ, Hasan Özbulut
Türkiye Muay Thai Federasyonu 3. Olağan Genel Kurulu'ndan kareler: 










Friday, 28 October 2016

MUAYTHAİ FEDERASYONU BAŞKANLIĞI III. OLAĞAN GENEL KURULU 30 EKİMDE





MUAYTHAİ FEDERASYONU BAŞKANLIĞI III. OLAĞAN GENEL KURULU 30 EKİMDE 


Türkiye Mauythai Federasyonu Ana statüsünün 20.Maddesi 1 (a) gereği 3. Olağan Genel Kurulu aşağıda belirlenen gündem maddeleri gereğince 30 Ekim 2016 Pazar günüsaat 10.00’da, Hilton Garden Çamlıca Mah. Anadolu Bulvarı No: 26 Yenimahalle/Ankara adresinde yapılacaktır.

İlk toplantıda yeterli çoğunluk sağlanamadığı takdirde 2. Toplantı 31 Ekim 2016 Pazartesi günüaynı yer ve saatte çoğunluk aranmaksızın yapılacaktır.

Genel Kurul duyuruları www.sgm.gov.tr ve www.muaythai.gov.tr web sayfalarından yayınlanacaktır.

Delegelerin kayıt işlemleri 3.Olağan Genel Kurul günü 09.00-10.00 saatleri arasında yapılacak olup, kimlik ibraz etmek zorunludur.

Olağan Genel Kurul Üyelerine duyurulur.

EKLER
Çağrı ve Gündem (Yayın tarihi : 29.09.2016)
Federasyon Başkan Adayı Başvuru Prosedürü (Yayın tarihi : 29.09.2016)
Federasyon Başkanı Adayı Teklif Formu (Yayın tarihi : 29.09.2016)
Seçim Takvimi (Yayın tarihi : 29.09.2016)
Kesin Delege Listesi (Yayın tarihi : 11.10.2016)

Nemrut, Hz. İbrahim ve Çiğ Köfte


Nemrut, Hz. İbrahim ve Çiğ Köfte



Nemrut, Hz. İbrahim ve Çiğ Köfte

Çiğ köftenin hikayesini ve gerçek tarifini bilir misiniz?


İsmini Yunanca'da genler topluluğu demek olan "komagene" sözcüğünden aldığı söylenen Komagen, İ.Ö. 1.yy.’da Adıyaman ili çevresindeki imparatorluk, Kral Komagene’nin ismini almıştır. Komagene, Nemrut Dağı’nın tepesine doğuya ve batıya bakan iki tapınak yaptırmıştır. Nemrut'a çıkanlar güneşin ayaklarının altından doğduğu hissine kapılırlar. Kral Komagene kendini tanrı gibi hissederek heybetli heykelleri ve tapınakları Nemrut'a dikmiştir.
Çiğköfte'nin doğuşu ile ilgili olarak bilinen birçok rivayet vardır. Benimkisi ise;

Nemrut, Hz. İbrahim ve Çiğ Köfte

Hz.ibrahim, devrin Kralı Nemrut'un putlarını kırarak, Tanrı’nın varlığına inanmaya davet eder. “Vay sen misin kıran, benim putlarımı” diyen Nemrut öfkelenir. Hz.ibrahim'in ateşe atılmasını emreder. O dönemlerde krematoryum ya da kazan dairesi gibi yerler olmadığı, kömür de bulunmadığı için, ateş yakmak üzere yöredeki bütün odunlar toplanır. Adı gibi nemrut olan Nemrut, evlerde ateş yakmayı da yasaklar. Halk ateş yakmadan nasıl yemek yapacağını düşünür durur. İşte bu günlerde bir avcı,avladığı ceylanı eve getirerek eşinden yemek yapmasını ister. Çevrede toplanacak bir tek dal odun dahi kalmamıştır. Avcı, çoluk çocuğun aç kalmaması için eşinden bir çare bulmasını ister. Bunun üzerine kadın, ceylanın budundan yağsız et çıkararak bir taş üzerinde başka bir taşla döverek ezmeye başlar. Sonra ezilmiş eti bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğurur. Böylece o leziz ve tadına doyulmaz “çiğköfte” meydana gelir. Nemrut sağolsun!
NOT: O dönemde kesilen hayvanları Hz.İbrahim’in emrettiği gibi kaya tuzu içinde kuruttular. Kuruyan etleri, tahta tokmaklarla döverek, yağ ve sinirleri ayrıştırdılar. Bu işlenen kuru eti Hz. İbrahim'in tavsiyesine uygun olarak tabiattaki beş baharat ve bulgur ile yoğurmak sureti ile günümüzde bilinen çiğ köfteyi yapmışlardır da denir.




Musul operasyonu, yeni dönem Türk politikaları ve İran



İran’ın Arap dünyasına yönelik yayılmacı tavırları Irak ile sınırlı değil. Tahran yönetimi Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve oradan Aden Körfezi'ne uzanan bölgedeki nüfuzunu artırabilmek için çoğunlukla devlet dışı aktörlerle yakın işbirliği içine giriyor.

Musul operasyonu, yeni dönem Türk politikaları ve İran
Irak Başbakanı Haydar el-İbadi 17 Ekim’de Irak ordusunun ve koalisyon güçlerinin DEAŞ terör örgütünün kontrolündeki Musul’u kurtarmak için geniş kapsamlı bir operasyon başlattıklarını açıkladı.
Haziran 2014'ten beri örgütün elinde bulunan şehre yönelik operasyonun başlamasından yaklaşık bir hafta kadar önce, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İbadi arasında sert bir polemik yaşanmış, Türkiye’nin operasyonda yer alma talebini reddeden Irak hükümeti, Musul’un kuzeyinde bulunan Başika kampındaki Türk askerlerin bir an önce ülkeyi terk etmesini istemişti. Erdoğan’ın İbadi’ye yönelik “haddini bil” açıklaması, diplomatik teamüllere aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilse de Türkiye’nin Musul konusundaki endişelerinin derinliği ve ciddiyeti, meselenin bu düzeyde seslendirilmesine neden oldu.
Türkiye son dönemde her fırsatta ve en üst perdeden, Irak ve Suriye krizlerinin geldiği noktadan duyduğu rahatsızlığını ortaya koyuyor. 'Arap Baharı' sürecinin başında Ankara’nın insanî ancak 'naif' denilebilecek yaklaşım ve değerlendirmeleri bölgenin sert gerçekleriyle karşılaşınca, tabiri caizse “dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olunmasına” yol açtı.

İran'ın bölgesel etkinliği ve hırsları

Bölge ülkelerinde yerel değerlerle barışık demokratik hükümetlerin tesisi bir yana, güney sınırlarımız, ülke içinde kanlı saldırılar düzenleyen PKK ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin üssüne dönüştü, Ankara’nın Arap dünyasıyla kara bağlantısı kopma noktasına geldi. Türkiye’nin son birkaç yıldaki bölgesel kayıplarının ardında, derin bir güven krizi yaşadığı ABD gibi geleneksel müttefikleri tarafından yalnız bırakılması kadar, bölgesel etkinliğini ve hırslarını iyi hesap edemediği İran’ın da önemli rolü oldu.
Devrimin başından beri dış dünyayla yaşadığı güven bunalımını aşamadığı için kendisini sürekli tehdit altında hisseden ve devrimi takip eden on yıllar boyunca birçok badireler atlatan İran, 2003 Irak işgaliyle birlikte kendisine ket vuran en önemli tehditten kurtuldu ve işgal sonrası Irak’ta ciddi bir nüfuz alanı elde etti.
İran-Irak savaşı esnasında baskı gören Şii nüfusun bir bölümünün İran’a kaçması, 20 yıllık bu dönem içinde yarı Iraklı, yarı İranlı melez bir neslin yetişmesi ve Suriye'de ya da Avrupa’da yaşayan önemli Şii figürlerin Saddam sonrası Irak siyasi sahnesinde dış destek bulabilmek için İran’a yaklaşmaları gibi etkenler, İran’ın kısa süre içinde Irak’taki etkisini derinleştirdi. Bu durumda Suriye dahil Arap komşularının ve bölge ülkelerinin farklı sebeplerle de olsa yeni yönetime hasmane bir tavır takınmaları ve 'direnişçi grupları' desteklemeleri de etkili oldu.

Irak eleştirilerine Tahran'dan yanıt

Nitekim Irak’ın işgali öncesinde İran’a mesafeli olmasıyla bilinen ve bu nedenle Ayetullah Muhammed Bakır el-Hakim liderliğindeki Irak Yüksek İslami Devrimi Konseyi ile sorunlar yaşayan Dava Partisi liderleri İbrahim Caferi ve sonrasında Nuri Maliki gibi isimlerin idaresindeki Irak, tam olarak İran etkisi altına girdi. Özellikle Maliki’nin gittikçe otoriterleşerek ülkedeki Sünnileri dışlaması ve adeta Şii bir Saddam Hüseyin kılığına bürünmesi, Sünni ve Kürt gruplarda tepkiye yol açtı ve dışlayıcı politikaların neden olduğu güvenlik krizi neticesinde Musul, merkezi yönetimden rahatsız kesimlerin de zımnî teyidi ile kısa süre içinde DEAŞ terör örgütünün eline geçerken Maliki de koltuğunu kaybetti.
Maliki’nin görevden ayrılması ve yerine Haydar el-İbadi’nin geçmesi, İran’ın ülke içindeki nüfuzunun azalmasını sağlamadı, aksine son Türkiye-Irak polemiğinde görüldüğü üzere, Irak’a yapılan eleştirilere cevap Tahran’dan geldi ve Türk Büyükelçisi İran Dışişleri Bakanlığına çağrıldı. İranlı yetkililer nispeten uzunca bir zamandır Bağdat’ı da tıpkı Şam, Beyrut ya da Sana gibi kendilerine bağlı bir başkent olarak görme eğilimini saklamıyorlar. Bu sebeple Türkiye’nin haklı tarihî ve insanî gerekçelere dayanan çıkışlarına cevabın 'İslamî Uyanış' Konferansına katılmak için Bağdat’ta bulunan dini lider Ayetullah Ali Hamaney’nin Dış Politika Danışmanı Ali Ekber Velayeti’den ve ardından Cumhurbaşkanı Ruhani’den gelmesi şaşırtıcı olmadı.

İran'ın yayılmacı politikaları

İran’ın Arap dünyasına yönelik yayılmacı tavırları Irak ile sınırlı değil. Tahran yönetimi Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve oradan Aden Körfezine uzanan bölgedeki nüfuzunu artırabilmek için, çoğunlukla devlet dışı aktörlerle yakın işbirliği içine giriyor ve bu amaçla Husiler örneğinde görüldüğü üzere, söz konusu grupları en ileri silahlarla donatmaktan çekinmiyor.
Bununla birlikte İran’ın temel stratejisini dayandırdığı ve uğruna yüzbinlerce sivilin öldürülmesini meşrulaştırdığı 'direniş ekseni’nin ana hattı, Irak ve Suriye’deki müttefiklerinin hakimiyeti altındaki bölgeler üzerinden geçen bir İran- Lübnan koridoru. İran uzun vadeli enerji nakli projelerinden, bölgedeki 'vekillerine' silah desteği sağlamaya kadar uzanan hedefleri için böyle bir koridoru zorunluluk addediyor. Ancak çatışmaların coğrafyası göz önüne alındığında İran’ın işi çok da kolay görünmüyor.
İlk olarak Suriye’nin doğu bölgelerinin muhaliflerin eline geçmesi ile Esed rejimiyle Irak arasındaki sınır kapanmış, ardından Irak’ta Musul eyaletinin tamamen DEAŞ’ın eline geçmesi İranlıların hayati olarak değerlendirdikleri bu koridorda bin kilometreyi aşan koca bir boşluk oluşturmuştur. Dolayısıyla Suriye savaşındaki son kazanımlarıyla inisiyatifi eline geçirdiği düşünülen İran, aslında söz konusu 'ekseni' çoktan yitirmiş durumda ve böyle bir kuşağı ihya edilebilmesi için 5 yıldır sağlayamadığı mutlak askeri zaferin yanı sıra (söz konusu iki ülkedeki Sünni Arap nüfusun İran karşıtı duyguları göz önüne alındığında) kitlesel göçlere yol açacak ölçüde çok ciddi bir demografik değişime ihtiyaç duymaktadır.

PKK'nın Sincar'a yerleşme hedefi

Bu nedenle, bahis konusu demografik yapı ve fizikî coğrafya sebebiyle, 'Şii Koridoru' ya da 'Direniş Ekseni' için İran’ın farklı partnerler bulması kaçınılmaz görünüyor. Son yıllardaki gelişmeler sonucunda Irak ve Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan Kürt bölgeleri, bu yeni ortağın Kürtler olabileceği düşüncesini uyandırıyor. Gerçekten de Musul’un kuzeyinden geçerek Türkiye’nin güney sınırları boyunca ilerleyen bir Kürt kuşağının, Akdeniz’e ulaşım yolunda İran’a epey yardımcı olacağı açıktır.
Ancak Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile soğuk ilişkiler içinde bulunan Tahran’ın, Kürdistan Yurtseverler Birliği ve Goran’ı kullanarak Barzani’yi devirme çabalarına karşı, Barzani’ye yakınlığı ile bilinen İran Kürdistan Demokratik Partisi’nin son dönemde İran içinde Devrim Muhafızlarını hedef alan şiddet eylemlerini artırması, İran’ın bu planlarını baltalıyor.
Buna karşılık Türkiye-Suriye sınırında geniş bir bölgede denetimi ele geçiren PKK'nın, Irak-Suriye-Türkiye sınırına yakın bir noktadaki Sincar’da dağlık bölgeye yerleşme çabasına girmesi de düşündürücü. Bölgeyi yeni bir Kandil yapma niyetinde olduğu anlaşılan örgütün bu çabaları, Lübnan Hizbullahı-Suriye Baas Rejimi ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki stratejik işbirliğine yeni bir aktörün katılabileceği düşüncesini doğuruyor. Her ne kadar PKK ve türevi terör örgütleri son yıllarda başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere angaje olmuşlarsa da, Suriye örneğinde görüldüğü üzere, zaman zaman farklı aktörlerle de taktik işbirliğine gidebiliyorlar.

Kuşatıcı söylem geliştirilmeli

Bununla birlikte İran’ın Musul operasyonuyla ilgili tek seçeneği PKK değil. Özellikle Musul’un batısında yer alan Telafer kasabasındaki Şii Türkmen nüfus üzerinden bölgeye nüfuz etmeye çalışan İran etkisindeki Haşdi Şabi milislerinin, DEAŞ’ı destekledikleri suçlamasıyla Sünni Türkmenlere baskı yaparak bölgeyi boşaltmayı amaçladıklarına dair iddialar ciddiye alınmalıdır. Türkiye ile tarihi ve kültürel bağlara sahip Şii Türkmenlerin nasıl olup da İran’ın etkisine açık bırakıldığı meselesi bağımsız bir şekilde ele alınmayı hak ediyor. Ancak bölgeye aktif bir şekilde dönmenin hazırlıklarını yapan Türkiye’nin, öncelikli olarak bölgedeki çeşitli dinî- etnik topluluklara yönelik özel ve uygun bir dil geliştirmesi gerekiyor.
Geçmişte Araplara karşı kullanılan genelleyici ve dışlayıcı dil önemli ölçüde terk edilse de, bu coğrafyanın aslî unsurlarından olan ve 3-5 yıl öncesine kadar Türkiye ile kurulu bağlarından gurur duyduklarını ifade eden toplulukların küstürülmesi, yalnızca Türkiye’nin alandaki gücünü sınırlayacak ve rakiplerine hizmet edecek. Gezegenin öbür ucundan gelen 'alakasız' güçler, Irak içindeki Ezidîlerden Şebeklere kadar, çok küçük ve marjinal kabul edilebilecek topluluklar için bile özel stratejiler ve söylemler geliştirirken, bölgede özel bir tarihî misyona sahip olan Türkiye’nin kuşatıcı bir söylem geliştirmesi hayati bir önem taşıyor.

Türkiye'nin sahaya dönmesinden rahatsızlar

Özetle Türkiye’nin Irak ve Suriye’de askerî olarak sahaya inmekten kaçınmayacağını deklare etmesi ve bunu uygulamaya geçirmesinin, on yıllardır bu bölgede istediği gibi at koşturan ve kısmi netice elde eden örgütleri ve devletleri rahatsız edeceği aşikardır. Özellikle İran, Suriye ve Irak’ta kendisine karşı mücadele eden güçlere önemli darbeler indirdiği bir sırada, Türkiye’nin ağır ancak emin adımlarla sahaya inmesinden ve bölgesel planlarını bozmasından hoşlanmayacaktır.
Nitekim 26 Ekim’de, İran'ın dini lideri Hameney’e bağlı Keyhan gazetesinde yer alan Sadullah Zâreî imzalı başyazıda, Türkiye Cumhurbaşkanın şahsına yönelik iftira ve hakaretlere yer verilmesi, Tahran’ın Türkiye’nin yeni stratejisine karşı öfkesini yansıtması bakımından önemli. Yine aynı gün, aynı odağa bağlı Cumhuri-yi İslami gazetesinin isimsiz baş yazısında da benzer şekilde Cumhurbaşkanına ve yakınlarına yönelik çirkin iftiraların tekrarlanması ve Türkiye’nin İsrail ve ABD’nin kuklası olmakla itham edilmesi de, İran’ın yeni dönemde Türkiye’nin Suriye ve Irak özelinde attığı ve atacağı adımlar karşısında nasıl bir tutum takınacağını gözler önüne seriyor. 

Musul operasyonunda Türkiye'nin rolü


Türkiye’nin amacı, Musul'daki demografik yapının bozularak DEAŞ sonrası yeni çatışma ve savaşlara sebebiyet verilmemesi ve bu aşamada DEAŞ’ten kaçanlarla yeni bir göç dalgasına yol açılmaması.
Musul operasyonunda Türkiye'nin rolü
İSTANBUL - Ali Faik Demir
Terör örgütü DEAŞ'ın eylemleri, yaydığı dehşet ve buna bağlı olarak Suriye ile Irak’ta yaşananlar, günümüzde uluslararası ilişkiler gündeminin başlıca maddesi. Küresel büyük aktörler ve kuşkusuz bölgesel güçler bu sorun kümesinin tarafı ve belirleyeni. İçinden çıkılmaz bir hal alan DEAŞ’e yönelik mücadele konusunda her kafadan farklı bir ses çıkıyor ancak ne yazık ki yıllardır ciddi bir başarı elde edilemiyor.
Musul’a yönelik başlatılan operasyon bu anlamda kayda değer bir girişim olarak değerlendiriliyor. Ancak bu operasyon ne kadar sürecek? Nihai bir başarı sağlanabilecek mi? DEAŞ, Musul dışına mı çıkarılacak yoksa tamamen ortadan kaldırılabilecek mi? Musul kurtarıldıktan sonra nasıl bir düzen kurulacak? Bağdat yönetimi ile kuzey bölgesinin farklı unsurları arasında nasıl bir eşgüdüm sağlanacak? Küresel ve bölgesel aktörler nasıl yaklaşımlar sergileyecek? Cevabı ne yazık ki belirsiz bu soruları arttırmak mümkün.
Osmanlı döneminde bugünkü Irak’ın üç eyalet Bağdat, Musul ve Basra gibi düşünüldüğü hatırlanırsa, kuzeyi temsil eden Musul’dur. Bölgenin merkez ve çevresi dikkate alındığında özellikle de güney bölgesiyle karşılaştırıldığında etnik ve dinsel açıdan oldukça karışık olduğu görülebilir. Arap, Kürt, Türkmen ve Yezidilerin bulunduğu bölgede dini bakımdan Sünniler çoğunluk olmakla birlikte Şii nüfus da var. Bu tablodan da anlaşılabileceği üzere halkları bölmek ve çatıştırmak için son derece uygun bir zemin mevcut.
Bölgede karmaşanın ve istikrarsızlığın müsebbibi DEAŞ, kuruluşundan beri elini, Saddam sonrası dönemdeki dışlanmışlıklar, etnik ve dinsel problemlere dayandırarak güçlendirme çabasında. Musul operasyonu kapsamında farklı bölgelerden gelecek özellikle Şii unsurlar DEAŞ’ın varlığını ve etkisini korumasına hizmet edecek. Sünni-Şii ayrımı yapılırken bunun sadece bölge içi ve dışı bir ayrım olmayıp örneğin Türkmenler arasında da Sünni ve Şii grupların yaşadığı göz ardı edilmemeli.
Mezhep temelli sorunların yanında kuşkusuz etnik gruplar arasındaki dengeler de son derece hassas bir zemin üzerinde. Bölgedeki Türkmenler, uzun yıllardır son derece kötü şartlar altında yaşıyor. Kürtler, her ne kadar bölgede en iyi örgütlenmiş ve yönetimini kurmuş gözükse de, aralarında ciddi sorunlar yaşanıyor ve bir iktidar mücadelesi mevcut. Arap nüfusun durumu da paralel şekilde DEAŞ’a katılanlar ve diğerleri şeklinde ikilik gösteriyor.
İşte böylesi sorunlu ve girift ilişkilerin yaşandığı Musul’da, operasyon başladı derken bile tereddütler yaşanıyor ya da bunun easında bir 'ön operasyon' olduğu bile iddia ediliyor. Açık söylemek gerekirse bu harekat, Bağdat Hükümeti’nin sonuç almakta yetersiz kalıp uluslararası koalisyon kuvvetlerinin desteğiyle başlattığı bir girişim. Başlatılan operasyonu, ordu, polis gücü, peşmergeler, Şii milis güçleri, Musul’un yerel Sünni askeri örgütleri ve farklı yapıların yer aldığı bir ortaklık gerçekleştiriyor. Bir anlamda, Musul operasyonu iç içe girmiş farklı büyüklükte ve güçte yapıların kendi öncelik ve çıkarları doğrultusundaki eylemi.
ABD’nin başını çektiği koalisyonun önderliğinde uzun zamandır yapılması beklenen Musul’a müdahale 17 Ekim gecesi başladı. Bu operasyonun ne boyutta olacağı ne kadar süreceği hatta kimlerin katılacağı uzun süre tartışıldı. Operasyon hassas bir denge ve politik zemin üzerinde sürdürülüyor. Rusya ve İran’ın konumu yakından ve hassasiyetle izleniyor. Satranç tahtası şeklini alan Musul üzerinde tüm taraflar hamlelerini çok düşünerek ve dikkatle gerçekleştiriyor.
Kuşkusuz bu operasyonda DEAŞ’in bulunduğu iki ülkeye de komşu olan Türkiye’nin konumu ve rolü son derece önemli. Önemli; ama kim ya da kimler için? Açık bir şekilde sormak gerekirse bu operasyonda Türkiye’nin yer alması bölgede çözüm ve barış için bir destek mi ya da köstek midir? Türkiyesiz bir barış ve çözüm kalıcı olabilir mi?
Türkiye, Osmanlı’nın uzun yüzyıllar yönettiği ve dengelerini biraz da kendi oluşturduğu alanın kuzey sınırını teşkil ediyor. Irak’ın kuzeyi İran-Irak savaşından bu yana Türkiye için ciddi bir risk ve sorun oluşturuyor. İstikrarsızlığın ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bölgede, Türkiye aleyhine faaliyet gösteren örgütler yuvalandı ve eylemlerini buradan gerçekleştirdi. Geçmiş yıllarda Irak Kürtleri tarafından izlenen politikalar, Türkiye açısından yeni problemlerin kaynağını oluşturdu. Tarihi olarak bölgede bulunan Türkmenler sürekli olarak birçok farklı grubun hedefi oldu ve yıllardır zor şartlarda ve kimi zaman da yerlerinden edilerek yaşamaya mahkum edildiler. Türkiye, dönem dönem buradan gelen göç dalgalarıyla karşılaştı ve halkların mağduriyetine izin vermeyerek elinden gelen desteği verdi.
Türkiye, bu bölgeden sürekli mağdur olan, buna rağmen de insani konular söz konusu olduğunda tüm halklar için elinden geleni yapan bir devlet olduğunu net bir şekilde ispatladı. Ankara'nın herhangi bir yayılma hedefi olmadığı gibi Irak’ın demografik yapısına en kötü zamanlarda bile müdahale etmediği herkesin malumu. Türkiye’nin Suriye ve Irak’tan en büyük beklentisi oradaki çatışma ve gerginliklerin son bulması.
Musul operasyonu söz konusu olduğunda Irak yönetiminin Başika üssünden dolayı Türkiye karşıtı söylemi ve Türk askerinin yayılmacı bir emeli olduğunu iddia etmesi anlaşılır bir tutum değil. Türk askeri konusunda ilk rahatsızlık duyması beklenen kesim kuzeydeki halklar ve gruplardır. Ama başta Kürtler olmak üzere bu kesimlerden, Türk askerinin bir tehdit unsuru olduğu yönünde herhangi bir tepki gelmiyor. Türkiye’nin amacı, oradaki demografik yapının bozularak DEAŞ sonrası yeni çatışma ve savaşlara sebebiyet verilmemesi ve tabii ki bu aşamada DEAŞ’tan kaçanlarla yeni bir göç dalgasına yol açılmaması.
Türkiye, Musul operasyonuna katılması ve barışın sağlanmasına yönelik müzakerelerde masada olması için ısrar edilmesi gereken başat bir aktör. İlk olarak askeri operasyon perspektifinden bakılacak olursa, Türkiye gibi böylesi güçlü bir askeri gücün kuzeyden destek vermesi, Suriye’deki varlığı da hesaba katıldığında DEAŞ’ın kıstırılıp yok edilmesinde hayati bir değer taşıyor. Ayrıca Musul’un yerel güçlerini yetiştirerek onların savaş eğitimine ciddi katkı yaptığı unutulmamalı. Türkiye'nin peşmerge ve Türkmenlerle iyi ilişkileri de düşünüldüğünde sorunun hızla çözümünde eşi bulunmaz bir anahtar değerinde.
Türkiye, Musul'daki barış ve uzlaşma sürecinde yani diplomasi masasında da değerli katkılar sunabilir. Sünni-Şii ihtilafına yönelik Suudi Arabistan ve İran arasında köprü olabilir ve gerginliği alt seviyeye çekebilir. Türkmen-Arap ve Kürt ilişkilerinde yapıcı rol oynayabilir. Öte yandan, bölgede mağdur olan nüfusa insani yardım götürülmesinde belki de en etkin devlet Türkiye. Özellikle AB ülkelerinin korktuğu yeni nüfus hareketini güvenli şekilde durdurabilecek neredeyse tek aktör. Bu süreçte, Türkiye'nin ABD ve Rusya ile ilişkilerinin de dengeli ve olumlu bir zeminde sürmesi kuşkusuz stratejik açıdan önemli.
Türkiye’nin anlatması ve göstermesi gereken şey; Suriye ve Irak’taki çözümün, barışın ve istikrarın anahtarı olduğudur. Geçmişten gelen çizgisine paralel olarak Türkiye’nin yayılmacı ve çatışmacı bir dış politikası yok ve olmayacak. Türkiye'nin, yıllardır izlediği politikalarının da açıkça ortaya koyduğu gibi kimsenin toprağında gözü yoktur, bununla birlikte vatandaşlarının ve sınırlarının güvenliğini sağlamak içinde gereken her önlemi de alma kararlılığındadır.


Thursday, 27 October 2016

Kocaeli'de 'geri kazanım suyu' ile 50 milyon liralık tasarruf


Kocaeli'de su kaynaklarının korunması amacıyla hayata geçirilen proje kapsamında, atıksu arıtma tesislerinden çıkan suların sanayi kuruluşlarınca kullanılmasıyla, 50 milyon liralık tasarruf sağlandı.
Kocaeli'de 'geri kazanım suyu' ile 50 milyon liralık tasarruf
Kocaeli'de içme suyu kaynaklarının korunması amacıyla hayata geçirilen "Geri Kazanım Suyu Projesi" kapsamında, atık su arıtma tesislerinden çıkan suların fabrikalarda proses suyu olarak kullanılmasıyla milyonlarca metreküp su tasarruf ediliyor. Kocaeli Su ve Kanalizasyon İdaresince (İSU) başlatılan proje kapsamında arıtma tesislerinden çıkan sular, kum filtre, ultraviyole ışınları ve klor dezenfeksiyonunu içeren işlemlerden geçirilerek sanayiye kazandırılıyor. Fotorğaf: AA/ Tahir Turan Eroğlu
KOCAELİ - Kadir Yıldız/Şahin Oktay
Kocaeli'de içme suyu kaynaklarının korunması amacıyla hayata geçirilen, "Geri Kazanım Suyu Projesi" kapsamında, atık su arıtma tesislerinden çıkan suyun fabrikalarda proses suyu olarak kullanılmasıyla milyonlarca metreküp su tasarruf ediliyor.
Kocaeli Su ve Kanalizasyon İdaresince (İSU) başlatılan proje kapsamında arıtma tesislerinden çıkan sular, kum filtre, ultraviyole ışınları ve klor dezenfeksiyonunu içeren işlemlerden geçirilerek sanayiye kazandırılıyor.
İSU Genel Müdürü İlhan Bayram, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kentin geleceğini su ihtiyacı bakımından teminat altına alabilmek için yeni kaynaklar ortaya koyduklarını söyledi.
Su kayıp ve kaçaklarını azaltarak da kendilerine ilave kaynak oluşturmaya çalıştıklarını ifade eden Bayram, 2014'de atık suları iki kez ileri seviyede arıtarak bunu sanayi ve yeşil alan sulamasında kullanılmak üzere sunmaya başladıklarını dile getirdi.

Geri dönüşüm suyunun sanayiciye maliyeti yarı yarıya

Bayram, Türkiye'de sanayide geri dönüşüm suyunu en çok kullanan kurumun kendileri olduğunu belirterek, "Sadece Körfez Atıksu Arıtma Tesisi'nin günlük deşarjı 40-45 bin metreküp ve bunun tamamını TÜPRAŞ'a veriyoruz. Günlük 40-45 bin metreküp su yıla vurulduğunda 16-17 milyon metreküp su yapıyor. Sadece bu yılın 9 ayında TÜPRAŞ'a 10 milyon metreküpün üzerinde geri dönüşüm suyu vermişiz. Proje sadece TÜPRAŞ için değil, başka yerler için de yapıldı. 9 ayda Kocaeli'de sanayi kuruluşlarınca 12,5 milyon metreküp geri dönüşüm suyu kullanıldı. Bunun 10 milyonunu TÜPRAŞ, 2,5 milyonunu diğerleri kullanmış." diye konuştu.
Geri dönüşüm suyu kullanımının ilerleyen dönemlerde daha da artacağını ifade eden Bayram, bu yılın sonuna kadar 16-17 milyon metreküp geri dönüşüm suyunun sanayide kullanılmasını planladıklarını belirtti.
Bayram, geri dönüşüm suyu olmasaydı bu miktardaki tatlı suyun sanayide kullanılması gerekeceğine işaret ederek, "Bir noktadan sonra suyun karşılığını para olarak alamazsınız. Biz o noktaya gelmeden çözüm üretmeye çalışıyoruz. Bu projede sanayinin avantajı var. Şu anda OSB kuruluşlarına 6,90 lira civarındaki bir bedelden su satıyoruz, ama geri dönüşüm suyu yaklaşık 3,20 lira bedelle sanayiciye ulaşıyor. Yapmaya çalıştığımız, kaynaklarımızı ekonomik ve doğru kullanmak." dedi.

Kentin 1,5 aylık su ihtiyacı kadar tasarruf yapıldı

Geri dönüşüm suyuyla Kocaeli'nin 1,5 aylık suyunu tasarruf ettiklerine dikkati çeken Bayram, bunun parasal karşılığının da yaklaşık 50-60 milyon lira civarında olduğunu aktardı.
Bayram, sanayide ve yeşil alan sulamasında geri dönüşüm suyunun kullanılabileceğini kanıtladıklarını vurgulayarak, diğer büyük şehirlere de bunun örnek olduğunu söyledi.
Bayram, Kullar, Plajyolu atık su arıtma tesislerine de aynı projeyi uyguladıklarını belirterek, "Kartepe bölgesindeki 4-5 büyük sanayi kuruluşu bu zamana kadar geri dönüşüm suyu aldılar. Diğerleri bekle gör politikası izledi. Şu anda önemli miktarda geri dönüşüm suyuna sanayiciden talep var. OSB'lerden talep geliyor. Yeni talepleri karşılayabilmek için gri su altyapı hatlarını çekmeye başladık." diye konuştu.
Gelecek 3 yılda geri dönüşüm suyu üretimini günlük 90 bin metreküpe çıkarmayı hedeflediklerini anlatan Bayram, bu rakamla kentin 4'te 1'lik kullanım suyunun tasarruf edileceğini kaydetti.

Featured post

Istanbul Mayor Ekrem İmamoğlu Sentenced to 20 Months for Insulting Prosecutor

  ISTANBUL, [16/07/2025]  – Istanbul’s opposition Mayor Ekrem İmamoğlu has been sentenced to 1 year and 8 months imprisonment for "insu...

Popular Posts