Wednesday, 9 November 2016

Şehit aileleri ve gazi yakınları Almanya'yı protesto etti


Şehit aileleri ve gazi yakınları Almanya'yı protesto etti

Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği önünde toplanan şehit aileleri ve gazi yakınlarından oluşan yaklaşık bin kişilik grup, teröre destek veren Almanya'yı protesto etti.

Şehit aileleri ve gazi yakınları Almanya'yı protesto etti
Fotoğraf: AA/Mehmet Ali Özcan
ANKARA
Gaziler ve şehit ailelerinden oluşan yaklaşık bin kişilik grup, Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği önünde toplandı. 
Türk bayrakları ile "Merkel şaşırma sabrımızı taşırma", "Beslediğiniz terör sizi ısıracaktır" ve "Almanya haine çanak tutma" yazılı pankartlar taşıyan grup adına basın açıklaması yapıldı.
Basın açıklamasını okuyan Anadolu Köy Korucuları ve Şehit Aileleri Konfederasyonu Başkanı Ziya Sözen, Almanya'nın Türkiye'ye yönelik düşmanca tutumunu protesto etmek için toplandıklarını belirterek, "Türkiye Cumhuriyeti devleti, tarihinin en kapsamlı ve en şiddetli saldırılarıyla karşı karşıya iken, bizlerin sessiz ve tepkisiz şekilde bir kenarda beklemesi düşünülemez." dedi.
Herhangi bir siyasi gaye ile değil, vicdanlarının sesine kulak vererek bir araya geldiklerini belirten Sözen, "Görüyor ve biliyoruz ki ülkemiz, içeriden ve dışarıdan alçakça bir saldırı altındadır. Bu durum bizlerde ve tüm milletimde derin bir infiale yol açmaktadır." ifadelerini kullandı.

"Almanya'nın pervasız tavrı incitiyor"

Ziya Sözen, Türkiye'nin uzun süredir güney sınırları boyunca Irak ve Suriye'de yaşanan krizlerin maddi ve manevi yükünü tüm ağırlığıyla sırtında taşıdığını ifade ederek, müttefik olarak kabul edilen devletlerin desteği yerine düşmanca ifadelerine ve eylemlerine muhatap kalındığını kaydetti.
Bu ülkelerin başında yaklaşık 4 milyon Türkiye kökenlinin yaşadığı Almanya'nın yer aldığını söyleyen Sözen, "Geçmişten beri terör örgütlerine ve teröristlere karşı müsamahakar tavrını bildiğimiz Almanya'nın son günlerdeki pervasız tavrı bizleri incitmekte, daha da ötesi öfkelendirmektedir." diye konuştu.

"Namus borcumuzdur"

Ziya Sözen, şöyle devam etti:
"Biz diyoruz ki; Almanya asla Kürtlere, Alevilere veya ülkemizdeki herhangi bir etnik gruba, inanç kesimine faydalı olacak bir iş yapmamıştır, yapmaz. Almanya, bugün istismar ettiği, kullandığı kesimleri, yarın işine gelmediği zaman tasfiye yoluna gidecektir. Çünkü bunların derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Şehit aileleri, gaziler ve korucular olarak, Türkiye'nin bölünmesi, parçalanması, istikrarsızlığa yuvarlanması için atılan her adımın karşına dikilmek bizim namus borcumuzdur. Şayet biz bugün burada tavrımızı göstermezsek, başta kendi babam olmak üzere, ülkelerinin ve milletlerinin bekası için canlarını veren şehitlerimizin manevi huzurlarında mahcup oluruz."

"Almanya'nın sicili bozuk"

Almanya'nın son asırda sebep olduğu 2 dünya savaşıyla on milyonlarca insanın kanına girdiğini, sicilinin bozuk olduğunu ifade eden Sözen, "Bugün de ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, İslam düşmanlığının kol gezdiği bir yer olan Almanya, Türkiye'nin terörle mücadelede kullandığı yöntemlere söz söyleyebilecek dünyadaki son devlettir. Kendi mahkemeleri söz konusu olduğunda 'yargı bağımsızlığı' lafını ağızlarından düşürmeyenlerin, Türkiye'deki mahkemelerin kararlarını umursamayarak teröristlere, suçlulara sahip çıkmasını protesto ediyoruz." şeklinde konuştu.
Ziya Sözen, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümet üyelerinin bu yönde yaptığı uyarılara aynen katıldıklarını dile getirerek, "kucağını mazlumlar ve mağdurlar yerine teröristlere açanların bunun acısını çekeceğini" ifade etti.
İstiklal Marşı'ndan bir kıta okuyan Sözen ve beraberindekiler, açıklamanın ardından büyükelçilik önüne silah çelenk bıraktı.
Muhabir: Cankut Taşdan


Tuesday, 8 November 2016

Müze ve ören yerleri ziyaretçi sayısı

Müze ve ören yerleri ziyaretçi sayısı açıklandı


Müze ve ören yerleri ziyaretçi sayısı


Türkiye’de 2000 yılında 6,8 milyon kişinin ziyaret ettiği Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki müze ve ören yerlerini, geçen sene yaklaşık 30 milyon kişi gezdi. ( Murat Usubaliev - Anadolu Ajansı )

Prof. Dr. Erdal Tanas Karagöl: ''IMF’ye borcumuz bitti, Türkiye’ye baskılar arttı''


Prof. Dr. Erdal Tanas Karagöl: ''IMF’ye borcumuz bitti, Türkiye’ye baskılar arttı''

Moody’s, S&P ve Fitch’in Türkiye’yle ilgili negatif kararlarını değerlendiren Prof Dr. Erdal Tanas Karagöl “IMF’ye borcumuz bitti, baskılar arttı” dedi. Darbe girişimi sonrasında Türkiye'nin ekonomisini değerlendiren Karagöl, Pandora'nın kutusunu açtı.

Prof. Dr. Erdal Tanas Karagöl: ''IMF’ye borcumuz bitti, Türkiye’ye baskılar arttı''
Kredi derecelendirme kuruluşları için Pandora'nın kutusu açıldı
Türkiye ekonomisi 2016 yılının ilk altı ayında yüzde 3,9 büyüyerek G-20 ve OECD ülkeleri içinde en hızlı büyüyen dördüncü ekonomi olmuşken kredi değerlendirme kuruluşlarının ülke notunu yatırım yapılamaz seviye indirmesinin anlamı ne? Standart & Poors ve Moody's neden ekonomik verilere uymayan siyasi kararlar veriyorlar? Türkiye, istikrarlı biçimde büyürken ve demokratik hukuk düzenini en sofistike terör örgütlerinin saldırısına karşı can pahasına korurken aslında nasıl bir küresel kuşatmaya maruz kalıyor? Bunun finansal ayağı nasıl işliyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan kredi değerlendirme kuruluşlarını eleştirirken Pandora'nın kutusunu mu açtı? Yıldırım Beyazıt Üniversitesi öğretim üyesi, iktisatçı Prof. Dr. Erdal Tanas Karagöl ile konuştuk.
ABD merkezli kredi değerlendirme kuruluşu Moody’s iki gün arayla Türkiye ile ilgili iki farklı görüş bildirdi ve Türkiye’nin notunu kırdı. 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra diğer derecelendirme kuruluşları Türkiye’yi not indirimi için tehdit etmişlerdi. Ne anlamalıyız bundan, Türkiye yatırım yapılamayacak bir ülke haline mi geldi yoksa ekonomik bir darbe girişiyle mi karşı karşıyayız?
Sizin de dediğiniz gibi, iki gün arayla Türkiye ekonomisi için birbiriyle çelişen iki karar var. Aslında bu, kredi derecelendirme kuruluşları başta olmak üzere uluslararası ekonomi ve finans çevrelerinde Türkiye’nin kısa sürede toparlanmasından duyulan şaşkınlığı gözler önüne seriyor.
Kredi derecelendirme kuruluşları eski alışkanlıklarının verdiği inançla hareket ediyorlar, oysaki Türkiye 15 yıl önceki Türkiye değil. Yani, şimdi Moody’s Türkiye için “yatırım yapılamaz” notu verdiğinde, tüm sürecin değişeceğini ve suyun yönünün değişeceğini sanıyorlar. Açıkçası Türkiye için “yatırım yapılamaz” ülke denmesinin bir gerekçesi yok. Ama şunu diyebiliriz, “Türkiye ekonomisine ayar vermek eskisi kadar kolay değil”
EKONOMİMİZ 15 YILDA SAĞLAMLAŞTI
Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?
2013’e gidelim, Türkiye ekonomisi için makroekonomik göstergelerin çok iyi gittiği bir dönem. Üstelik, 2008 küresel ekonomik krizde Avrupa ülkeleri ekonomik anlamda ağır yaralıyken, Türkiye ekonomisi yüksek büyüme rakamlarını yakalamıştı. Ama bu şaşkınlığın tek sebebi ülke ekonomisindeki iyileşme değil. Asıl şaşırtıcı olan, Türkiye ekonomisi Gezi gibi, 17-25 Aralık gibi girişimlere rağmen, etkilenmiyor, gücünü koruyor. 15 yıl önce bir Anayasa kitapçığı, en ağır ekonomik krize sebep olmuştu. Ama şimdi, hem içerden hem de dışarıdan siyasete ve tabi ki ekonomiye dizayn vermek isteyenler, ne yaparlarsa yapsınlar, ülke ekonomisi etkilense de çok kısa bir sürede toparlanabiliyor.
Bizler bu durumu çok olağan karşılamaya başladık farkındaysanız, yani, siyasi istikrar var, güçlü bir halk desteği var, dolayısıyla ülkeye karşı yapılan girişimler bertaraf edilecek ve ekonomide sorun yaşanmayacak. Bizler için olağan olan bu durum, yıllarca Türkiye’de ekonomide, siyasette istedikleri gibi davranabilmiş odakları rahatsız ediyor. Bu yüzden de, her seferinde akıllara ziyan oyunlarla ve farklı farklı araçlar kullanarak girişimlerde bulunuyorlar.
TÜRKİYE İLK 6 AYDA YÜZDE 3,9 BÜYÜDÜ
Ekonomik veriler ne diyor? Türkiye büyüyor mu büzülüyor mu?
Türkiye ekonomisinde 2002 yılından bu yana hız kesmeden reformlara devam edilmekte, sağlanan siyasi istikrarla birlikte ekonomik istikrar sürekli hale geldi. Ekonomik büyümeden dış ticarete, enflasyondan işsizliğe, yatırımlardan kişi başı gelir artışına ekonominin her alanında iyileşmeler gerçekleşti. Türkiye uzun süredir istikrarlı büyümesini sürdürüyor. Tüm bu yaşananlardan sonra dahi ekonomik büyümeye ara verilmemesi bu verilerin tesadüfi ya da geçici olmadığını göstermektedir. Türkiye ekonomisi 2016 yılı ilk altı ayda yüzde 3,9 büyüyerek G-20 ve OECD ülkeleri içinde en hızlı büyüyen dördüncü ekonomi oldu. Ekonomik büyüme izlemektedir. Diğer yandan, ekonomide başta da kamu maliyesinin güçlü olması sayesinde, ekonomi içerde ve dışarıdan gelen şoklardan minimum düzeyde etkilenmekte ve sürdürülebilir bir büyüme ivmesi ile yoluna devam etmektedir. Türkiye, kamu maliyesinin güçlü olması sayesinde belli dönemlerde hane halkı tüketimi ile, bazen kamu harcamaları ile bazen de ihracat ile büyümektedir. Ama her dönem ekonominin bu esnek yapısı nedeniyle büyümeye devam etmektedir 2009 yılının son çeyreğinden beri…
Veriler böyleyken not indirimine gitmek haliyle ekonomik değil siyasi bir karar değil midir?
Öyledir. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi için büyüme tahminlerinin başta kredi derecelendirme kuruluşları olmak üzere aşağı yönlü revize edildiği bir dönemde tahminlerin tutmaması, belirli çevreleri algı yönetiminde başarısız kılmıştır. Bu dönem hızlandırılacak yapısal reformlar ile belli çevreler, başta kredi derecelendirme kuruluşları olmak üzere, artık Türkiye ekonomisi ile algı operasyonlarını  gerçekleştiremeyecekler.
S&P, MOODY'S KAR AMACI GÜDEN ŞİRKETLER
Peki uluslararası bir kuruluş bu tür siyasi ve ekonomik sonuçları olacak bir kararı neden verir?
Kredi derecelendirme kuruluşlarının organik yapısına bakıldığında, bu kurumlar kar amacı güden şirketler. Üstelik hiçbir denetlenme mekanizmaları yok. Dolayısıyla, ekonomik ve siyasi sonuçlar doğurabilecek kararlar almalarını engelleyecek bir durum yok ortada. Hesap verilebilirliği yok, karşılaşacakları yaptırım yok. Dolayısıyla istedikleri gibi at koşturabiliyorlar. Kredi derecelendirme kuruluşları darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin gerek siyasi gerekse ekonomik anlamda istikrarının bozulacağından emin bir şekilde birbirini izleyen açıklamalarda bulundular. Adeta darbe girişimi ile sonuç alamadıkları ekonomik kaos ortamını yaptıkları açıklamalarla ve son olarak verilen notla canlandırmaya çalıştılar. Uluslararası kuruluş olmalarını, bu konuda başarılı olabileceklerine dair bir güvence olarak görüyorlar…
2008 KÜRESEL EKONOMİK KRİZİNİ ONLAR TETİKLEDİ
Dolayısıyla?
kredi derecelendirme kuruluşlarına bakışımız ne yazık ki güven esasından uzak, yani güven duymuyoruz, çünkü verdikleri kararlar sübjektif ve olanı değil olmasını istedikleri resme büründürülüp o şekilde servis ediliyor. 2008 küresel ekonomik krizinin adeta tetikçisi konumunda olan kredi derecelendirme kuruluşlarının yüksek verdikleri bankanın ertesi gün batması piyasa gerçeklerinden ne kadar uzak olduklarının bir başka önemli göstergesidir.
MÜŞTERİ KAYBETMEMEK İÇİN...
Kredi değerlendirme kuruluşları açıkça zayıf Türkiye'yi güçlü Türkiye'ye tercih ediyorlar, diyorsunuz?
Bu yüzden, Türkiye’nin güncel ekonomik ve siyasi durumu ile uyumlu bir notlandırma zaten söz konusu değil. Çünkü, geçmişte en büyük müşterileri olan Türkiye’nin kaybedilmesi, yani Türkiye’nin dışarıda para ihtiyacının azalması ve borçlanma faizinin düşmesi açıkçası derecelendirme kuruluşlarını üzmüştü. Dolayısıyla, 15 Temmuz darbe girişimini de bu açıdan fırsata çevirmekte geç kalmadılar. Tüm kredi derecelendirme kuruluşları harekete geçti ve not indirmeye başladılar. Hele, Standart and Poor’s (S&P) Türkiye ekonomisinin dünya ölçeğinde bir gelişim hızı gösterdiği dönemlerde dahi notu yatırım yapılabilir seviyeye yükseltmemiştir. Oysaki Yunanistan’ın notunu iflasını açıkladıkları dönemde bile yükseltmekten geri kalmamışlardı.
'ÜÇ KIZKARDEŞ'İN TEKELİ
Moody’s, Standart&Poors ve Fitch gibi kuruluşların çalışma sistemleri nedir tam olarak? Bağlı oldukları prensipleri, onları takip eden ve denetleyen bir hakem kurum-kuruluşun olmamasının gerekçesi nedir?
Üç kız kardeşler olarak bilinen ve önde gelen kredi derecelendirme kuruluşları olan Moody’s, Standard&Poor's (S&P) ve Fitch benzer sistemlerle notlandırma yapmaktadırlar. Kredi derecelendirme kuruluşlarının metodolojisi teknik olarak iki kısımdan oluşuyor. Birincisi ekonomik verilerin değerlendirildiği objektif değerler üzerinden yapılan değerlendirme; ikincisi ise analistlerin öngörülerine dayanan sübjektif bir değerlendirmenin yapıldığı aşama. Teknik olarak hangisinin daha ağırlıklı olduğu, analistlerin sübjektif değerlendirme yaparken o ülkeyi ne kadar tanıdığı ise tam bir bilinmez. Bunun yanı sıra bu kuruluşlar notlandırma yaparken aslında kıyaslama yapmaktadırlar. Dolayısıyla ülke farklılıkları gözetilmeden tüm ülkeler birbiriyle kıyaslanarak kredi derecelendirme notu ortaya çıkmaktadır. Bu durum zaten geride olan ülkelerin hiçbir zaman yatırım alamayacakları gibi sonuçlara neden oluyor. Fakat kredi derecelendirme kuruluşlarının bu eleştirilere verecek cevapları yok.
ONLARI DENETLEYEN YOK!
Ama bu işleyiş büyük bir sorun?
Asıl sorun ise, kredi derecelendirme kuruluşlarının bir denetleme mekanizmasının olmaması. Zaten metodolojik sistemlerinin detayına bakıldığında denetlenmelerinin pek mümkün olmadığı, buna göre bir sistem kurulduğu görülmektedir. Denetlenmemelerinin yanı sıra bir izleme ya da karşı görüş bildirecek, ülkeler bazında bunlarla muhatap olacak bir yapı da mevcut değildir. Örneğin Türkiye’de bugüne kadar verdikleri notlara bakıp bunları izleyen değerlendiren ve gerekçelendiren bir kurum yok. Bu denetimsizlik kredi derecelendirme kuruluşlarına büyük bir özgürlük alanı vermektedir. Ne yazık ki hesap da sorulamıyor.
CUMHURBAŞKANI 'KRAL ÇIPLAK' DEDİ
CumhurbaşkanıErdoğan Moody’s’in kararını eleştirirken “bunların cebine parayı koy, istediğin notu al” dedi?
Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Moody’s de dahil olmak üzere bu kuruluşların çalışma yöntemini ve hedefini tartışmaya açarak, bu kuruluşlarla ilgili kafalardaki soru işaretlerini ifade etti. Şöyle ki, kredi derecelendirme kuruluşları çok da parlak bir geçmişe sahip değil, özellikle yaptıkları öngörüler ve kararlarla ilgili. Bu yanlış kararlar, tahminlerinin gerçeğe çok uzak oluşu için 2008 küresel ekonomik krizi en iyi örnek. Bir gün önce bol keseden dağıttığı yüksek notları alan banka, bir gün sonra iflas noktasına geldi. Aynı şekilde bu durum, ülke notları için de geçerli. Avrupa Birliği’nin Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’yı iflas etmekten kurtarmak için nasıl bir çaba gösterdiğine şahit olduk. Bu ülkeler için, 2008 küresel ekonomik kriz öncesinde S&P ne demiş, Moody’s nasıl bir değerlendirme yapmış? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği, hepimizin kuşkulandığı hatta bir adım ötesi, bildiği bir gerçeğin yüze çarpılması. Birisi “Kral çıplak” diyecekti, o da yine Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu.
021020162242163104230_2-41
HEPAYNI SAFSATA: SİYASİ İSTİKRARSIZLIK
Peki bu kurumlar, neye göre, hangi kriterleri önceleyerek ve nasıl bir notlandırma yapıyor?
Diğer ülkeleri bir kenara koyalım, 30 Mart 2014 yerel seçim sonuçlarının hemen ertesi günü, Türkiye için “siyasi istikrarsızlık” riski var açıklaması yapıldı. Her açıklamalarında gerekçe olarak kullandıkları “siyasi istikrarsızlık” açıklamasında ise sürekli yanılıyorlar. 2014’den bu yana, 1 yerel seçim, 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2 genel seçim gerçekleşmiş, her seçim öncesinde “seçimlerden kaynaklanan belirsizlik” ifadeleri kullanılmış. Sonuç ise, tahminlerinin de, öngörülerinin de iflas etmesi. Dolayısıyla, bu kurumların nasıl çalıştığının, notlandırmalarının doğruluk ve gerçeklik durumlarının tartışılması zamanı geldi.
YATIRIMCILAR BU NOTLARA PEK BAKMAZ
Anlaşılan o ki, üç kız kardeşin kontrolündeki son derece subjektif, 'ahlaksız' ve denetimsiz bir alandan ve onların keyfi olarak dağıttıkları notların sonuçlarından bahsediyoruz. Bu durum sorgulanmalı, tamam. İflas eden dünya sistemini sorgulamaya açan Cumhurbaşkanı Erdoğan da BM Güvenlik Konseyi'nden sonra kredi değerlendirme kuruluşlarını sarsıyor, tamam. Ama şunu da konuşalım. Bu kararlar Türkiye’yi nasıl etkiler, ne kadar etkiler? Kredi derecelendirme kuruluşlarının verilerine bakarak yatırım yapan şirketler de var sonuçta?
Avrupa ve ABD kökenli bazı dev yatırım fonları bu kuruluşların kararlarından doğrudan etkileniyor, çünkü fon sahipleri iç tüzükleri gereği yatırım yapılabilir seviyede not almayan ülke ya da kurumlara yatırım yapamamaktadırlar. Dolayısıyla, kredi derecelendirme kuruluşlarının verdiği notların doğruluğu ve tabi ki nesnelliği, fon sahiplerinin yatırımlarını doğru yönlendirmelerini direkt etkiliyor. Ancak, Türkiye’ye yatırım yapanlar arasında bu kuruluşlara bağımlı olanların payı ise çok düşüktür.
Ancak, iç tüzüğünde böyle bir zorunluluk bulunmayan yatırımcıların ise kredi derecelendirme kuruluşlarının verdikleri notları çok da ciddiye aldıkları söylenemez. Bunun en somut örneğini yakın tarihte Moody’s’in not indirimi kararı sonrası yaşadık. Not indiriminin hemen arkasından gelen yatırımlardaki artış, yatırımcıların bu kuruluşların verdikleri notların değersizleştiğini apaçık göstermektedir.
Tabi bir de, yatırımcıların kaynak ülkeleri de ekonomik gelişmeler sonucunda değişim göstermiştir. Eskiden yalnızca Avrupa ülkelerinden ve ABD kaynaklı gelen yatırımlar artık doğu ülkelerine kayıyor. Yalnız şunu da belirtmeliyim ki, fonların gideceği adresler çeşitlendikçe, kredi derecelendirme kuruluşlarının not kararları daha da tartışmalı hale geldi.
Bir de piyasada CDS primleri var. Bu primler kredi notundan daha gerçekçi bir tablo sunmaktadır yatırımcılara. Dolayısıyla şirketler yatırım kararı alırken yalnızca kredi derecelendirme kuruluşlarının notlarına bağlı kalarak hareket etmemektedirler.
EN BÜYÜK YATIRIM 1994-2012 ARASINDA 
Türkiye'de de böyle mi oldu?
Bunun en iyi ispatı, Türkiye 1994-2012 yılları arasında hiçbir derecelendirme kuruluşu tarafından yatırım yapılabilir seviyede not almamasına rağmen tarihin en büyük doğrudan yabancı yatırım miktarının bu yıllarda almıştır. 1950-2002 yılları arasında yani 50 yıllık sürede ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırım miktarı 20 milyar doların altında iken, yalnızca 2006 yılında ülkeye 20 milyar doların üstünde doğrudan yabancı yatırım  girmiştir. Bu derecelendirme kuruluşlarının yabancı yatırımlar için referans olmadığının bir göstergesidir.
Önemli olan, Türkiye ekonomisinin  ekonomik göstergelerini güçlü hale getirmek ve derecelendirme kuruluşların manipülasyon yapacakları sorunlu alanlardaki yapısal reformların sürdürülmesi.
15 TEMMUZ'DAKİ GİBİ ÜLKEMİZE İNANCIMIZI DİRİ TUTMALIYIZ
Askeri yöntemleri kullanan FETÖ darbe girişimine Türkiye bir bütün olarak karşı durdu. Ekonomik darbe girişimlerinde kullanılan aktörler faktörler ise daha farklı. Nasıl bir direnç gerekir?
Ben ikisini birbirinden ayırmıyorum, yani keskin çizgilerle ayrılmıyor halkın sivil siyasete sahip çıkmasıyla ekonomik geleceğine sahip çıkması. 15 Temmuz gecesi, sokaklara dökülen, seçilmiş Cumhurbaşkanı ve seçilmiş hükümeti savunanlar, aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik ve sosyal dinamiklerini de savundu. FETÖ darbe girişiminde bulunanlar veya bu girişimin sahipleri ise, darbe girişimini, bu kez ekonomik alanda deneyeceklerdir. Tüm ekonomik kurumların ve aktörlerin, ekonomiyi olumsuz etkileyecek her girişim karşısında önlemlerini alması gerekiyor.
Uluslararası arenada da yapmamız gerekenler var. Türkiye ekonomisinin yatırımcılar için güvenli bir liman olduğunu anlatmamız gerek. Diğer yandan ilgili ekonomi kurumları derecelendirme kuruluşlarının verdileri notların Türkiye ekonomisinin gerçek notu olmadığını ve Türkiye’ye haksızlık yapıldığını iyi anlatması gerekiyor. Derecelendirme kuruluşlarının muhatap kurumu kim? Bunun öncelikli olarak belirlenip, bu kuruluşlara karşı muhatap kurumun ciddi şekilde çalışması gerekiyor. Ayrıca, derecelendirme kuruluşlarına karşı Türkiye’nin vereceği en iyi cevap, ekonomideki yol haritasını genişletmek ve çeşitlendirmek. Yeni ihracat partnerleri, özellikle enerjide uluslararası düzeyde projeler, İstanbul Finans Merkezi’nin hayata geçirilmesi, ekonomide sorunlu alanların önceleyerek çözüm üretilmesi, bu adımlardan yalnızca birkaçı. Ancak, tüm bunların ötesinde hepimize düşen bir görev var. Türkiye’ye ekonomisine duyduğumuz inancı ve güveni artırmak. Ekonomide beklentilerin gücü, göz ardı edilemez. Bu yüzden, öncelikle bizim, tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi, güven ve inancımızı artırmamız gerekiyor.
EKONOMİ DÜNYAMIZIN TEPKİSİ YERİNDE
Türkiye siyaset ve ekonomi dünyası genel olarak Moody’s’in kararını “ekonomik değil siyasi bir karar” olarak değerlendirdi. Bu söz ve bakış birliği direnme-dayanma gücümüze katkı sunar mı yoksa beyhude iyi niyet bildirimi olarak kalır?
Türkiye ekonomisinin göstergeleri iyi bir seyir izlerken ve 15 Temmuz darbe girişiminin etkisini kısa sürede atlatmışken, böyle bir not kararının verilmiş olması, doğal olarak kararın ekonomik değil siyasi yönlendirmeyle ilgili olduğu yorumlarına sebep oldu, ki haklı bu yorumlar.
Bu şekilde cevap verilmesi veya reaksiyon gösterilmesi bence önemli, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde. Bakın Moody’s kararını eleştirebilen, nasıl bir değerlendirme yaptığını sorgulayabilen bir noktadayız. Başlıca sorun şu: Ne oldu da Türkiye değerlendirmeniz değişti? Eğer bu karar, yatırımcıların Türkiye kararını etkileyecekse, aynı şekilde yatırımcılara biz de şu şekilde sesleniyoruz: Karar siyasi ve değerlendirmeler tutarsız. Bu da, Türkiye’nin en tabii hakkı.
Ayrıca şunu unutmamak lazım: Kredi derecelendirme kuruluşları ve  bu kuruluşların notuna göre  borç veren bankalar ve finansal kuruluşlar artık çok iç içe girmiştir. Beraber ve ortak bir amaç için hareket eden bu yapılardan ülkeler ve dolayısıyla ülke firmaları için adil not beklenir mı?
IMF'YE BORCUMUZ BİTTİ, TÜRKİYE'YE BASKILAR ARTTI
Türkiye 2012’den belki 2010’dan beri ağır çekim bir darbe sürecinin içindeydi. Çok ayaklı bir mekanizma vardı. Ekonomi ayağı nasıl işliyordu? Bu sürece dair neler söyleyebilirsiniz?
Geçmiş dönemlerde Türkiye üzerinde oynanan oyunların başarıya ulaşmasının sebebi, yani örtülü darbe diyebileceğimiz müdahalelerin başarılı olmasının nedeni ekonominin zayıf olmasıydı. Kamu borcu ve bütçe açığı yüksek bir ülkede, üstelik bir de siyasi istikrarı yoksa pek tabi ki bu girişimler başarıyla sonuçlanıyordu.
AK Parti’ye açılan kapatılma davasında, Gezi olaylarında, 17-25 Aralık’ta ve tabi son olarak 15 Temmuz darbe girişiminde de amaç belliydi. Siyasi istikrarsızlık ve kaos oluşturup, ekonomik kriz çıkarmak. Ekonomide ne zaman atağa kalksa Türkiye, sürekli önü kesilmeye çalışılıyor. IMF’ye borcumuz bitirdiğimiz Mayıs 2013’den sonra, tüm baskılara rağmen Türkiye borç anlaşması yapmadı IMF’le, sonrasında Gezi olayları başladı. 17 Aralık günü, dönemin Enerji Bakanı’nın Türkiye’nin enerjide merkez olmasında çok önemli bir proje olan TANAP için Azerbaycan’da bulunması tesadüfle açıklanamaz. Bakın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde fon sahipleri ve yabancı yatırımcılarla geçen olumlu toplantı ve görüşmelerinin hemen akabinde Moody’s kararı geldi.
TERÖRÜN TURİZME DARBESİ KONJONKTÜRELDİR
Daha spesifik bir şey sormak istiyorum. Terör yükselirken eş zamanlı olarak Türkiye’nin turizm gelirleri de düştü. Terörle mücadele hukuki, idari ve askeri olarak sürüyor ama negatif etki sürüyor mu aynı şekilde?
Turizm gelirleri bu dönemde önceki dönemlere nazaran daha hızlı bir düşüş yaşadı. Bu duruma konjonktürel bakmakta fayda var. Çünkü, uçak krizi nedeniyle Rusya ile gerilen ilişkiler sonrasında, önceki yıllarda yüksek sayıda turistin geldiği Rus turist sayısında azalma oldu. Ayrıca, turist sayısında azalma ve dolayısıyla turizm gelirlerindeki azalış Türkiye ekonomisinin makro ekonomik göstergelerini zayıflatmaz. Turizm gelirlerindeki azalış nedeniyle cari açıkta devam eden sürdürülebilir seviyenin zarar göreceği ve dolayısıyla kredi derecelendirme kuruluşlarının not indirme için bir gerekçe ortaya çıkar söylemi açıkçası çok anlamsızdır.                                  
İNSANLAR ÖLÜYOR, SİLAH SANAYİ KAZANIYOR!
Türkiyeve yakın bölgemiz terör örgütleri eliyle büyük bir ateşin içine çekildi. İnsanlığın öldüğünü, devletlerin nasıl sıkıştığını gördük. Bütün bu süreçten ekonomik açıdan kazançlı çıkanlar oldu ama! Savaştan nemalanan devletleri ve silah sanayini, savaştan kandan beslenen şirketlerin devletler üzerindeki etkisini ve terör örgütlerinin finansmanını konuşmanın vakti geldi de geçti galiba?
Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya, ne yazık ki huzursuzluğun kader olarak belirlendiği bir bölge. Bakın, Türkiye ve İran dışında siyasi istikrarın olduğu bir ülke yok. Irak’ın, Suriye’nin durumu ortada. Yanız bu döneme has değil bu durum, bölgede siyasi istikrarın olmasında rahatsız olan, bölgenin ateş çemberi olmasını isteyen ve bunun için de uğraşan ülkelerin varlığı sır değil.
Uluslararası aktörlerin Suriye’de yaşanan insanlık dramına sessiz kalmaları, hem bölgede istikrar sağlanırsa bu bölgenin gücünden korkmaları, hem de çatışma ve kaosun devamıyla silah sanayinin devamlılığını sağlayan pazarlar açık kalıyor. Türkiye’nin bölgede etkin olmasını engelleme çabaları, tam da bu yüzden. Savaşın veya çatışmanın süresi, aynı zamanda silah sanayisini sattıkları pazarın açık kalacağı süreyi belirliyor. Yani, bir taşla birçok kuş vurulmuş oluyor.
Ancak bölgesel istikrarsızlığın vurduğu en büyük kuş, bölgenin ekonomik gücünün kullanılamayışı. Ekonomik potansiyelini kullanamayan, aksine başka ülkelerin bu kaynaktan faydalanması da, bölgede huzur ve istikrarın olmaması için çabaların devam edeceğini işaret ediyor.
Söyleşi: Fadime Özkan

Avrupa'nın Diyanet imamları ile sınavı


Avrupa'nın Diyanet imamları ile sınavı

Diyanet imamları konusu, Avrupa’da azınlıkların entegrasyonu ve din özgürlüğü tartışmaları bakımından en önemli sınav alanlarından biri haline geldi.
Avrupa'nın Diyanet imamları ile sınavı


İSTANBUL
Avrupa Birliği ülkelerinde görev yapan Diyanet imamları, Avrupa’da azınlıkların entegrasyonu ve din özgürlüğü tartışmaları bakımından en önemli sınav alanlarından biri haline geldi. Öyle ki geçtiğimiz yıl Avusturya’da, şimdilerde de Hollanda’da, Diyanet imamlarının Türkiye’den finansmanının engellenmesi ve ülkeden gönderilmesine dair kanun tasarıları parlamentolarda kabul edildi. Avusturya’da kanun yürürlüğe girdi. Hollanda’da ise yakın zamanlarda parlamentoda kabul edildi; Senato’nun onayını bekliyor. 
Esasen konu bir yönüyle güncel olmakla birlikte, diğer yönüyle kadim bir tartışma. Zira bu konu öteden beri, konjonktüre göre, bilhassa aşırı sağ partiler ve merkez partilerde yer alan aşırı eğilimli politikacılarca gündeme getirilmekte, Diyanet imamlarının AB ülkelerine girişlerine yasak getirilmesine yönelik söylem ve eylemlerde bulunulmakta ve özellikle seçim zamanlarında speküle edilmekteydi.
Ancak bu hususta son senelerde Avrupa’da alabildiğine körüklenen 'Türkiye karşıtlığı' ve ‘Erdoğanfobi'nin etkisinin altı çizilmeli. 15 Temmuz sonrasında ise FETÖ’nün propagandaları ile bu etki adeta Türkiye karşıtı kampanyaya dönüşmüş durumda. Bu kampanyalardaki en önemli söylemlerden biri, Diyanet camilerinin ve imamlarının Türklerin entegrasyonuna engel teşkil ettiği ve "Türkiye’nin ve Erdoğan’ın ajanları, Erdoğan’ın uzun eli" olduğu yönündeki söylem.

Avusturya 'İslam Yasası'nın kabulü ve Diyanet imamları

Diyanet imamlarının AB ülkelerine girişlerinin yasaklanması hakkındaki ilk somut adım esasen Avusturya’da atılmıştı. 2015 yılı şubat ayında kabul edilen 'İslam Yasası' çerçevesinde Avusturya, ülkedeki Müslümanların anayasal temsilcisi durumundaki Avusturya İslam Cemaati’nin (IGGiÖ) de onayıyla, Diyanet camilerinde görev yapan imamların ülkeden gönderilmesini kararlaştırmış ve yeni imamların gelmesini de yasaklamıştı. Yasaya yönelik yoğun eleştiriler ve Türkiye’nin diplomatik girişimleri sayesinde, o dönemde bazı geri gönderimler olsa da, yasanın şu an için uygulanmadığını söylemek mümkün.
Ne var ki halihazırda etkin olarak uygulanmasa da, bu yasa tasarısının kanunlaşması, Diyanet imamlarının Avusturya ve Avrupa’daki geleceği adına, üzerinde dikkatle durulması gereken bir husus. Zira azınlıkların entegrasyonuna dair herhangi bir AB ülkesinde 'pilot' olarak denenen bu tür kanunlar ve politikalar, diğer ülkelere de yayılma etkisine sahip. Nitekim bu yasa sonrası başta Almanya, İsviçre ve Norveç gibi ülkelerde de benzer söylemler dillendirildi.

Hollanda parlamentosunun kararı

Avusturya’dakine mahiyet itibarıyla benzeyen bir önerge, geçtiğimiz günlerde Hollanda parlamentosunda (Tweede Kamer) da kabul edildi. Buna göre Türkiye tarafından Hollanda’daki camilere finansal yardım yapılmasının engellenmesi yönünde Hristiyan Demokrat Parti (CDA), Hristiyan Birliği (CU) ve Toplumcu Reform Partisi (SGP) tarafından verilen önerge, 27 Eylül’de 67’ye karşı 75 oyla kabul edildi ve senatonun onayına sunuldu.
Önergede "Türkiye’nin Hollanda toplumu üzerindeki istenmeyen etkisi, din görevlilerini atayan ve maaşlarını ödeyen Diyanet üzerinden gerçekleşmekte. Bu durum laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı gibi, ibadethaneler yerel cemaatler için olmalı ve onların olmalı. Bu bağlamda hükümetten, Hollanda’daki ibadethanelerin Türk devleti tarafından finanse edilmelerinin önlenmesi ve bu konuda meclisin üç ay içinde bilgilendirilmesi istenmekte” ifadesi kullanıldı.
Din özgürlüğü sebebiyle, kabul edilen yasanın uygulamasında sıkıntı yaşanacağı bizzat Başbakan Mark Rutte tarafından söylense de, medya olayı “Diyanet camilerinin ve imamlarının Erdoğan’ın uzun kolu” ifadeleriyle lanse etti. Tabiatıyla bu tür söylem ve tartışmaların Hollanda’daki Türk sivil toplum kuruluşlarını rahatsız ettiği aşikar. Nitekim Hollanda Diyanet Vakfı (HDV) önergenin kabulünü “Hollanda hukuk devletinin değerleriyle taban tabana zıt” olarak niteleyen bir açıklamada bulundu.
Peki ama Hollanda Parlamentosu neden böyle bir önergeyi kabul etti?
Önergenin kabul edilmesi, Mart 2017’de seçimlere gidecek olan Hollanda’daki politik atmosferden bağımsız ele alınamaz. Zira halihazırdaki kamuoyu yoklamalarında aşırı sağcı ve İslam karşıtı Geert Wilders’in Özgürlükler Partisi (PVV) birinci parti durumunda. Ayrıca merkez partileri içinde de Wilders’in partisine gidecek oylara göz koyanlar ve buna göre söylem ve pozisyon belirleyenler bir hayli fazla.
Ne var ki bu önergenin kabulünde en önemli etkenlerden biri, FETÖ bağlantılı HOGİAF genel sekreteri Ahmet Taşkan’ın 15 Temmuz sonrasında “Hollanda Diyanet camilerindeki imamlar Erdoğan’ın ve Türkiye’nin ajanlarıdır” şeklindeki hezeyanları olsa gerek. Nitekim bunun akabinde Diyanet’in statüsü, Diyanet’e bağlı camiler ve imamların durumu yoğun olarak politikacıların söylemlerine konu edildi; bu camilerin Erdoğan’ın Hollanda’daki propaganda alanları olduğuna dair pek çok haber-analiz medyada yer aldı. Algı operasyonu ürünü olan bu suçlamalar karşısında Hollanda’daki bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri açıklamalar yapmış olsa da, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Hollanda medyasında yankı uyandıran açıklamalarına kadar, aslında yeterli bir cevap verildiği de söylenemez.

"İkinci sınıf demokrasi anlayışı"

Hollanda NOS televizyonuna yaptığı açıklamalarında Diyanet İşleri Başkanı Görmez, gerek dolaylı olarak Ahmet Taşkan’ın daha önceki hezeyanlarına, gerekse parlamentonun kararına, gecikmiş de olsa, nitelikli bir cevap vermiş oldu. Bu tasarının kabulünün “ikinci sınıf demokrasi anlayışıyla alınmış bir karar” olduğunu ifade eden Görmez şunları söyledi: “Bu konuyu karşılıklı müzakere ile çözüme kavuşturabiliriz. Diyanet yaklaşık 40 yıldır Hollanda’da faaliyet gösteriyor ve entegrasyona katkı yapıyor. Şimdilerde ise sanki Hollanda toplumu için zararlı muamelesi gösteriliyor ki, bu tavrı endişe verici buluyorum”.
Görmez’in özellikle “ikinci sınıf demokrasi” nitelemesi Hollandalı karar vericilere dokunmuşa benziyor ki Elsevier, NRC, Trouw ve Volkskrant gibi etkili gazetelerde ve görsel medyada geniş yankı buldu, karşı eleştirilere konu oldu. Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü ve bütçesi de satır aralarında gündeme getirilerek algı operasyonu ve itibarsızlaştırma da yapıldı. Buna karşılık Görmez’in açıklaması, Hollanda Diyanet imamları-mensupları başta olmak üzere, ülkedeki Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik kampanyalara da genel bir cevap oldu.

Kararın 'Türkfobi-Erdoğanfobi' ve FETÖ ilgisi

Parlamentonun aldığı kararın Batı’da gittikçe artan Türkiye karşıtlığı, FETÖ etkisi ve özellikle de son üç yıldır Hollanda’daki Türk sivil toplum kuruluşlarına yönelik propaganda ve politikalarla yakından irtibatı söz konusu. Zira yaklaşık üç yılı aşkın süredir, bir kısım Türk kurum ve kuruluşlarının Hollanda’daki Türklerin entegrasyonuna engel teşkil ettiği yönünde sistematik bir kampanya yürütülüyor. Bu kararın alınmasında önemli etkenlerden biri, FETÖ mensuplarının “Diyanet imamları Türkiye’nin ve Erdoğan”ın ajanlarıdır”, “Erdoğan’ın uzun eli imamlar, camiler” söylemleriyle adeta bir kampanyaya dönüştürdükleri propagandalarıdır. Türkiye karşıtlığının ve ‘Erdoğanfobi’nin alabildiğine hissedildiği bu propagandalar, en somut anlamda Diyanet camilerine, imamlarına ve Türkiye karşıtı faaliyetlere karşı sesini yükselten diğer Türk kurumlarına yönelik algı operasyonları şeklinde kendini gösteriyor.
Bu değirmene su taşıyanların en ön saflarında ise 15 Temmuz sonrasında “Erdoğansız bir dünya görecektim; 15 Temmuz’un başarısız olmasına üzüldüm” diyen, Hollanda’daki ırkçı parti (PVV) lideri Geert Wilders, CDA, CU, SGP gibi Hıristiyan partiler ve onlara malzeme temin eden FETÖ elemanları geliyor.
Halbuki Diyanet camilerinin radikallikten uzak bir İslam yorumuna sahip olduğu, ilgili raporlarda sürekli vurgulanan bir olgu. Hatta geçmiş dönemlerde Diyanet anlayışının –aslında Anadolu İslam yorumunun- gençleri radikal akımlardan koruduğunu birçok kez ifade eden, bizzat Parlamento’ya Diyanet imamları ile alakalı önergeyi veren Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDA) yöneticileri olmuştur. Bugün ise bu parti, Diyanet karşıtı kampanyanın bayraktarlığını yapıyor.
Öyle görülüyor ve anlaşılıyor ki Diyanet imamları konusu, son yıllarda Avrupa’nın en önemli sınavlarından birini oluşturuyor. 15 Temmuz sonrasındaki konjonktürde, bu sınavın verildiği en hararetli ülkelerden biri Hollanda. Hollanda parlamentosunun kabul ettiği Diyanet imamları kararı, şu an için senatonun önünde. Hollanda Başbakanı Rutte’nin söylediği gibi uygulaması zor olan bu yasayı, senatonun onaylamayacağını umuyoruz. Şayet senato onaylar ve yasa yürürlüğe girerse, diğer AB ülkelerinde de benzer kararların alınması hızlanacaktır.
Bu durumda Türkiye’nin ve Diyanet’in, bir yandan özgürlükler ve din özgürlüğü perspektifinden Avrupa’nın/Hollanda’nın yüzüne usulünce ayna tutup bu tür kararları engellemeye çalışırken, diğer yandan da bütün olasılıklara yönelik alternatif planlar geliştirmesi elzemdir.
Prof. Dr. Özcan Hıdır. Rotterdam İslam Üniversitesi ve İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde öğretim üyesidir
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Rusya-Batı gerginliği: III. Dünya Savaşı mı, II. Soğuk Savaş mı?



Rusya-Batı gerginliği: III. Dünya Savaşı mı, II. Soğuk Savaş mı?

Rusya’nın yeniden uluslararası arenaya döndüğü hususunda herkes neredeyse hemfikir. Herkesin şimdilerde neredeyse hemfikir olduğu bir başka konu ise “Soğuk Savaş” atmosferinin de geri dönmüş olması.
Rusya-Batı gerginliği: III. Dünya Savaşı mı, II. Soğuk Savaş mı?

İSTANBUL - Doç. Dr. Fatih Özbay
Vladimir Putin 2000 yılında Rusya Federasyonu devlet başkanlığı görevine seçildiğinde, Rusya içinde ve dışında bir çok kimsenin kafasında “Kim bu Putin?” ve “Rusya nereye gidiyor?” gibi sorular bulunmaktaydı. Putin’in Kremlin Sarayı’ndaki makamında törenle göreve başlamasının üzerinden 16 yıl geçti. Anayasal zorunluluktan dolayı 2008-2012 yılları arasında görevi Dmitry Medvedev’e devretmesinin dışında, Putin hep Rusya’nın kaptan köşkündeydi. Medvedev’in başkanlığı döneminde icra ettiği başbakanlık görevinde de perde arkasındaki esas patronun Putin olduğunun herkes farkındaydı.
İçeride güçlü ve kararlı politikalarla siyasi düzen sağlanırken, dışarıda petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki rekor artışla birlikte ekonomik rahatlamanın da yolu açıldı. Bu sayede, 1990’ların politik ve ekonomik anlamda gerçekten çalkantılı ve sıkıntılı yıllarından sonra, 2000’lere Putin ile giren Rusya eski güçlü ve nüfuzlu yıllarını yeniden hatırlamaya başladı. Rus halkının beklentilerine hitap eden karizmatik liderlik özelliklerinin de yardımıyla Rus kamuoyunun olağanüstü desteğini arkasına alan Putin, Rusya’yı yeniden uluslararası sahneye geri döndürmeyi gerçek anlamda başardı.
Günümüzde Rusya’nın yeniden uluslararası arenaya döndüğü hususunda herkes neredeyse hemfikir. Herkesin şimdilerde neredeyse hemfikir olduğu bir başka konu ise Rusya’nın dönüşü ile birlikte, tarih kitaplarında kaldığını zannettiğimiz 1947-1991 arasındaki “Soğuk Savaş” atmosferinin de geri dönmüş olması. Artık “İkinci Soğuk Savaş” diye tabir edebileceğimiz bu atmosferin yerini sıcak bir çatışmaya bırakma ihtimali ciddi şekilde konuşulur hale geldi. Geçen yüzyılı adeta ipotek altına alan “Birinci Soğuk Savaş”, tüm soğukluğuna rağmen dünyayı bir “Üçüncü Dünya Savaşı” içine sürüklemedi. Acaba şimdilerde yaşanan “İkinci Soğuk Savaş” dünyayı “Üçüncü Dünya Savaşı”na sürükler mi?
Bu duruma gelinmesinde hem Batı’nın hem de Rusya’nın büyük payı var. Batı, Soğuk Savaş sonrası Rusya’ya, komünizmin son kalıntılarını da üzerinden atmış, ortaklık kurulacak yeni bir ülke olarak değil, ideolojik rakibi Sovyetler Birliği’nin her anlamdaki doğal varisi gözüyle baktı. Moskova’nın tüm itirazlarına rağmen, AB’nin ve özellikle NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesi, tartışmanın temel sebebini oluşturuyor. Rusya’nın eski nüfuz ve etki alanlarındaki ülkelerde yaşanan Batı destekli iktidar değiştirme operasyonları da bu tartışmayı iyice alevlendirdi. Bunun yanı sıra, eski süper güç Sovyetler Birliği’nin varisi olan Rusya’nın zaman zaman açık veya kapalı şekilde aşağılamalara maruz bırakılması bardağı taşıran hamleler oldu.
Bu hamleleriyle Batı, Rusya’ya, Soğuk Savaş’ın aslında bitmediğini düşünmekten başka bir seçenek bırakmadı. İçeride düzeni sağlayan, ekonomik olarak da kendine gelen Rusya ise yeniden kazandığı özgüvenle, Putin’in liderliğinde en iyi bildiği “sert güç” politikalarına başvurmaya başladı. İster intikam duygusu, ister rövanş alma isteği, isterse hak ettiği dikkat ve saygıyı üzerine çekme isteği olsun, Gürcistan, Ukrayna, Kırım, Baltık, Karadeniz ve son olarak Suriye konusunda Moskova’nın attığı adımlar, bunun tipik sonuçlarını oluşturuyor.
Kısaca özetlediğimiz bu karşılıklı çekişmenin neticesi olarak, Rusya-Batı ilişkilerinde Soğuk Savaş döneminden bu yana tanık olunmayan ölçüde kötüleşmeye şahit olmaktayız. Soğuk Savaş döneminin en ciddi krizi olan Küba Krizi’ni bile atlatmayı başarabilen ve “Kırmızı Hat” gibi iletişim kanallarıyla asgari iletişim ve güven atmosferinde kalmayı başarabilen taraflar arasında, artık neredeyse topyekûn güven kaybı gözlenmekte. Taraflar binlerce asker ve silahın katıldığı tatbikatlarla birbirlerine gözdağı veriyor. Soğuk Savaş döneminde hiç olmadığı kadar, savaş uçakları ve savaş gemileri birbirlerine tehlikeli şekilde yakınlaşıyor. Taraflar birbirlerini hedef alan füze sistemlerini yerleştirmek için yarışıyor. Siyasi açıklamalar hiç olmadığı kadar ağır ve sert mesajlarla dolu. Ekonomik ve siyasi ambargolara çok kolay başvurulur hale gelindi. Bazı NATO ülkelerinde, olası tehditlere karşı seferberlik ve sivil savunma faaliyetleri yeniden gündeme gelmeye başladı. Rusya’da ise nükleer saldırı da dahil, olası bir savaşa yönelik savaşa hazırlık denetimleri yapılmaya başlandı.
Tüm bunlar devam ederken, Soğuk Savaş’tan farklı olarak, günümüzde taraflar arasında siber saldırılar, dezenformasyon, ekonomik önlemler ve diplomatik hamleleri de içine alan ‘hibrid’ bir savaş yürütülmekte. Uluslararası gündemin en önemli maddesi olan Suriye konusunda, başlangıçta ‘uluslararası terörizmle mücadele’ çerçevesi içinde kısmi bir diyalog varken ve halâ müzakere masasına oturabiliyorlarken, Halep bombardımanlarını gerekçe göstererek ABD’nin Rusya ile müzakereleri askıya alma kararı sonrasında bu zemin de ortadan kalkmış oldu. Rusya’nın, nükleer silah yapımında kullanılabilecek düzeyde zenginleştirilmiş fazla plütonyumu imha etmek için ABD ile yapılan anlaşmayı askıya alması da bu kötü gidişatın duraklarından sadece birisi. Suriye krizi başladığı andan beri Akdeniz’e adeta askeri yığınak yapan Rusya elindeki tek uçak gemisini bölgeye gönderme kararı alarak tansiyonu daha da artırdı. Son olarak, kuruluşundan beri geçen 107 yıl içinde ilk defa basına mülakat veren İngiltere’nin MI5 Direktörü’nün “Rusya’nın İngiltere’nin istikrarına yönelik giderek artan bir tehdit haline geldiğini ve Moskova’nın, elindeki bütün imkanları ve karmaşık yöntemleri kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalıştığını” açıklaması endişeleri daha da artırdı.
Akıllarda ister istemez şu iki soru var: Bu gerginlik ikinci bir soğuk savaşın mı yoksa üçüncü bir dünya savaşının mı işareti? Yukarıda çizdiğimiz tabloya bakarak kafamızda adeta Putin’in Kremlin’deki makam odasında ünlü Rus yazar Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanının sadece “Savaş” kısmını okuduğunu canlandırmak mümkün. Acaba öyle mi? Putin, 2014 yılında Federal Konsey’de yaptığı bir konuşmasında “Yayı sonuna kadar gererseniz bir gün gelir çok güçlü şekilde geri size çarpar” demişti. Moskova’ya bakılırsa Batı dünyası Rusya ile arasındaki yayı gereğinden fazla gerdi. Şimdi Moskova yayı bırakırsa, güçlü bir şekilde geriye çarpma ihtimali var. Kendi penceresinden bakan Rusya, bu durumda Batı’nın yayı gerdirmeyi bırakmasını istiyor. Yani Batı’nın kendisini dinlemesini ve anlamasını talep ediyor.
Putin’in yay benzetmesi Rusya açısından durumu açıklayabilir ama karşımızda tek taraflı bir eylem yok. Aksine, ortadaki ipi tüm güçleriyle kendilerine çeken ve adeta kopma noktasına getiren iki taraflı bir eylem var. İpin tam ortasından kopmasıyla birlikte iki tarafın da istemedikleri bir duruma düşmeleri mümkün hale geldi. Ancak bir durum var: Öncelikle günümüzde tarafları savaşa motive edecek Soğuk Savaş dönemi gibi keskin kutuplu ideolojik bir ortam yok. En azından Rusya için ideolojik bakışın olmadığı kesin. Diğer taraftan Rusya, selefi Sovyetler Birliği’nin bir zamanlar sahip olduğu ne askeri ne de politik güce sahip. Bütün NATO ülkeleri bir tarafa, Rusya tek başına askeri anlamda ABD ile bile kıyaslanmayacak kadar zayıf durumda. Ülke, petrol fiyatlarının düşmesi, Ukrayna olayları ve Kırım’ın ilhakı sonrası ilan edilen yaptırımlardan dolayı hiç olmadığı kadar ekonomik sıkıntı içerisinde. Böyle bir durumda Rusya’nın topyekûn bir savaşı gündeme alması Putin’in “Rus ruleti” oynamasından farksız. ABD ve Avrupa’nın oluşturduğu Transatlantik blokunda da Rusya’ya karşı ortak ve net bir politika da gözlenmiyor. Öyleyse neden ilişkiler bu kadar gergin?
Öncelikle, Rusya açısından başta ABD ile olmak üzere, Batı ile üst perdeden gergin ilişkiler ekonomik anlamda sıkıntıda olan iç kamuoyunu tatmin ve konsolide etmeye yönelik. Bir başka açıdan, Rusya eski yerini yüksek sesle talep ediyor. Diğer taraftan, Rusya uzun bir süredir seçim atmosferinde olan ABD’nin yeni yönetim oluşmadan ciddi bir adım atamayacağını biliyor. Aslında bu tartışmalarla, yeni ABD yönetimine şimdiden dolu bir gündem ve pazarlık dosyaları hazırlıyor. Yeni oluşacak yönetimle ise pekala yeniden bir ‘reset politikası’ başlatılabilir. Zaten ilk reset politikası, tam da Hillary Clinton Dışişleri Bakanı görevindeyken 2009 yılında başlatılmıştı.
Rusya’nın kara günler için biriktirdiği paralar hızla tükeniyor. İçeride ekonomik sıkıntı artarken geniş çaplı bir savaş ortamı, Putin’in 2000 yılından beri dantel gibi ördüğü rejiminin altındaki zemini beklenmedik şekilde çökertebilir. Ekonomik ve askeri anlamda Rusya, Batı karşısında göründüğünden daha zayıf ve tek başına karşı koyamayacak pozisyonda. Geleneksel müttefiki olarak gördüğü Çin gibi ülkelerden beklediği desteği de alamayabilir. Her şeye rağmen böyle bir genel savaştan zaferle bile çıksa, bu zafer yıkıcı büyüklükteki kayıplar pahasına kazanılan bir Pirus zaferinden başka bir şey olmayacaktır. Batının veya NATO’nun amacı da topyekûn bir savaştan çok caydırıcılık olarak görünmekte.
Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde Kremlin’den kulislere yansıyan bir olayı hatırlamak yerinde olacak. Son zamanlarda Karadeniz’in uluslararası sularında Rus ve ABD savaş uçakları birbirlerine tehlikeli mesafede yanaşarak uçmaktalar. Bir Rus savaş uçağının tehlikeli şekilde yakınlaşması sonrasında, Kremlin’deki bir toplantıda, üst düzey isimlerden birinin ABD’yi kast ederek “Bunu hak ediyorlar” demesi üzerine Putin “Vı s uma saşli?!”, yani “Çıldırdınız mı?!” diye tepki göstermiş. Buradan şunu anlayabiliriz: Ülkenin iç ve dış durumu Kremlin’deki şahinleri halâ makul düşünmeye zorluyor. Bu da bize üçüncü bir Dünya Savaşı’na gireceğimizi değil, fakat ikinci bir Soğuk Savaş dönemine girmiş olduğumuzu gösteriyor.

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts