Wednesday, 16 November 2016

Latin Amerika Trump’tan ne bekleyebilir?


Latin Amerika Trump’tan ne bekleyebilir?

ABD’nin, arka bahçesi kabul edegeldiği Latin Amerika'da hükümetlerin doğrudan askeri müdahalelerle olmasa da uyduruk yolsuzluk iddialarıyla devrilmesini önceleyen politikalardan kolay kolay vazgeçmeyeceği anlaşılıyor.
Latin Amerika Trump’tan ne bekleyebilir?
İSTANBUL - Akın Özçer
Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika’ya yönelik politikasını, bir Cumhuriyetçi olan Başkan James Monroe’nun adıyla anılan yaklaşık iki yüzyıllık doktrin oluşturuyor. Monroe, 2 Aralık 1823’te Kongre’de yaptığı konuşmada, ABD’nin, sömürgesi olmaktan kurtulduğu Avrupa’nın bir daha kendi içişlerine karışmasını kabul etmeyeceği gibi, Amerika kıtasındaki diğer bağımsız devletlerin içişlerine karışmalarını da kendisine yönelik düşmanca bir eylem olarak niteleyeceğini açıkladı.
Bu doktrin ilk planda belki Washington’un, bağımsızlığını kazanan Latin Amerika ülkeleriyle birlikte Avrupalı sömürgecilere karşı dayanışma içine girmesi demekti. Ama bu dayanışma ya da daha açık bir ifadeyle Latin Amerika’nın Washington’un himayesine girmesi, zamanla bu ülkeler üzerinde, Yeni Kıta’nın en güçlü devleti olarak ABD lehine bir tür “vesayet” sistemi kurulmasının da yolunu açtı. Nitekim bir başka Cumhuriyetçi Başkan Theodore Roosevelt 1904’te Kongre’de yaptığı konuşmayla, Monroe doktrinine resmen yayılmacı bir içerik (Corollary to the Monroe Doctrine) de kazandırmış oldu.
Roosevelt’in mimarı olduğu yeni Latin Amerika politikası (Big Stick), bölgedeki ülkelere sopa gösterilerek Washington’un isteklerini sert güç kullanmaya gerek kalmadan yapmalarını sağlamaktan ibaretti. Ama uygulamada sopa göstermek yeterli olmadığından olsa gerek, ABD ekonomik krize (hatta 1933 yılına) kadar, bazı bölge ülkelerine (Meksika, Haiti ve Nikaragua) askeri müdahalede de bulundu. Ardından Demokrat Başkan Franklin D. Roosevelt dönemi ile birlikte ‘iyi komşuluk’ ilişkileri devreye girdi ama bu politika çok da uzun sürmedi. Savaş ertesinde şekillenen ideolojik çift kutuplu dünya, ABD’nin Monroe doktrinini en müdahaleci yorumuyla uygulamasının yolunu açtı.
ABD’nin ideolojik savaştaki ilk müdahalesi, Fidel Castro’nun Küba devrimine karşı gerçekleşti. Demokrat Başkan John F. Kennedy döneminde, sürgündeki Kübalıların Domuzlar Körfezi’ne (Playa Giron) gerçekleştirdiği çıkarma ve işgal girişimine askeri destek verildi. Washington bundan sonraki dönemde de Latin Amerika ülkelerinde sadece devrimle (Nikaragua) değil, ayrıca seçimle (Şili) de iktidara gelen sol hükümetlere karşı, Moskova eksenine kaymalarını önlemek gerekçesiyle, CIA ve diğer gizli servisleriyle kanlı askeri darbeler düzenledi, faşist hükümetler ve diktatörlükler kurdurdu. Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan döneminde Nikaragua’da olduğu gibi, rejim karşıtlarını askeri olarak destekledi. Hatta bu nedenle 1986’da Lahey Adalet Divanı tarafından mahkûm da edildi. ABD’nin Sovyetler Birliği (SSCB) yıkılıncaya kadar, Latin Amerika ülkelerine yönelik siyasi ve askeri müdahaleleri o kadar çok ki hepsini özetle aktarmak bile mümkün değil.

Monroe doktrini bitti mi?

Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte Sovyet bloğunun çökmesi, 90’lı yıllardan itibaren Washington’un bölge ülkelerine ideolojik gerekçelerle müdahalelerini azalttı belki ama hiçbir Amerikan siyasetçisi 18 Kasım 2013’e kadar Monroe doktrininin sona erdiğine ilişkin bir açıklama yapmadı. O tarihte ise Demokrat Dışişleri Bakanı John Kerry, Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OEA) Washington’da yaptığı toplantıda açıkça “Monroe doktrini bitti” dedi ve bundan böyle hükümetinin bölgede ortak çıkarlara dayalı ikili ilişkiler geliştirmekten yana olduğunu vurguladı. Çoğunluğu Cervantes’in dilinde konuşan muhataplarına hoş görünmek için de bu yeni politikayı İspanyolca “La unión hace fuerza” (Birlik güç getirir) sözleriyle vurguladı.
Başkan Obama’nın, esasen Cumhuriyetçilerin hayata geçirdiği ve “Big Stick” politikasıyla daha da sertleştirdiği Monroe doktrinine son vermek istemesi olumlu bir gelişme olmakla birlikte, Demokratların neden bu kadar beklemiş olduğunu da açıklamıyor. Cumhuriyetçi başkanlar döneminde Latin Amerika’ya müdahalelerin en sert örneklerine rastlandı belki ama Demokratların “Latin Amerika ABD’nindir” anlamına gelen “Amerika Amerikalılarındır” düsturuna temelden karşı olduklarını söylemek hiç kolay değil.
Amerikalı strateji uzmanı gazeteci Wayne Madsen, John Kerry’nin söz konusu açıklamasının gerçeği yansıtmadığını söylüyor. Madsen “Monroe doktrini Obama doktrini oldu” (Monroe Doctrine becomes the Obama Doctrine) başlıklı yazısında özetle ABD’nin Obama ile Latin Amerika’ya müdahaleden vazgeçmediği, sadece yöntem değiştirdiği görüşünü savunuyor. Söz konusu olan Monroe doktrininin sadece yeni sürümü, yeni bir politika değil.

'Beyaz eldivenli darbe'

ABD’nin Latin Amerika politikası hakkında Şili asıllı İspanyol Profesör Marcos Roitman Rosenmann’ın da benzer bir görüşü var. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, Latin Amerika’da askeri darbelerin sona erdiği, nispi bir sükûnet döneminin yaşandığına işaret eden Profesör Roitman’a göre, ABD ile bağlantılı küresel güçler ya da çok uluslu şirketler, uluslararası banka ve kuruluşlardan oluşan Troika, Madsen’in söz ettiği yeni kuşak darbeleri çoktan başlatmış bulunuyor. “Karanlık Zamanlar” (Tiempos de Oscuridad) başlıklı kitabında, yeni kuşak darbeleri “beyaz eldivenli darbe” (golpe de guante blanco) olarak adlandıran Roitman, psikolojik savaş ve medya silahını kullanan bu darbelerin hedefinin, düşman ülkelerin siyasi ve ekonomik istikrarını bozmak olduğunu vurguluyor.
Profesör Roitman’a göre, beyaz eldivenli ilk darbe, Cumhuriyetçi Başkan George W. Bush döneminde, Venezuela’da Chávez rejimine karşı 2002’de sahneye konuluyor ama bilindiği gibi başarıya ulaşamıyor. Burada altının çizilmesi gereken husus, yeni kuşak darbelerin ilk örneğinin Demokratlar değil Cumhuriyetçiler tarafından uygulamaya konulmuş olması. Bu darbeyi, 8 Kasım’da Demokratların başkan adayı olan, dönemin New York Senatörü Hillary Clinton coşkuyla desteklemiş olmakla birlikte, yeni kuşak darbelerin Demokratlara özgü bir yöntem olduğunu söylemek de çok kolay değil.
Bununla birlikte, yeni kuşak darbelerin diğer örneklerine Obama döneminde rastlandığı da bir gerçek. Bunlardan ilki Bayan Clinton’un Dışişleri Bakanlığı döneminde, Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya’ya karşı 2009’da düzenlenen darbe. İkincisi de yine Bayan Clinton’un bakanlığı döneminde, Paraguay’ın karizmatik Devlet Başkanı Fernando Lugo’nun Kongre tarafından 2012’de görevden uzaklaştırılması ki Latin Amerika’da ilk “Meclis darbesi” olarak biliniyor. Üçüncüsü ve uluslararası alanda en çok konuşulanı, Brezilya Devlet Başkanı Bayan Dilma Rousseff’in, Paraguay’da olduğu gibi, Kongre tarafından “impeachment” (azil) yöntemi işletilmek suretiyle görevden alınması. Bu son darbe, Kerry’nin Monroe doktrininin bittiğine ilişkin sözlerini tartışılır kılıyor kuşkusuz.

Trump nasıl bir Latin Amerika politikası izler?

Buraya kadar özetlediklerimizden, ABD’nin arka bahçesi kabul edegeldiği Latin Amerika’da, Amerikan çıkarlarına aykırı hareket ettiği değerlendirilen hükümetlerin, eskisi gibi doğrudan askeri müdahalelerle olmasa da uyduruk yolsuzluk iddialarıyla, Meclis’teki muhalefet ve yargı kullanılmak suretiyle devrilmesini önceleyen politikalardan kolay kolay vazgeçmeyeceği anlaşılıyor.
Başkan Trump’ın Latin Amerika politikasında ön plana çıkan iki önemli konu var: Küba’ya açılımın geleceği ve Meksika’dan yasa dışı göçün durdurulması; bu amaçla sınıra duvar çekilmesi ve maliyetinin Meksika’ya ödettirilmesine ilişkin sözleri. Bu ikinci konu özünde Latin Amerika politikasına değil, iç politikaya yönelik bir unsur olsa da, Trump’ın söylediği rencide edici sözler sadece Meksika’da değil, ayrıca Latin dünyasında da olumsuz karşılanmıştı. Meksika Devlet Başkanı Enrique Peña Nieto Trump’ın sözlerini Hitler ve Mussolini’nin seçim kampanyalarında sarf ettikleri sözlere benzetmiş, Peru’lu mevkidaşı Pedro Pablo Kuczynski Amerikan-Meksika sınırına duvar çekilmesine BM dâhil her platformda karşı çıkacaklarını vurgulamıştı. Ancak Başkan Peña Nieto, seçimin ardından telefonla kutladığı yeni Başkan’la ikili ilişkileri ele almak üzere, geçiş döneminde (20 Ocak'a kadar) bir araya gelme konusunda uzlaştıklarını açıkladı.
Küba konusuna gelince, Trump başlangıçta ilişkilerin canlandırılmasına sıcak bakarken, bu tutumunu Cumhuriyetçilerin geleneksel seçmeni olan Miami’deki Castro karşıtı Küba kökenli Amerikalılara hoş görünmek için değiştirmiş ve seçilirse ambargonun devamından yana tutum alacağını beyan etmişti. Ancak BBC’ye konuşan Florida Üniversitesi Latin Amerika tarihi Profesörü Mike Bustamante’ye göre, Trump’ın ambargo lehindeki sözleri seçim manevrası niteliğinde. Çünkü şirketleri Küba’ya 1998’den beri ilgi duyuyor ve ambargoyu da defalarca delmiş bulunuyor. Dolayısıyla Kübalıların Trump döneminde açılımdan geri adım atılacağına ilişkin kaygıları yersiz olabilir.
Sonuç olarak, Donald Trump’ın Latin Amerika politikasında, genelde dış politikasında olduğu gibi, bazı belirsizlikler var. Yeni başkanın danışmanlarından Joe Schultz’un Latin Amerika politikasına ilişkin olarak verdiği ipucu şu cümleden ibaret: “Her ülkeyle ayrı ayrı ve saygı göstererek politika geliştirmek.” Bu aslında Trump’ın dünyaya bakışını özetleyen “America first” yaklaşımının Latin Amerika’ya yansımasından başka bir şey değil. Trump’ın ABD’yi mümkün olduğu ölçüde içe döndüreceği ve dünyada daha az müdahaleci olacağı beklenebilir. Ama bu içe dönüşün Monroe doktrininin yeni sürümlerini tümüyle askıya alıp almayacağını zaman gösterecek.

Arakan: Zulmün bitmediği coğrafya

Arakan: Zulmün bitmediği coğrafya

Myanmar’ın batısında Bengal Körfezi'ne bakan Arakan eyaletinde devam eden şiddet olaylarına son günlerde yenileri eklendi.
Arakan: Zulmün bitmediği coğrafya
Arakan eyaletinde bir ayı aşkın süredir yine gerginlik hakim. Aslında son dört yıldır zaman zaman düşük bir profil sergilemekle birlikte, gerginliğin bitmediği, bölgedeki Müslümanların baskı ve şiddet ortamından uzaklaştırılamadığı bir bölge Arakan.
9 Ekim’den bu yana gerçekleşen hadiselerin önceki dönemlerden ayrılan yönleri olduğu görülüyor. İlki coğrafi konumu itibarıyla çatışmaların halkın önemli bir bölümünün yaşadığı eyalet başkenti Sittwe çevresinde değil de, eyaletin ve dolayısıyla Myanmar’ın Bangladeş’le sınır bölgesinde gerçekleşiyor olması. Bir diğer husus ise operasyonlarda hedef alınan kişilerle ilgili olarak resmi makamlarca ilk kez 'isyancı' kavramının kullanılması. 
2012 yılı mayıs sonu ve haziran ayında uluslararası medyaya yansıyan şiddet olayları eyalet başkenti Sittwe ve civarında gerçekleşmişti. Son olaylar ise Arakan eyaleti ile Bangladeş sınırında meydana geldi. Burası Arakanlıların Bangladeş’e yasa dışı yollardan geçiş güzergahı olması yönüyle dikkat çeken bir bölge. Sınır bölgesi olmanın getirdiği zorlukların dışında hem Bangdaleş hem de özellikle Myanmar resmi makamlarının Arakanlılara yönelik yaklaşımları bu toplumun çilesini daha da artırıyor.

Maruz kalınan baskılara tepki

Myanmar resmi makamlarından yapılan açıklamalarda, Bangladeş’ten sınırı geçen birkaç yüz kişilik bir grubun üç polis noktasına saldırdığı bildirildi. Böylesi bir saldırı ilk defa gerçekleştiriliyor. Bununla birlikte saldırıyı gerçekleştiren grubun, daha çok kesici türden silahlara sahip olması ve saldırdıkları polis noktalarındaki güvenlik güçlerinin silahlarını almaları, olayın, kapsamlı ve büyük çaplı bir organizasyondan ziyade maruz kalınan baskı ve zulümler sonrasında ortaya konulan bir tepki olduğunu düşündürüyor.
Arakanlı oldukları tahmin edilen bu grubun saldırısının ardından, güvenlik güçlerinin takviye edilmesi ve bölgede Müslüman kitleleri hedef alan bir operasyona başlanması çeşitli insan hakları örgütlerince yine bir baskı ve şiddet ortamının doğabileceği uyarılarını da beraberinde getirdi. Son günlerde bölge halkının köylerini terk ederek kaçmaları da bu kaygıları teyid eder mahiyette.
‘Sınırın öte yakasından yapılan saldırı’ olgusu, bölgede yeni bir gelişme olarak değerlendirilmeli. ‘Sınırın öte yakası’ denilerek esasında kastedilen Bangladeşliler değil, aksine Arakanlı Müslümanlar. Ancak bunun bir tür kafa karışıklığına yol açması da mümkün. Arakan eyaletinde yaşanan zorluklardan kaçanlar, sınırın öte yakasında Bangladeş'te Cox’s Bazar şehrine kadar olan bölgede, örneğin Kutupalong, Nayapara, Leda Site yerleşim yerlerinde hayat sürmeye çalışıyorlar. Kaldı ki Arakan’dan Bangladeş’e göç son dört yılda yaşananlarla sınırlı değil. 1980’li yıllardaki şiddet dalgası önemli bir göç hadisesinin yaşanmasına neden olmuştu.
Bu göçlere rağmen, sınırın öte yakasında, yani Bangladeş’te yaşamın tatminkar olduğu soucu çıkarılmamalı. Yoğun nüfuslu Bangladeş’te işsizlik ve yoksulluk kadar mevcut hükümetin zaten ülkedeki belli başlı Müslüman gruplara yönelik baskıcı tutumu, yanı başındaki göçmen Müslümanlara yönelik politikalarını da şu veya bu şekilde etkiliyor. Ayrıca, ‘komşu ülke’ Myanmar yönetimiyle aranın bozulmaması çabasının da bu politikada bir rolü var.

2012 sonrası süreç

2012 yılında yaşananlardan sonra uluslararası kamuoyunun verdiği tepkiler karşısında dönemin Devlet Başkanı Thein Sein'in, Arakanlı Müslüman toplumla ilgili olumlu değişiklikler olacağı 'sözü' yerine getirilmedi. Bu çerçevede, aradan geçen üç yılı aşkın zamanda Arakanlı Müslümanların konumunda bir iyileşmeden bahsetmek maalesef mümkün değil. Şehir ve kasabalardan çıkartılan Müslümanlar sığınmacı kampları adıyla anılan yerlerde sınırlı imkânlar ve haklarla yaşam sürmeye devam ediyorlar.
Durumun vahametinin diğer bir işareti, ülkede otuz yıl aradan sonra, 2014 yılında yapılan genel nüfus sayımında, farklı statüler altında kaydedilmeleri koşulu dışında Arakanlı Müslümanların sayılmaması. Ardından, yaklaşık yirmi yıl sonra, 2015 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimleri ‘demokrat’ ve ‘reformcu’ kimliğiyle öne çıkan Nobel ödüllü Su Çi’nin başında bulunduğu Ulusal Demokrasi Birliği'nin (NLD) kazanmasına ve Arakanlıların sorunlarına çare bulunacağı umuduna rağmen, bu süreçte olumlu herhangi bir adım atıldığına tanık olunmadı.
Aksine, Burma milliyetçisi Budistlerin önderliğinde zaman zaman yapılan gösteriler bir tehdit niteliği havasına bürünerek bir yandan Arakanlıları, öte yandan merkezi hükümet ve aralarında Birleşmiş Milletler de olmak üzere uluslararası camianın bölgedeki temsilcilerini hedef aldı.
Arakanlı Müslümanlar, karşı karşıya kaldıkları bunca mağduriyet ve zulmün sona ermemesi nedeniyle tek çare olarak takalarla denize açılarak kaderin onları götüreceği yere umutlarını bağladı. Bu arayışın en son ve bu süreçteki en önemli tezahürü de 2015 yılı mayıs ayında sayılarının binlerce olduğu ifade edilen teknelerle Hint Okyanusuna açılmaları oldu. Dünya kamuoyunun bu gelişmeden haberdar olması ise bölgedeki üç ülke yetkililerinin bu insanları sınırlarına kabul etmemesi sonucu gerçekleşti. Gelen tepkiler ve ilgili ülkelerin yetkilileri arasında başlatılan ‘kriz toplantıları’ sonunda denize açılan Arakanlıların az bir bölümünün Endonezya’nın Açe Eyaleti’nde kamplarda yaşamasına izin verildi.

Müslümanların can ve mal emniyeti yok

Bugün gelinen noktada Arakan eyaletinde sorunun devam etmesinde belirleyici olan bazı dikkat çekici faktörler var: Bunların başında, seçimler sonrasında eyalet yönetiminin bölgede yaşayan Budist kökenli Arakanlıların hakimiyetinde olması geliyor.
Merkezi hükümetin soruna çözüm perspektifli yaklaşmaması ve öyle ki, Su Çi’nin öncülüğünde, ülkenin dört bir yanında on yıllarca bağımsızlık veya otonomi talebiyle savaşan etnik gruplarla -1948 yılındaki bağımsızlık öncesi etnik yapıların ‘federal’ bir yapı altında birliğini sağlamaya yönelik konferansa atfen- 21. Yüzyıl Panglong Barış toplantılarına başlarken, Arakanlı Müslümanları bu oluşuma davet etmemesi, öte yandan Arakanlı Müslümanları temsil mahiyetinde ne ülke içerisinde, ki bu zaten mevcut şartlarda mümkün değil, ne de dışarıda siyasi bir yapının bulunmaması da mevcut durumun başlıca nedenleri arasında.
Bu ana başlıklar çerçevesinde ilk maddeye bakıldığında, bölgedeki Müslümanların canları ve mallarının güven altında olmadığı sonucu çıkarılabilir. Topraklarına el konulan, şehir ve köy yerleşimlerinden çıkartılan Müslümanlar haklarını arayabilecekleri bir merciden yoksunlar. Su Çi’nin barış görüşmeleri gibi ülkenin güven ve istikrarına büyük katkı yapacağına kuşku olmayan girişime Arakanlıları davet etmemesinin ardında ‘derin Burma’ milliyetçiliğinin baskısı bulunuyor. 

Sorun Myanmar'a terk edilemeyecek boyutta

Bu topluluğun, ülkedeki onlarca etnik yapı arasında yer almasına olanak tanınmıyor, aksine dışarlıklı ve yasadışı bir toplumsal grup olarak addediliyor. Bu nedenledir ki ‘vatansızlık’ olgusunun içerdiği ne kadar olumsuzluk varsa bununla yüzleşmek zorunda bırakılıyorlar. Arakanlı Müslümanlar kendilerini temsil edecek aktif bir yapıdan mahrumlar. 2012 yılında yaşanan gelişmeler sonrasında kimi girişimler çerçevesinde kurulan ve başkanlığına ABD’de öğretim görevlisi olan bir profesörün getirildiği ‘Arakan Rohingya Birliği’nden (ARU) ise ses çıkmıyor.
9 Ekim’deki saldırı ve devamındaki çatışmaları sürdürenleri, tüm bu ağır baskı altında ve çaresizlik ortamında bir çıkış arayışındakiler olarak değerlendirmek mümkün. Ancak Myanmar ordusunun varlığı ve bölgedeki diğer şartlar böylesi bir çıkışı olsa olsa ‘intihar saldırısı’ olarak adlandırmayı gerektiriyor. Arakan Müslümanlarının sorununun, Myanmar devletine terk edilemeyecek boyutta olduğu gün geçtikçe daha da iyi anlaşılıyor. Ancak bu sürecin ‘kanıksanmışlık’ gibi bir başka soruna evrilmesi ise en büyük tehlike olarak beliriyor.

'Müezzinler 'Allahu Ekber' nidalarına devam edecek'




'Müezzinler 'Allahu Ekber' nidalarına devam edecek'

Mescid-i Aksa'nın eski müdürü Bukeyrat, "Müezzinler 'Allahu Ekber' nidalarına devam edecek ve bu kanun Netanyahu'nun sandığı kadar kolay olmayacak." dedi.

'Müezzinler 'Allahu Ekber' nidalarına devam edecek'
İsrail'de camilerden hoparlörle ezan okunmasının yasaklanmasını öngören yasa tasarısına Filistinlilerin tepkisi devam ediyor.
Mescid-i Aksa'nın eski müdürü Nacih Bukeyrat, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ezanın Kudüs ve Filistin topraklarında 1400 yıldır susmadığını belirterek, "gürültü kirliliği" iddiasıyla gündeme getirilen tasarıya tepki gösterdi.
Bukeyrat şunları kaydetti:
"Ömer bin Hattab hicretin 15'inci yılında Filistin'i fethettikten sonra Kudüs'te ilk ezanı Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in müezzini Bilal bin Rabah okudu. O günden beri hiç susmadı. Ezan bu topraklarda Haçlı Savaşları döneminde bile kesintiye uğramadan 1400 senedir okunmaya devam ediyor."

"Bu kanun Netanyahu'nun sandığı kadar kolay olmayacak"

Ezanın sadece kelimelerden ibaret olmadığını, "İslam'ın şiarlarından biri" olduğunu dile getiren Bukeyrat, "gürültü" gerekçesine de karşı çıktı. Eski Aksa Müdürü, "İsrail polisinin gece gündüz devam eden gürültüleri, yerleşimcilerin Kudüs'te sabaha kadar süren kutlamaları gerçek gürültüdür. Neden bunlar durdurulmuyor? Kim ezandan rahatsız oluyorsa ezan olmayan bir yere gidebilir." diye konuştu.
Bukeyrat, tüm çabalara rağmen ezan yasağının uygulanamayacağını vurgulayarak "Müezzinler 'Allahu Ekber' nidalarına devam edecek ve bu kanun Netanyahu'nun sandığı kadar kolay olmayacak." dedi.

"Dini çatışmayı alevlendirmeye yönelik bir adım"

Irkçılığa Karşı Koalisyon Direktörü Avukat Nidal Osman da yaptığı yazılı açıklamada, "Başbakan'ın (Netanyahu) kanun tasarısını desteklemesi ülkedeki dini çatışmayı alevlendirmeye yönelik yeni bir adımdır." ifadelerini kullandı.
Muhabir: Said İbicioğlu

Tekfen'den 299 milyon dolarlık imza


Tekfen'den 299 milyon dolarlık imza

Tekfen İnşaat, Aramco ile 299,3 milyon dolarlık boru hattı proje sözleşmesi imzaladı.

Tekfen'den 299 milyon dolarlık imza

ANKARA
Tekfen İnşaat, 333 kilometre uzunluğundaki Yanbu-Cidde arası boru hattı projesinin inşaatı için 299,3 milyon dolarlık sözleşme imzaladı.
Açıklama, Tekfen tarafından Kamuyu Aydınlatma Platformuna (KAP) yapıldı.
Tekfen'in, 31 Ağustos'ta niyet mektubu imzalandığı duyurulan boru hattı projesine ilişkin açıklamasında, şu ifadelere yer verildi:
"Grup şirketlerimizden Tekfen İnşaat ve Tesisat A.Ş. ile Aramco arasında 31 Ağustos 2016 tarihli açıklamamızda niyet mektubu imzalandığı duyurulan, Yanbu - Cidde arasında toplam 333 km uzunluğundaki boru hattı projesinin inşaatı işinin toplam 299 milyon 312 bin ABD Doları bedelle anahtar teslimi olarak inşa edilmesi ve 47 ay sonunda teslim edilmesi konusunda nihai sözleşme aynı şartlar ve kapsam ile imzalanmıştır."
Muhabir: Murat Temizer

Yenilenebilir enerjide 18 bin megavat daha yolda


Yenilenebilir enerjide 18 bin megavat daha yolda

Türkiye'de orta vadede yenilenebilir enerji kaynaklarından 18 bin 23 megavatlık kapasite artışı gerçekleştirilmesi planlanıyor.
Yenilenebilir enerjide 18 bin megavat daha yolda
ANKARA
Türkiye'de orta vadede yenilenebilir enerji kaynaklarından 18 bin 23 megavatlık kapasite artışı gerçekleştirilmesi planlanıyor.
AA muhabirinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerinden derlediği bilgilere göre, Türkiye, zengin temiz enerji kaynaklarının kullanımını arttırmak ve yeni istihdam alanları oluşturmak için çalışmalarını sürdürüyor.
2002'de 12 bin 277 megavat olan olan yenilenebilir enerji kaynaklarının kurulu gücü yüzde 172 artarak 2016 Eylül sonu itibarıyla 33 bin 352 megavata ulaştı. Bu dönemde, yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektrik miktarı ise 34 milyar kilovatsaatten 70,2 milyar kilovatsaate çıktı.
Son dönemlerde Türkiye'deki toplam kapasitesi 18 bin 23 megavatı bulan yenilenebilir enerji kaynaklarına lisanslandırma ve ön lisanslandırma yapıldı. Bu kapasitenin bir kısmına ise proje onayı verilerek, orta vadedeki arz güvenliği hedefi güçlendirildi.
Mevcut yenilenebilir enerji kapasitesini daha da arttırmayı planlayan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, hidroelektrikte 6 bin 500 megavatı daha lisanslandırırken, 3 bin 500 megavatlık projeye de ön lisans verdi.
Güneş enerjisinde de 13 megavata sahip iki proje lisanslandırıldı. Toplamda 243 megavatlık 24 projeye ön lisans verilirken, 332 megavatlık 23 proje de önlisans alma aşamasına geldi. Ayrıca, güneş enerjisinde toplamda 4 bin 22 megavata sahip 4 bin 966 projeye de onay verildi.
Rüzgar enerjisinde devredeki 5 bin 218 megavatlık kapasiteye ek olarak, Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ) şu an tesis aşamasında olan 2 bin 500 megavatlık santrallere ilişkin bağlantı anlaşması imzaladı.
Öte yandan, jeotermal enerjide de 247 megavata lisans, 326 megavatlık kapasiteye de ön lisans verildi. Bu miktar, biyokütle kaynaklarında 140 megavat olarak planlandı.

Muhabir: Gülşen Çağatay, Zeynep Duyar

Tunus'un 'çöl sarayları'



Tunus'un 'çöl sarayları'

Tunus'un Medenin ve Tatavin şehirlerinde çöl sarayları olarak isimlendirilen yapılar, tarihte kabilecilik kültürünün etkin olduğu güney kentlerinin mimarisini yansıtıyor.
Tunus'un 'çöl sarayları'
MEDENİN - HEYSEM EL-MAHZİ
Tunus'ta güneyin kültür ve mimarisinden izler taşıyan 300 yıldan fazla süredir tarihe tanıklık eden saraylar, uzun yıllardır yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.
AA muhabirine konuşan Tunus Kültür Uzmanı Habib Alcan, yüzyıllar önce ilkel yöntemlerle inşa edilen yapıların, ülkenin güneydoğusunda yaşayan halkın geleneksel yaşam tarzını gözler önüne serdiğini, ataları ile tarihi ve kültürel bağlarını yansıttığını belirtti.
Medenin ile Tatavin arasında yaklaşık 160 saray bulunduğunu, en az 3 en fazla 6 katlı saraylarda genellikle 200-300 oda yer aldığını ifade eden Alcan, resmi kurumlar tarafından maruz kaldığı ihmale rağmen, evlerin mimari yapısının turist çekmeye devam ettiğini dile getirdi.

"Tarihi sarayların bir özelliği ise gıda depoları barındırması"

Bölgede yerleşimin 12. yüzyıla dayandığını, burada ilk evlerin 8 yüzyıl önce inşa edildiğini kaydeden Alcan, ancak bugün kurulu yapıların ömrünün henüz 300 yıllık olduğunu aktardı. 
Tunuslu Abdullah el-Mednini de önceden bina yapmak için tuğla ve çimento bulunmadığını, insanların evlerini kerpiçten yaptığını belirterek, söz konusu yapıların Tunus'ta eskiden hakim olan kabilecilik kültürünü yansıttığını ifade etti.
Her yapının sahibi olduğu ailenin adıyla anıldığını söyleyen Mednini, "Tarihi sarayların bir özelliği ise gıda depoları barındırması. Ekilen ve toplanan ürünler burada saklanırdı. Develerle taşınması ve boşaltılması kolay olduğu için buğday ve arpa gibi ürünler üst odalarda depolanır alt katlardaki odalarda ise başka tür yiyecekler bulunurdu." dedi.
Çöllük geniş araziler üzerine kurulu olduğu için Tatavin'deki yapıların birbiriyle arasının uzak olduğunu aktaran Mednini, yüksek bölgede kurulu Medenin'dekilerin ise birbirine bitişik ya da çok yakın olduğunu dile getirdi. 



Tunuslu mucitler İslam dünyasından destek bekliyor



Tunuslu mucitler İslam dünyasından destek bekliyor

Tunus'ta düzenlenen Teknoloji Forumu'na dikkat çekici çalışmalarla katılan genç mucitler, yeni projeleri için Ar-Ge (araştırma geliştirme) ve uygulama aşamalarında finansal destek bekliyor.
Tunuslu mucitler İslam dünyasından destek bekliyor
Tunus'ta düzenlenen Teknoloji Forumu'na dikkat çekici çalışmalarla katılan genç mucitler, yeni projeleri için Ar-Ge (araştırma geliştirme) ve uygulama aşamalarında finansal destek bekliyor.
Yenilenebilir enerji, Omega 3 ve güvenlik robotu gibi farklı alanlardaki çalışmalarıyla ödül alan Tunuslu mucitler, buluşlarından öncelikli olarak İslam dünyasının yararlanmasını istiyor.
Başkent Tunus'taki Teknoloji Forumu'nda kurumlar kategorisinde birinci seçilen güvenlik robotunun mucidi mühendis Enis Sahbani, AA muhabirine yaptığı açıklamada, geliştirdiği robotun büyük kurumlarda güvenlik amaçlı kullanıldığını belirtti.
Sahbani 150 kilogram ağırlığında, araba şeklindeki robotun, hektarlarca genişliğinde araziyi kontrol etme ve 5 kilometre mesafeye kadar bilgi ve uyarı aktarma özelliğine sahip olduğunu ifade etti.

"Biz Endülüs medeniyetinin torunlarıyız"

İslam dünyasında icat ve yeniliklere daha fazla destek olunması çağrısı yapan Sahbani şunları söyledi:
"Biz Endülüs medeniyetinin torunlarıyız. Çok büyük imkanlara sahibiz. Ancak şuna karar vermemiz gerekiyor: Teknolojiyi kendimiz mi üretip pazarlayacağız; yoksa telefon, televizyon ve diğerlerinde olduğu gibi başkalarından alıp kullanmaya devam mı edeceğiz? İslam dünyasında, gereken tüm imkanlar var. Ancak bunları teknolojik yenilikler için kullanamıyoruz. Gençler için bunları kullanmamız gerekir. Yakın çevremizde mucitlere karşı ilgi elbette var, ama özellikle Ortadoğu’da mucitler hak ettiği yeri bulamıyor."

Ton balığı artıkları ödül getirdi

"Omega 3" maddesi üzerinde yaptığı çalışma ve geliştirdiği formülle kişisel proje alanında birincilik ödülüne layık görülen Sami el-Kıtari ise çalışmasını Japonların Tunus'tan aldığı ton balıklarında kalan artıklar üzerine yaptığı araştırmayla gerçekleştiğini anlattı.
Kıtari, ödül aldığı çalışması hakkında şunları söyledi:
"Japonların Tunus'tan aldığı ton balığı üretimi sonrasındaki artık maddelerde, zengin oranda Omega 3 maddesi bulunduğunu fark ettik. Geliştirdiğimiz özel formülle var olan Omega 3 maddesinin dünya genelinde kullanıldığı şeklinden 5 kat daha fazla olduğunu, Fransa ve İspanya'dan ithal edilen, kolesterol tedavisinde kullanılan ve gıda tamamlayıcıları olarak alınan ürünlerden çok daha güçlü olduğunu bulduk. Amerika, Japonya ve Avrupa'dan patent aldık."
Avrupalıların kendisine bu proje için büyük teklifler sunduğunu, ancak çalışmasının İslam dünyasında kullanılması için doktora çalışması için bulunduğu Fransa'dan döndüğünü gururla anlatan Kıtari, "Fransa'da bana 'Burada kal sana 70 bin avro verelim, daha birçok imkan sağlayalım' dediler ancak buluşlarımın yalnızca Fransa adına çıkacağını öğrendiğim için bu teklifi kabul etmedim. Hatta bu yüzden doktora çalışmamı dahi yarıda bırakıp geldim." diye konuştu.

"İslam İşbirliği Teşkilatı özel bir birim oluşturmalı, fon ayırmalı"

Bilimsel araştırmaların önündeki en büyük engelin "ilgisizlik ve finans yetersizliği" olduğunu vurgulayan Kıtari, "İslam İşbirliği Teşkilatı bilimsel Ar-Ge çalışmaları ve yeni düşünceler için özel birim oluşturmalı, fon ayırmalı. Bu konuda Türkiye ve Tunus'un ortak çalışmasıyla her iki ülkenin de faydasına bir servet elde edilebilir." ifadeleriyle çözüm önerisinde bulundu.
Forumda dikkati çeken bir başka proje olan "yollara döşenecek silindirlerle elde edilmesi planlanan yenilenebilir enerjinin" mucidi Makram Kuştavi de çalışmasına ilişkin şunları anlattı:
"Proje yollara enlemesine döşenecek silindirlerden oluşuyor. Araçların üzerinden hızına etki etmeden geçebilecekleri silindirler araç geçerken aşağı yönde hareket ediyor ve enerji sağlıyor. Yoldan araçlar geçtikçe enerji sağlama imkanı doğuyor. Projem aslında basit, yüzde 70'lik kısmı mekanik aksamdan oluşuyor. Zor olan kısmı ise uygulamada devlete ihtiyaç duymamız. Çünkü böyle bir projeyi ancak devlet uygulayabilir."
Kuştavi ayrıca, enerji alanında iki patent sahibi olduğunu, bu projeye ilişkin çalışmaları tamamladıklarını söyledi.

ABD'de orta sınıf 'müesses nizamı' sarstı

ABD'de orta sınıf 'müesses nizamı' sarstı

Amerikan yönetiminin ve Amerikan ‘derin devletinin’ bütün uğraşlarına ve yıpratıcı algı operasyonlarına karşın Trump’ın seçimleri kazanmasının nedeni, artık izlenen politikaların Amerikan halkını rahatsız etmesi.
ABD'de orta sınıf 'müesses nizamı' sarstı
İSTANBUL - Prof. Dr. Hasan Köni
Kendi adlandırmasıyla 'iyi niyetli bir hegemon' olan ABD'de yapılan başkanlık seçimlerinin sonucu bütün dünyayı ilgilendiriyor. 1945’ten sonra İngiltere ile birlikte kurduğu dünya düzeninin ekonomisi ve siyaseti, hemen hemen bütünüyle Amerika tarafından yönlendiriliyor. Diğer güçlü ülkeler de olay çıkartıp savaşlara katılmalarına karşın, Latin Amerika’dan Asya’ya, Asya’dan Ortadoğu’ya kadar rejim değişiklikleri yapma kapasitesine sahip değiller. Ancak bu rejim değişiklikleri, vekaleten yapılan savaşlar, Amerikan Federal Bankası’nın faizle oynaması, bütün dünyayı etkilediği gibi, artık küreselleşen dünyada Amerikan halkını da etkiliyor. Hatta ekonomistler Amerikan ekonomisindeki gerilemeyi, dünyada ekonomik büyümenin duraksaması olarak yorumluyor. Bu nedenle Amerikan yönetiminin ve Amerikan ‘derin devletinin’ bütün uğraşlarına ve yıpratıcı algı operasyonlarına karşın Trump’ın seçimleri kazanmasının nedeni, izlenen politikaların artık Amerikan halkını rahatsız etmesi.

Sanders ile sonuç farklı olabilirdi

Yeni analizlere göre, Trump’ın karşısına Demokrat Parti’nin ikinci adayı Bernie Sanders’ın çıkmasıyla, Amerika’daki başkanlık seçimi belki başka sonuçlara ulaşabilecekti. Sanders sıkıntı içinde olan Amerikan orta sınıfına, Trump’ın bazı saçma analizleri dışında, aynı şeyleri söylüyordu. Amerikan orta sınıfı, özellikle beyaz orta sınıf, işlerini Meksika’dan, Asya’dan ve Ortadoğu’dan gelen göçmenlere kaybetmişti. Büyük işletmeler daha ucuza mal üretmek ve daha az vergi vermek için iş merkezlerini ve fabrikalarını ülke dışına taşımışlardı.
Genç bir lisansüstü öğrencisi iken 1970’lerde gittiğim Detroit kentinin girişinde “Sıfır kilometre buradan başlar” yazıyordu. Detroit Amerikan otomotiv endüstrisinin merkeziydi. Afro-Amerikalılar yüksek ücretlerle işçilik yapıyordu.1980’de büyük iş çevrelerinin baskısıyla yabancı arabalara Amerikan pazarı açılınca, çoğu işini kaybederek ülkenin başka yerlerine göç etmek zorunda kaldı. Amerikan iş çevreleri yurt dışında üretim ve yatırım yaparak büyük paralar kazanıyorlardı.
Eski federal banka yöneticisi Stiglitz, Amerikan halkının yüzde 1'inin yaratılan gelirin yüzde 99'unu aldığını, bu büyük gelir uçurumunun halk arasında bir ayrışma yaratacağını söylüyordu. Geleceğini içte ve dışta tehlikede gören toplumlarda görüldüğü gibi, Amerikan ve Avrupa halkları daha az liberal, hatta otoriter olabilecek rejimlere doğru bir kayma eğilimine girmiş bulunuyorlar.

Göçmenlere yönelik algı

Öte yandan II. Dünya Savaşı'ndan beri, Amerikan halkı dünyanın değişik bölgelerinde nedenini bilmediği savaşlara katılıyordu. Savaştan geri gelen alt ve orta sınıf mensuplarına olumlu bir ortam, yeni iş sahası yaratılmamıştı. Amerikan emekli asker ve gazileri ülkelerine döndüklerinde, Ortadoğu’da savaştıkları insanların benzerlerinin Amerika’da değişik bir sıfatla karşılarında olduğunu, kendi değişik kültürlerini Amerika içine yansıttıklarını düşündüler. Müslümanlar konusunda yapılan yoğun algı yönetiminden sonra, Ortadoğu göçmenlerinin teröristlerle bir tutulan imajları ve Amerika içinde zaman zaman meydana gelen terör olayları bu düşünceyi güçlendiriyordu.
Trump’ın Müslüman göçmenlerin artık kabul edilmeyeceklerini söylemesi bu algıya dayanıyor. Trump’ın “Önce Amerika” ifadesinden, “Amerika’yı eskisi gibi yine büyük yapacağız” sözlerinden Amerikan orta sınıfı, üretimin tekrar Amerika’ya geri getirilerek iş hacminin gelişmesini ve yeniden işsiz kalmayacağını anlıyordu. Amerika’nın eskisi gibi büyük olması ise beyaz Protestan Amerikan yapılanmasının yeniden ihya edilmesi anlamına geliyordu. Müttefikler için yapılan askeri harcamaların geriye çekilmesi ise Amerikan alt yapısına, eğitimine, sağlık sorunlarına yatırım yapılacağı müjdesi veriyordu. Tekno-yarışmacı bir dünyada Amerikan askeri harcamalarının eğitim harcamalarından altı misli fazla olması, gelecek nesillere pek umut vermiyordu. Beyaz Amerikalılar seçim sandığına bu yüzden koşarak gittiler.

Sınıfsal çatışmadan ırk eksenli çatışmaya

Trump’ın, Amerikan yerleşik düzeninin bir parçası olan iş çevreleri, onlara bağlı medya ve nihayet derin devlet tarafından şeytanlaştırılarak bizim ülkemize kadar yayılan kötü bir imajı olduğu görülüyor. Kadınlara karşı söylemleri, Müslüman göçünün karşısındaki tutumu, Meksika sınırına duvar örülmesi saçmalığı gibi.
Amerikan yönetiminin beyaz orta sınıfın öfkesini, ezikliğini göz ardı ederek aşırı biçimde kutuplaştırdığı Amerikan halkı, bu sefer sınıfsal değil ırksal açıdan bir iç çatışma içine çekiliyor. Genel olarak Demokratlara oy veren Amerikan azınlıklarının herhalde unuttukları bir husus, Ortadoğu kaosunun yaratıldığı sırada Hilary Clinton’un dışişleri bakanı olduğu; Libya'daki olaylar karşısında “Geldik, gördük, öldüler” dediği; Ortadoğu’daki ve özellikle Suriye’deki gelişmelerdeki sorumluluğu. Algılanmayan diğer bir husus da zengin kesimlerinin eğlence yerleri arasında tercihen ‘playboy’ kulüplerinin olması, Hollywood yıldızları başta olmak üzere zengin çevrelerin Trump gibi skandallara alışık olmalarıydı. Zaten Amerikan orta sınıfı, yaşam kaygısı içinde bu iddialara pek aldırmış görünmüyor.
Demokratlar dış politika tercihlerinde, oy almak için tesir altında kaldılar. Ortadoğu ile ilgili politikalarını belli lobilerin isteklerine göre oluşturma sözü verdiler. Bunun için Suriye’deki çatışmalara devam edilmesi gerekiyordu. İkinci etki ise DEAŞ'tan daha güçlü ve büyük bir düşmandan korkmak. Bu korku için seçilen ülke ise Rusya oldu. Arktik’ten Baltık Denizi'ne, Baltık'tan Karadeniz’e ve Ortadoğu’ya uzanan, nükleer savaşa kadar varabilecek bir çatışma alanı ilan ediliyordu. Aynı korkuyu Amerika’ya Kennedy yaşatmıştı. Seçimden önce Rus füzelerinin Amerika’yı tehdit ettiğinden, Amerika’nın nükleer gücünün yetersiz olduğundan dem vurarak seçimleri kazanmıştı. Sonradan Amerika’nın nükleer gücünün söylenenin iki misli olduğu anlaşılmıştı.

İran'la nükleer anlaşmanın geleceği

Trump ise Hillary Clinton kadar lobilerin etkisiyle savaşa gitmeyecek gibi göründü ve “Rusya ile uzlaşırım, pazarlık ederiz” dedi. Lobilerin parasına pek ihtiyaç duymayan, kendi parasını kazanmış bir ticaret adamı olduğunu gösterdi. İlk başlarda “Amerika’nın Ortadoğu’da ne işi var?” diyordu. Oy verme zamanı yaklaştığında ise İsrail’in Kudüs’te inşaat yapabileceğini söylediği görüldü. Ancak, Başkan Bush döneminde olduğu gibi, Ortadoğu savaşları için 3 trilyon dolar harcayacak ve yeryüzünde bulunan sekiz yüz Amerikan üssü için milyonlarca dolar para dökecek bir gibi görünmedi.
Trump İran’la yapılan nükleer anlaşmayı bozar mı? Şimdilik emin değiliz. Ancak Ortadoğu’da nispi bir barış olacaksa, İran’ın sınırlarının içine çekilmesi herkes için yeterli olacak gibi görünüyor. Bazı görüşlerinde New York’ta beraber büyüdüğü Musevi cemaatinin kısıtlı etkileri görülüyor. Trump aslında lobiciliğe ve siyaset oligarklarına karşı olumsuz hisleri olan biri.
Kuzey ve Güney Çin Denizi'nde Amerika tarafından sıkıştırılan Çin’e gelince, bu ülkenin Amerika’ya ihraç ettiği mallara konulan verginin artırılması hem Çin hem de Asya ekonomilerini uzun dönemde krize sokabilecek ve bazı sosyal patlamalara yön verecek gibi görünse de, Trump’ın daha bir mutedil bir yol izlenmesi beklenmelidir. Amerika savaş devleti olarak değil, ancak ticaret devleti olarak Asya’da daha başarılı olacak gibi görünüyor. Çünkü şimdiye kadar Asya’da yaptığı hiçbir savaşı kazanmış değil.

Solu olmayan tek demokrasi

Amerikan yönetiminin halkla ilişkiler politikası sonucu Demokratlara oy veren geniş kitleler sonuçtan pek memnun değil. Oysa Trump kendi Cumhuriyetçi parti yönetimine de karşı çıkarak başkan adayı olmuştu. Cumhuriyetçi parti aslında muhafazakar değil. Şimdi iş camiasını ve toplumsal reaksiyonu temsil ediyorlar. Beyazlar değişim istediler; değişim için sistemi sarsmak gerekiyordu ve sistem sarsıldı. Amerika’da günümüzde adı sanı duyulmayan bir komünist partisi var. Ancak günümüzde solu olmayan tek demokrasi Amerika. Bu nedenle sisteminin sarsılmasına sol yorumlar yapılamıyor. Turmp Amerika’yı, belki de Ortadoğu’yu bir nükleer savaştan kurtardı ama kendisi ve yardımcısı Amerika’yı da zorlayan iklim değişikliğine pek inanmıyor. Pek yakın bir dönemde iklim değişikliğinin etkileri arttığında, danışmanları kendisini ikna edebilirler. Aksi takdirde, Arktik’te yeni enerji kaynaklarına kavuşan Rusya halkı Trump hayranı olabilir.
Trump lobilere, lobiciliğe karşı olmasına karşın, Amerikan basınında danışman, yardımcı ve bakan olarak ismi geçenlere baktığımızda muhafazakar politikacıların, lobicilerin, Wall Street’in aşına olduğu çevrelerin adları geçiyor. Doğal olarak seçim nutuklarında söylediklerinin belki yarısını bile yapamayacak ama Amerika, dış siyaset açısından sakinleşecek gibi görünüyor.

Türkiye ile ilişkilerin geleceği

Farklı ülkeler Trump’ın seçimleri kazanmasını, bulundukları ortama göre farklı yorumladılar. İsrail bile Trump’ın başkanlığından memnuniyetini bildirdi. Avrupa kendisine yeni savunma masraflarının açılacak olması ihtimalinden dolayı memnun olmadı. Oysa hem terör hem de göç olayının neden olduğu sıkıntıları, Amerika Ortadoğu politikasında rol oynadığı için çekmişti.
Türkiye’ye gelince, Ortadoğu’da Irak, Suriye ve İran’ı denetleyebilen, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de güvenliği koruyabilen, Kafkaslara ve Balkanlara açılan kapılarıyla yetmiş seneye yakın NATO ittifakında yer alan Türkiye, Trump gibi ticari hesaplar yapabilen bir kimse için önemini artırarak sürdürecektir. Türkiye’yi rahatsız eden ve Amerika’dan kaynaklanan değişik terör konularının ise maliyet hesapları yapılarak Türkiye lehine çözüleceğini kuvvetle ümit etmek mümkün.
Prof. Dr. Hasan Köni. İstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi.
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Türkiye-İsrail doğalgaz boru hattı projesi için ilk temas


Türkiye-İsrail doğalgaz boru hattı projesi için ilk temas

Türkiye ile İsrail arasında inşa edilmesi öngörülen doğalgaz boru hattı projesini tartışmak üzere kurulan çalışma grubu, ilk toplantısını geçen hafta İstanbul'da yaptı.

Türkiye-İsrail doğalgaz boru hattı projesi için ilk temas
Türkiye ile İsrail arasında inşa edilmesi öngörülen doğalgaz boru hattı projesini tartışmak üzere kurulan çalışma grubu, ilk toplantısını geçen hafta İstanbul'da yaptı.
AA muhabirinin, İsrail'in Ankara Büyükelçiliği yetkililerinden edindiği bilgiye göre, Türkiye ve İsrail enerji bakanlıklarının yetkilileri, İsrail gazını Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak doğalgaz boru hattı projesinin detaylarını görüşmek üzere geçen hafta İstanbul'da bir araya geldi. Toplantıda, projenin teknik detayları ve uygulanabilirliği ele alındı.

Çalışma grubunun temeli

Bu yıl ekim ayında İstanbul'da gerçekleştirilen 23. Dünya Enerji Kongresi'nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrakİsrail Enerji, Altyapı ve Su Kaynakları Bakanı Yuval Steinitz ile bir görüşme gerçekleştirmişti.
Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, tarafların, iki hükümet arasında özel bir diyalog kanalı açmaya karar verdiği ve bu kapsamda projenin inşasının mümkün olup olmadığı ve fizibilitesinin görüşüleceği bildirilmişti. Daha sonra iki ülke yetkililerinden oluşan bir çalışma grubu oluşturulmuştu.

İsrail ile normalleşme

İsrail ile 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara krizinin ardından, ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik temmuz sonunda anlaşma imzalanmıştı. Bu kapsamda İsrail, 31 Mayıs 2010'da yaşanan Mavi Marmara olayı sırasında yakınlarını kaybeden ailelere tazminat olarak, Türkiye tarafından açılan hesaba 20 milyon dolar yatırmıştı.
Ayrıca, son dönemde hız kazanan normalleşme süreci çerçevesinde konuşulan ve iki ülke arasında yapılacak olası bir gaz anlaşmasıyla bölgedeki kaynakların uluslararası piyasalara Türkiye üzerinden aktarılması senaryosu yeniden güçlendi.
İsrail’in en büyük doğalgaz sahası olan Leviathan ve Tamar’da ise yaklaşık 800 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğu tahmin ediliyor.
Muhabir: Ebru Şengül


İslam İşbirliği Teşkilatı: İsrail'in ezan yasağı, İslam'a saldırısının bir parçasıdır


İslam İşbirliği Teşkilatı: İsrail'in ezan yasağı, İslam'a saldırısının bir parçasıdır

İİT, İsrail'in camilerden hoparlörle ezan okunmasının yasaklanmasını öngören yasa tasarısına ilişkin "Atılan bu tehlikeli adım, İsrail'in ırkçı uygulamaları ve İslam'ın kutsallarına yönelik saldırılarının bir parçasıdır." açıklamasını yaptı.
İslam İşbirliği Teşkilatı: İsrail'in ezan yasağı, İslam'a saldırısının bir parçasıdır
İsrail'de "gürültü kirliliğine neden olduğu" iddiasıyla camilerden hoparlörle ezanokunmasının yasaklanmasını öngören yasa tasarısına tepkiler sürüyor.
Tasarının yasama komisyonunda onaylanarak İsrail meclisine sevk edilmesinin ardından İslam İşbirliği Teşkilatından (İİT) yapılan yazılı açıklamada, Birleşmiş Milletler (BM) ile uluslararası topluma, İsrail'in İslam'ın kutsallarına yönelik tekrarladığı tehlikeli ihlallerine son vermeleri çağrısında bulunuldu.
İsrail'in Kudüs ve çevresinde camilerden hoparlörle ezan okunmasının yasaklanmasını öngören yasa tasarısıyla son dönemde gerginliği tırmandırmasının kınandığı açıklamada, "Atılan bu tehlikeli adım, İsrail'in ırkçı uygulamaları ve İslam'ın kutsallarına yönelik devam eden saldırılarının bir parçasıdır." denildi.
Ürdün Vakıflar, Kutsallar ve İslami İşler Bakanlığı da söz konusu kararın "hükümsüz" olduğunu belirtti.
Ürdün resmi haber ajansı "PETRA'nın" haberine göre, Bakanlığa bağlı Kudüs ve Mescid-i Aksa Birimi Başkanı Abdullah el-İbadi, İsrail'in Kudüs'teki kutsal mekanlara ilişkin aldığı tüm kararları "hükümsüz" olarak nitelendirdi.
Filistin ile diasporadakiler olmak üzere tüm Filistinlileri temsil eden Ürdün merkezli "Filistin Ulusal Konseyi" de İsrail'in "ezan yasağı" kararını kınayarak, herkes için bir felakete dönüşecek "din savaşı" çıkabileceği uyarısında bulundu.
Konseyden yapılan açıklamada, "Bu karar, hoşgörü ve dinlerin şehri Kudüs'te camilerin ezan sesleri ve kilise çanları arasında yüzyıllardır yaşayan Filistinlilerin örfünü ve haklarını çiğnemek, dünyadaki Müslümanların duygularını incitmek ve ibadet özürlüğünün apaçık bir ihlalidir." denildi.
Açıklamada, "Netanyahu'nun iddia ettiği gürültü kirliliği, ezan seslerini kısarak değil, Kudüs'ü yerleşimcilerden, yerleşim birimlerinden ve İsrail askerlerinden temizleyerek, kontrol noktalarını ve ayrım duvarını kaldırarak, Aksa'ya ve Filistinlilere yönelik ihlallere son vererek engellenir." ifadesine yer verildi.
Kamuoyunda "ezan yasağı" olarak bilinen yasa tasarısını görüşen İsrail meclisindeki yasama komisyonu, pazar akşamı tasarıyı onaylayarak meclise sevk etmişti.
"Gürültü kirliliğine neden olduğu" iddiasıyla camilerden hoparlör kullanılarak ezan okunmasını yasaklayacak tasarının yürürlüğe girmesi için İsrail meclisi Knesset'te üç farklı oturumda görüşülerek oylanması bekleniyor. Filistinlilerin ve İslam aleminin büyük tepkisini çeken tasarı daha önce de birçok kez gündeme gelmiş ancak kanunlaşmamıştı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da dün yaptığı yazılı açıklamada, "gürültü yaparak insanları rahatsız ettiği" iddiasıyla ezanın yasaklanmasını öngören yasayı desteklediğini belirtmişti.
Muhabir: Hussein Mahmoud Ragab Elkabany,Safiye Karabacak

Featured post

DEM Party's Druze Statement Sparks Controversy: Accusations of Israeli Alignment

*Ankara/Damascus, July 2025* – A fiery political storm has erupted after Turkey's pro-Kurdish DEM Party condemned attacks on Syria's...

Popular Posts