Wednesday, 30 November 2016

WEB SİTE VİTRİNİ


WEB SİTE VİTRİNİ

canlı seo çalışmam
En Çok Para Kazandıran ilginç İşler
Para kazanmak ve ek gelir elde etmek için iş arayışındasınız fakat aklınıza gelen bir iş söz konusu değil size doğal yöntemler ile ciddi gelirler kazandıran iş fikirlerinden bahsedeceğiz. Web site vitrini sitesini ziyaret etmenizi öneriyoruz. Bakalım hangi işler ile para kazanmak mümkün hep birlikte öğrenelim.
Web site vitrini ile webden ve internetten nasıl para kazanacağınızı öğrenebilirsiniz.Kendi işinizi kurarak hayatınızda değişik fikirlere imza atmak hayal değil. Çok basit bir işten ile ileriki zamanlara çok iyi gelirler kazanma imkanınız bulunmaktadır. Bu nedenle eğer bir ek işi hayatınızda değerlendirmek ve bu ek işiler ile hayal ettiğinizden fazlasını yaşamak istiyorsanız öncelikle oturup ciddi anlamda düşünmeniz gerekir. İş hayatına atılmak uzaktan ve laftan ibaret değildir. Bu nedenle sizi kendinize yakın hissettirecek ve yapabileceğiniz iş olması gerekir.
Zaten bir işi kişi isteyerek ve severek yapıyor ise o kişinin bütün kapıları ona açık olur. Kendinizi geliştirebileceğiniz ve bir şeyleri önceden riske edeceğiniz bir işe girişmelisiniz. Birçok köylü hiç okumadıkları halde sadece tavuk yetiştirerek en zengin mertebelere gelebiliyorlar. İlginç öyle değil mi? Bazen yok uğraşılmaz dediğiniz işin patronu olursunuz. Bir şeylerden keyif almak ve kazanmak için işin ciddiyetini önceden kavramak gerekir. Bu sizin ileriki yaşantınızda ciddi gelirler kazanmanıza aracı olacaktır.
Tavuk ve horoz yetiştirmek taze yumurta ve taze tavuk etine sahip olmak demektir. Çoğu insan sadece köy yumurtası diye uzak yerlere gidip kendi çocuklarının bu sağlıklı yumurtalardan yemesi için sağlıklı köy yumurtası almaktadırlar. Bu işi tavuk yetiştirerek önce küçük işlerden başlayarak ileri ki zamanlarda işinizi büyüterek ciddi gelirler elde edebilisiniz. Böylece hem tavuk etinden hem de yumurtada kazanmış olursunuz. Sizden bu ikisi de yoğun bir şekilde sipariş ettirilecek hatta fazlası ile istenecektir.
Tavuk işinde iyi bir gelir etme imkanınız oldukça yüksektir. Diğer bir değişik iş örneği ise ev hanımlarının bebek kıyafetleri ve ürünlerini tasarlayarak butiklere ve tuhafiyelere hatta büyük mağazalara satarak ciddi kazançlar elde etmeleridir. Eğer sizlerde bu konuda bir değişiklik istiyor ve tasarımınıza güveniyorsanız hobi diye başladığınız bebek işlerinden iyi paralar kazanabilirsiniz. Özellikle manevi değere önem veren birçok aile el emeği göz nuru olan her şeyi satın almak isterler. Bu işi evinizden yaparak kendinize özel müşteriler çekebilir hatta internette açacağınız bir sanal mağaza ile ürünlerinizi online satışa sunabilirsiniz. Ek işlerde aklını kullananlara çok işler bulunmaktadır. Web site vitrini hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak için http://www.websitevitrini.com/ adresine bakabilirsiniz.

Tuesday, 29 November 2016

Pakistan ordusunda nöbet değişimi ve ordu-siyaset ilişkileri


Pakistan ordusunda nöbet değişimi ve ordu-siyaset ilişkileri

Pakistan’da haftalar süren spekülasyonların ardından ordunun üst kademesine atamalar yapıldı.
Pakistan ordusunda nöbet değişimi ve ordu-siyaset ilişkileri
ANKARA - Ömer Aslan. Araştırma Görevlisi, Polis Akademisi Başkanlığı
Pakistan’da haftalar süren spekülasyonların ardından Tümgeneral Kamar Cavid Bacva, Pakistan Silahlı Kuvvetleri Komutanı olarak atandı. Aktif ve gerçek gücün Silahlı Kuvvetler Komutanında olduğu sistemde Tümgeneral Zübeyir Hayat da rütbesi yükseltilerek Genelkurmay Başkanlığına atandı. 
Obama dönemi Savunma Bakanlarından Robert Gates’in anılarında belirttiği gibi ‘Pakistan’da gerçek gücün sahibi’ olan ordu, her ne kadar rutin şekilde siyasete müdahil olsa da 1999 yılından bu yana yönetimi eline almadı. Aksine 2013 yılında ülke tarihinde ilk defa seçilmiş bir hükümet görev süresini tamamladı. ‘Pakistan’ın en sevilen adamı’ olarak nitelenen General Rahil Şerif’in emekliliği sonrası yeni ordu komutanını terörle mücadele, Taliban’la müzakereler ve Afganistan, Hindistan, Çin ve ABD ile ilişkiler başlıklarıyla yoğun bir gündem bekliyor.

Ordunun devleti

Pakistan Ekim 1958’de üç hafta arayla meydana gelen iki darbeden günümüze dek beş askeri darbe geçirdi ve demokrasi tarihinin büyük bir kısmında askeri yönetimler hakim oldu. Ülkenin kuruluşundaki gelişmeler -özellikle güçlü sivil liderler olarak Cinnah ve Liyakat Ali Han’ın vefatı ve sonrasında devamlı istikrarsızlık- orduyu tek bütüncül ve en güçlü siyasi aktör olarak bıraktı.
Siyasi istikrarsızlık ve dizginlenemeyen entrikalar ortasında Genel-Vali İskender Mirza, Eyüp Han’ın da işbirliğiyle 7 Ekim 1958’de sıkıyönetim ilan etti, daha sonra yönetime el koyduğunu açıkladı. Ancak bu iki-başlılık çok uzun sürmedi ve sıkıyönetim ilanından sonra icra gücünü elinde bulunduran Eyüp Han, anlaşıldığı kadarıyla Mirza’nın telefonlarını dinleyen ordusu eliyle aynı ay içerisinde Mirza’yı görevden aldı ve yönetime el koydu. Pakistan ordusu bu darbelerden daha önce ekonomi gibi alanlara sızmaya başlamıştı ancak ülke siyasetine müdahalesi darbeden sonra kalıcı hale geldi.
Her askeri müdahale Pakistan ordusunu ekonomiden kamu yönetimine kadar sisteme daha fazla angaje etti. Zülfikar Ali Butto dönemi kısmen hariç tutulacak olursa, bu durum neredeyse Soğuk Savaşın tamamında devam etti. Ordu, 1971’de Devlet Başkanı, 1973 seçimlerinde Başbakan olan Zülfikar Ali Butto’nun ilk döneminde sessiz kalmayı tercih ettiyse de 1977 yılında Ziya ül-Hak liderliğinde Butto’yu devirdi. Ordunun içerisinden çıkıp askeri müdahaleyle yönetimi ele geçiren ve kendi yönetimlerinin tek rakiplerinin siyasetçiler değil “ordu” olduğunu bilen askeri liderler Pakistan ordusunun siyasi rolünü beslediler. Ordu, Devlet Başkanı Ziya ül-Hak’ın 1988’de uçak kazasında ölmesinden sonra da ülke siyasetinde güçlü olmaya, hükümetler oluşturup hükümet devirmeye devam etti.

ABD, ordu üzerinden ilişki kurdu

Pakistan’ın eski Dışişleri Bakanlarından Hina Rabbani Kar’ın (2011-2013) da dediği gibi, ABD birçok başka ülkede yaptığı gibi, Soğuk Savaş boyunca ve ardından Pakistan’da işlerini orduyla görmeyi tercih etti. Birçok ülkede ordular sivillere göre daha anti-komünistlerdi ve serbest seçimlerin yol açabileceği sürprizlere karşı güvenlik sibobuydular. Pakistan’ı ziyarete gelen üst düzey ABD’li heyetler, önce Karaçi’ye, başkent İslamabad’a taşındıktan sonra ise Genelkurmay Başkanlığının yer aldığı Ravalpindiyi de ziyaret etmeyi adet haline getirmişlerdi.
Kimin ordu komutanı seçildiği de bu bakımdan ABD hükümetleri için oldukça önemliydi. 1990’ların başlarıyla beraber Pakistan ordusunda İslamcı generallerin yükselmesinden endişe duyan ABD makamları, özellikle Saddam’ın Kuveyt’i işgaline destek veren ve İran’a yakın duran Ordu Komutanı General Mirza Aslam Bey’den (1988-1991) büyük rahatsızlık duymuştu. Öyle ki, o dönem yine Başbakan olan Navaz Şerif, Pakistan Devlet Başkanı ve birkaç generalin de desteğiyle ve Amerika’nın da uygun gördüğü General Asıf Navaz’ın bir sonraki Genelkurmay Başkanı olacağını, teamüllerde pek de yeri olmayan bir biçimde Aslam Bey’in emekliliğinden tam iki ay önce açıkladı. Genelkurmay Başkanlığına aday olan diğer isim Hamid Gül’dü ve General Bey’in isteği de görevi ona devretmekti. Ama Amerikanın İslamabad Büyükelçisi Robert Oakley, Gül’ü ‘Saddam Gül’ olarak adlandırmıştı. Ordu Komutanı olan Asif Navaz ise daha Genelkurmay Başkanı olarak atanmadan, General Bey’in ağırladığı üst düzey İranlı ziyaretçilere Bey’in ‘topal ördek’ olduğunu ve onun yerini aldığında döneminde yapılan tüm faaliyetleri ve verilen sözleri gözden geçireceğini söylemişti.
Pakistan Cumhurbaşkanı Faruk Legari (1993-1997) Zülfikar Ali Butto’nun ABD’de okuyan ve ülkeye döndüğünde ABD büyükelçiliğince desteklenen Benazir Butto’yu ordunun talebi üzerine Kasım 1996’da görevden azletti. Ancak son kararı vermeden önce eski Dışişleri Bakanı Sahipzade Yakup Han ve Ziya ül-Hak’ın Kurmay Başkanı Seyyid Refakat Han, ABD’nin İslamabad Büyükelçisi Tomas Simons’u ziyaret ettiler ve kahve içerken ABD’nin Butto’yu ne kadar önemsediğini ve azledilmesi halinde büyük tepki verip vermeyeceğini anlamaya çalıştılar. Simons, yıllar sonra verdiği bir röportajda ziyaretin sebebini sonradan anladığını ve Butto’ya yönelik plan kendisine söylendiğindeki aldırmaz tepkisiyle verdiği sinyalin ‘istem dışı’ olduğu iddia eder. Bu anekdotlar, ABD’nin İslamabad büyükelçisinin Pakistan siyasetindeki önemine işaret eder.
1999’da Başbakan Navaz Şerif’e darbe yaparak yönetime ele koyan Pervez Müşerref, 11 Eylül saldırılarıyla ABD desteğini yanına alsa da, ABD’nin Afganistan’ı işgali sonrasında Amerikan piyonu gibi görünmesi yönetiminin meşruiyetini azalttı. Müşerref orduyu siyasete daha da angaje etti; askerler sokakta dükkan dükkan gezerek ödenmeyen vergileri toplamaya çalıştı ancak bu halkın askere olan tepkisini arttırdı. Devlet Başkanı Müşerref, üniversitelere emekli generalleri rektör olarak atadı. Ordunun zaten fazla olan siyasi gücünü daha da arttırdı. Ancak ordunun siyasete dahlini öylesine barizleştirdi ki politikası geri tepti. Müşerref’in 2008 yılında çekilmesinden sonra Ordu Komutanı olan General Eşfak Kayani döneminde emekli generallerin üniversite yönetimlerinden çekilmesi sağlandı. Ancak General Kayani de görev süresinin 3 yıl uzatılması nedeniyle popülerliğini yitirdi. ABD’nin Güney Asya politikalarını en yakından ve en üst düzeyde takip eden Bruce Riedel’e göre, General Kayani’nin görev süresinin uzatılmasını sağlayan da perde arkasından çalışan Washington yönetimiydi. Her ne olursa olsun, Müşerref döneminde yapılan yanlışlar ve ordunun sonradan kurumsal olarak pişman olduğu işlere sürüklenmiş olması, Pakistan ordusunun açık askeri darbelerden yüz çevirmesi sonucunu da doğurdu.

General Şerif dönemi

Geçen yıl Pakistan’da görüşme fırsatı bulduğumuz emekli generaller ve diplomatlar, Pakistan ordusunun halen çok güçlü olduğunu, Ordu Komutanı Rahil Şerif’in yönetimi devralmak istemesi halinde bunun serçe parmağını oynatmasına bağlı olduğunu söylemişlerdi. Ancak ordunun Müşerref döneminden dersini aldığını ve Pakistan’ın dertlerini onların bile çözemeyeceğini çok iyi anladıklarını not ediyorlardı. Ordu askeri yönetimle işleri devralması halinde ilk dönemde büyük sevgi ve saygı göreceğini ancak orta ve uzun vadede sorunlar çözülemediğinde yine halkın öfkesine hedef olacağını çok iyi gördü. Kısacası, ordu son dönemde müdahale etme imkanı kalmadığı için, darbe yapmak istemediği için darbe yapmadı. General Rahil Şerif döneminde de ordu, Ziya ül-Hak’ın ölümünden bu yana hakim olduğu otonom alanlarında kontrolünü sürdürdü.
2014’te bir anda Pakistan’da beliren ‘alim’ Tahir ül-Kadri’nin, Pakistan Adalet Hareket partisi lideri İmran Han ile birlikte başını çektiği protestolar İslamabad’ı felç ettiğinde de devreye General Şerif girmiş, taraflar arasında arabulucu olarak hükümeti felç eden eylemlere son verdirmişti. Pakistan ordusu bu dönemde de Afgan politikasını belirledi ve Hindistan’la gerilen ilişkileri kontrolü altında tuttu. Tüm ulusal güvenlik konularında kamu diplomasisini ordu yürüttü. Peşaver’de orduya ait bir okula yapılan Taliban saldırısı sonrasında olduğu gibi ‘Ulusal Eylem Planı’ ismiyle terörle mücadele politikasını Navaz Şerif hükümetine dayattı ve bazı yasaların çıkması geciktiğinde hükümeti uyardı. Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru ismiyle anılan Çin’in Pakistan’a yönelik devasa ölçekteki stratejik yatırım planını sahiplendi.

Yeni komutan, yeni dönem?

Pakistan’da sivil yöneticilerin belli umutlarla komuta kademesini atadığı ancak bu umutların boşa çıktığı çok sayıda örnek var. Zülfikar Ali Butto’nun olası generaller arasında kıdem bakımından en altta yer almasına rağmen ordu içerisinde kimse tarafından tanınmadığı ve çok pasif durduğu için itaatkar olur umuduyla 1976 yılında Ordu Komutanı olarak atadığı Ziya ül-Hak tarafından devrilmesi ve darağacına gönderilmesi ise büyük bir ironiydi.
Bu açıdan Butto yıllar önce Genel Vali Gulam Muhammed'in ‘müteşekkir olur ve itaat eder’ umuduyla seçtiği Eyüp Han’ı atarken yaptığı hatayı tekrarlamıştı. Yıllar sonra Navaz Şerif, ordu komutanlığı için olası adaylar arasında kıdem sıralamasında en altta yer alan Kamar Cavid Bacva’yı atamayı uygun gördü. Şerif hükümetinin yeni Ordu Komutanı Bacva’yı düşük profilde olduğu için atadığına dair iddialar ortaya atıldı. Ordunun kurumsal olarak bu kadar güçlü olduğu Pakistan’da, bunun pek olası olmadığı ortadadır. Ayrıca Bacva’nın bir general olarak silahlı kuvvetler bünyesinde ciddi bir itibarının olduğu görülüyor. Ayrıca, Pakistan-Hindistan sınırında yıllarca komutanlık yapmış olması da itibarını ve kendisine olan güveni arttırıyor.
Bacva ile ilgili göze çarpan bir başka husus kendisinin ABD’de eğitim almış olması ve Kongo’da uluslararası barış gücüne komutanlık etmesi. Bu bakımdan ABD askeri çevrelerinden son dönemde sıkça bahsedilen ‘Pakistan ordusunun kayıp Amerikan nesline' dahil değil. Bu çevrelerde özellikle 1990’lı yılların başlarında Pakistan’a uygulanan bazı yaptırımlardan ötürü yeteri kadar Pakistanlı subayın ABD’de eğitim alamadığı, dolayısıyla Pakistan ordusunun eskiden olduğu kadar iyi tanınmadığı söylenmekteydi. Ne Ordu Komutanı Bacva ne de yine Batı’da askeri eğitim almış olan Zübeyir Hayat bu ‘kayıp nesle’ ait değiller.

ABD-Pakistan ilişkilerinin geleceği

Ancak son dönemde çok gerilmiş olan ABD-Pakistan ilişkilerindeki hayal kırıklığının devam etmesini bekleyebiliriz. ABD, parası uzun zaman önce ödenmiş olmasına rağmen Pakistan’a 1980’lerin ortalarında söz verdiği F-16 savaş uçaklarını hala teslim etmedi ve ödenen parayı da iade etmeyi reddetti. Clinton ve Obama yönetimleriyle bariz şekilde gelişen ABD-Hindistan ilişkilerinin Trump yönetiminde de devam edeceği görülüyor. 
Trump yönetiminde Hindistan yanlısı tutumu törpüleyebilecek tek faktör, Afganistan’da ABD birliklerine komuta etmiş emekli General Petraeus gibi ABD’li komutanların yeni yönetimde önemli mevkilere gelmesi olacak. Trump yönetiminde adı dışişleri bakanları adayları arasında zikredilen Petraeus, son olarak, yaygın kanaatin aksine Pakistan istihbarat örgütünün Taliban teröristlerini desteklediği iddiasının doğru olmadığını söylemişti. Petraeus’un sözleri Pakistan’da çok olumlu yankılandı. Obama döneminde Pakistan-ABD ilişkilerinin önündeki en büyük engellerden birisi de Amerikan Kongresiydi. O dönem Savunma Bakanı olan Robert Gates bu durumu anılarında, ‘Pakistan’a askeri ve ekonomik yardım için bir paket hazırlamıştık ancak Kongredeki aptallar buna engel oldu’ diyerek anlatır.

Zayıf siyaset, yoğun gündem

Diğer yandan ABD ile ilişkiler nasıl gelişirse gelişsin, Pakistan kendisini Çin çapasına teslim etmiş durumda. Önümüzdeki yıllarda Pakistan’a 46 milyar dolar yatırım yapmayı planlayan Çin’le stratejik ortaklık devlet politikası haline geldi. Pakistan’da günlük hayatı durma noktasına getiren ve ekonomiye zarar veren sürekli elektrik kesintilerinin bu şekilde halledileceğine inanılıyor.
Soğuk Savaş döneminden kalma altyapı (köprüler, yollar, barajlar) Çin yatırımlarıyla yenileniyor ve yenileri yapılıyor. Birkaç hafta önce Pakistan’ın güneyindeki Gvadar limanı Çin yatırımıyla aktif hale geldi ve ilk sevkiyat devlet töreniyle yapıldı. Pakistan ordusunun ülkenin farklı yerlerinde (Karaçi’den Belucistan’a kadar) yürüttüğü terörle mücadelenin amacı ülkeyi Çin yatırımları için güvenli bir yer haline getirmek. Bu da demek oluyor ki ordu da kendisini bu politikaya adamış durumda. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler veya Çin’in Pakistan’a herhangi bir yatırım planı veya askeri eğitim talebini kendisine ve hür dünyaya tehdit olarak gören ABD’de Obama yönetimi Çin’in Pakistan'daki varlığını şimdiye dek sessizce karşıladı.
Hiç şüphesiz yeni Ordu Komutanı’nın gündeminde Afganistan’la gerilen ilişkiler ve ABD’nin de Afganistan’ı istikrara kavuşturmak adına bugüne kadar desteklediği Taliban’la uzlaşı çabaları en önemli maddelerden olacaktır. Henüz kayda değer mesafe alınamayan görüşmelere Afgan Talibanı’nın da anlamlı şekilde katılması için Pakistan’ın, özellikle de ordu kontrolündeki Pakistan İstihbarat Servisinin eline bakılıyor. Pakistan ise henüz bu konuda ciddi bir mesafe alabilmiş değil. 
Pakistanlı Emekli Amiral Arşad Gilani’nin Soğuk Savaş sona ererken “güce sahip olan hiç kimsenin gücünden vazgeçmek istemeyeceğini kabul edelim. Eğer [Butto’nun partisi] PPP [aslında tüm siyasi partiler] gücünü muhafaza etmek istiyorlarsa yönetme konusunda ordudan daha iyi olduklarını ispatlamaları gerekir” demişti ancak Şerif ailesinin de adının karıştığı Panama belgeleri siyasete zaten az olan güveni büyük ölçüde sarstı. Muhalefetin en güçlü ismi olarak görünen eski kriketçi İmran Han ise eylemlerle hükümeti felç etmek ve ordu müdahalesine zemin hazırlamayı amaçlayan bir siyaset izliyor. İmran Han 2014 yılında ortaya çıkan protesto eylemleri sırasında Pakistan ordusunu bir hakeme benzetmiş ve hakemin her an elini kaldırabileceğini söylemişti. Hakem yani ordu elini kaldırdığında Şerif hükümetinin işi bitmiş olacaktı. 
Kısacası, Pakistan’da sivil siyasetin elinin güçlendiği ve başta Afganistan ve Hindistan’la ilişkiler gibi belirli konu başlıklarında ipleri eline aldığı bir durum kısa vadede olası görünmüyor. Ordu ise istikrarsız, kırılgan, Afganistan’ın geleceği nedeniyle büyük bir belirsizliğin yaşandığı; Hindistan ve Amerika arasındaki stratejik ortaklığın derinleştiği ve ülke içinde terör şebekelerinin bulunduğu bir ortamda milli ve siyasete müdahil en güçlü kurum olarak varlığını sürdürmeye devam edecek gibi duruyor. 

AB'nin tutmadığı sözler, anlaşmaları riske soktu

AB'nin tutmadığı sözler, anlaşmaları riske soktu

AB, Türkiye'ye verdiği sözleri tutmadığı için 29 Kasım ve 18 Mart'ta varılan anlaşmalar çökme tehlikesi ile karşı karşıya
AB'nin tutmadığı sözler, anlaşmaları riske soktu
Grafik: AA/Murat Usubaliev

BRÜKSEL
Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye arasında yapılan anlaşmalar, üyelik sürecinin hızlandırılması, terörle mücadeleye öncelik verilmesi, Gümrük Birliğinin güncellenmesi için müzakerelere başlanılması, Türkiye'den onbinlerce sığınmacı alınması ve sığınmacılara 3 milyar avro yardım yapılmasına dair verilen sözler tutulmadığı için çökme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor. 
AB ve Türkiye arasında 29 Kasım 2015 ve 18 Mart 2016 tarihlerinde sığınmacı krizinin çözümünü ve üyelik sürecinin canlandırılmasını amaçlayan iki anlaşma yapıldı. 29 Kasım anlaşmasının 2. maddesinde "Katılım sürecinin canlandırılmasının gerekliliği konusunda görüş birliğine varılmıştır. Taraflar ortak geleceklerini hazırlamak üzere mevcut bağ ve dayanışmalarını daha da ilerletmek ve sonuç odaklı adımlar atmak konusunda kararlıdır." ifadeleri kullanıldı.

Üyelik sürecinin canlandırılması değil, dondurulması konuşuluyor

Ancak anlaşmasının birinci yıldönümünde, üyelik sürecinin canlandırılması değil, geçici olarak dondurulması konuşuluyor. Slovakya'nın dönem başkanlığı sırasında yeni bir fasıl açılmazken, Avrupa Parlamentosu (AP), geçen hafta Türkiye'nin terör örgütü PKK ve Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadele kapsamında aldığı önlemlere tepki olarak müzakerelerin geçici süreliğine dondurulmasını tavsiye eden ve hukuki bağlayıcılığı olmayan bir karar aldı. AB ülkelerinin liderleri de Türkiye ile ilişkileri aralık ayında yapılacak zirvede ele almaya karar verdi.

Terörle mücadelede destek verilmiyor 

Her ne kadar anlaşmada "Türkiye ve AB'nin terörle mücadelenin önceliğini koruduğunu bir kez daha teyit ettiği" kayda geçirilse de Brüksel Türkiye'ye bu konuda yeteri kadar destek vermek bir yana, Ankara'yı PKK ve FETÖ ile mücadele kapsamında aldığı önlemler nedeniyle sık sık sert dille eleştirdi.
Terör örgütleri listesinde olmasına rağmen Avrupa'da PKK'ya karşı operasyon düzenlenmezken, AP Başkanı Martin Schulz ve AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn, PKK'ya silah taşıdığına dair görüntüleri çıkan firari HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız ile de bir araya gelerek Ankara'nın hassasiyetlerini gözardı ettiklerini gösterdi. AB kurumları ve ülkelerinin bu tavrı, Ankara tarafından "teröre destek" olarak değerlendirdi.

Gümrük Birliğinin güncellenmesi müzakereleri için son günler

29 Kasım anlaşmasında ayrıca, Gümrük Birliğinin güncellenmesine de yer verildi. 10. maddede "Gümrük Birliğinin güncellenmesine ilişkin hazırlık çalışmalarının tamamlamasının ardından, 2016 yılı sonlarına doğru resmi müzakereler başlatılabilecektir." denilmesine rağmen, henüz somut bir adım atılmadı.

72 bin sözü verildi, sadece bin 614 sığınmacı AB ülkelerine yerleştirildi

18 Mart anlaşmasında ise ağırlıklı olarak vize serbestisi ve sığınmacılara odaklanıldı. 21 Mart itibariyle Türkiye'den Yunanistan'a geçen sığınmacıların iade edilmesinin öngörüldüğü anlaşma sayesinde, günlük geçişler 6 binden ortalama 81'e düştü. Anlaşmayla AB, Türkiye'den onbinlerce sığınmacı alma taahhüdünde bulundu. 
4 Ekim tarihinde yayımlanan rapora göre, Türkiye'den sadece bin 614 sığınmacı AB ülkelerine yerleştirildi. Türkiye'ye gönderilen sığınmacı sayısı ise 578 oldu. Günlük geçişler "ciddi ve sürdürülebilir şekilde" azalmasına rağmen, üye ülkelerin gönüllülük esası çerçevesinde Türkiye'den sığınmacı almasını öngören Gönüllü İnsani Kabul Programı devreye sokulmadı.

AB'nin önceliği Türkiye'den almak değil, Türkiye'ye göndermek

AB'nin raporunda "sonraki adımlar" arasında Türkiye'den sığınmacı alınmasına değil, "başvuruları reddedilen veya başvuruda bulunmayanların Türkiye'ye dönme hızının acilen artırılması" sayılarak, Brüksel'in önceliğinin ne olduğu ortaya konuldu. Açıklamalarda, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve sonrasında bile Türkiye'nin sığınmacıların geçişini engellemesine dair taahhütlerine bağlı kaldığına dikkat bile çekilmedi.

3+3 milyar avro sözü verildi, 677 milyon avro gönderildi

AB'nin söz verdiği ancak yerine getirmediği diğer bir konu da sığınmacılar için yapılacak maddi yardım oldu. 29 Kasım'da yardımın miktarının "başlangıç olarak" 3 milyar avro olmasına karar verildi. 18 Mart'taki anlaşmayla fonun aktarılmasının hızlandırılması ve 2018 için de artı 3 milyar avroluk yardım kayda geçirildi.

Türkiye'nin yaptığı harcamanın yüzde 0,94'ü

AB'nin Türk kurumlarına aktardığı 222 milyon avro, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Türkiye'nin son 6 yılda yaptığı toplam harcamaya dair verdiği rakam olan 25 milyar doların (23,5 milyar avro) yalnızca yüzde 0,94'üne denk geliyor.

Vize serbestisi belirsizliğini koruyor

Anlaşmalarda yer alan "haziran sonuna kadar vizelerin kaldırılmasına" dair maddede bir ilerleme sağlanamıyor. Brüksel, Ankara'nın 72 şarttan geriye kalan 7 şartın da karşılanması durumunda vizelerin kaldırılacağını belirtiyor.
Ankara, bunlar arasında yer alan terörle mücadele kanununda değişiklik yapılmasını öngören şartta Türkiye'deki mevcut durum göz önünde bulundurularak esneklik istiyor. Brüksel ve Ankara arasında teknik düzeyde görüşmeler sürse de somut bir çerçeve çizilemediğinden vizelerin kaldırılmasını öngören maddenin geleceği de belirsizliğini koruyor. 
Muhabir: Hasan Esen


Cezayirli Müslüman alimlerden 'Şii yayılmacılığına' tepki


Cezayirli Müslüman alimlerden 'Şii yayılmacılığına' tepki

Cezayir Müslüman Alimler Birliği, İslam dünyasındaki "Şii yayılmacılığı" çabalarını ve Irak'ta Sünni Müslümanlara yönelik saldırıları kınadı.
Cezayirli Müslüman alimlerden 'Şii yayılmacılığına' tepki
CEZAYİR
Cezayir Müslüman Alimler Birliği, İslam dünyasındaki "Şii yayılmacılığı" çabalarını ve Irak'ta Sünni Müslümanlara yönelik saldırıları kınadı.
Birlik'ten yapılan yazılı açıklamada, Yemen, Irak ve Suriye'de yaşananlara ilişkin değerlendirmelerde bulunuldu.
Yemen'deki savaşı, "mezhepçilik eğiliminin" beslediği belirtilen açıklamada, İslam dünyasındaki Şii yayılmacılığı çabaları kınanarak, "Akıl ve iman sahiplerine İslam'a hizmet edecek şekilde bu problemi çözme" çağrısında bulunuldu.
"Irak'taki Sünni Müslümanlara yönelik saldırıları ve bu insanların yerlerinden edilmelerini de kınıyoruz." denilen açıklamada, mezhepçilik boyutuna yoğunlaşılmasının, Müslümanlara "yıkım ve keder" olarak geri döneceği ifade edildi.
Suriye'deki duruma da değinilen açıklamada, özellikle Halep ve İdlib kentlerinde çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürülmesine, okulların, hastanelerin ve camilerin hedef alınmasına tepki gösterildi.
Cezayir Müslüman Alimler Birliği, 5 Mayıs 1935'te Şeyh Abdulhamid ibn Badis öncülüğünde başkent Cezayir'de kuruldu. Birlik, halihazırda ülkedeki en büyük Cezayirli din adamları topluluğu olarak biliniyor.
Muhabir: Abdel Razek Abdallah, Hacer Başer

Monday, 28 November 2016

Arakanlı Müslümanlar ölümün kıyısında


Arakanlı Müslümanlar ölümün kıyısında

Myanmar ordusunun geçen ay Arakan eyaletinde başlattığı operasyon sonrası binlerce Müslüman Bangladeş'e sığınmak zorunda kalırken, bölgedeki durumun kaygı verici boyuta ulaştığı bildirildi.
Arakanlı Müslümanlar ölümün kıyısında
ANKARA
Myanmar ordusunun geçen ay Arakan eyaletinde başlattığı operasyon sonrası binlerce Müslüman Bangladeş'e sığınmak zorunda kalırken, bölgedeki durumun kaygı verici boyuta ulaştığı bildirildi.
Merkezi Hollanda'da bulunan Avrupa Rohingya Konseyi Başkanı Khairul Amin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Arakan’da 9 Ekim’de sınır karakollarına düzenlenen saldırıların ardından bölgedeki son durumun çok vahim ve kötü olduğunu ifade ederek insanların bir yerlere kaçmaya çalıştığını belirtti.
Uluslararası topluma yardım çağrısı yapan Amin, "Lütfen bizi koruyun. Kendimizi savunabilmemiz için bizi destekleyin. Bu bizim uluslararası topluma, İslam dünyasına ve Türkiye'ye mesajımızdır." dedi.
Amin, bölgede evsiz kalan yaklaşık 30 bin kişinin gidecek yerlerinin olmadığına işaret ederek erkeklerin orman ve dağlara kaçtığını, yalnızca kadın ve çocukların evde kaldığını, bazı kişilerin pirinç tarlalarına ve nehirlere saklandığı veya Bangladeş sınırına kaçmaya çalıştığını belirtti.

"Her gün insanlar açlıktan veya yaralarından dolayı ölüyor"

Khairul Amin, "Myanmar'daki son durum hakkında kesin ve net bir resme sahip değiliz. Ancak kaynaklarımızdan aldığımız bilgiye göre, her gün insanlar açlıktan veya yaralarından dolayı ölüyor. Çünkü tedavi olacak veya ilaç alacak imkana sahip değiller." diye konuştu.

Çok sayıda ev ateşe verildi, köyler yok edildi

Amin, Arakan'da ekim ayından bu yana düzenlenen saldırılarda 2 bin 500 evin ateşe verildiğini, üç köyün tamamen yok edildiğini, 400 kişinin öldüğünü, cami ve medreselerin zarar gördüğünü kaydetti.

400 Arakanlı kayıklarla Myanmar'a gönderildi

Amin, yaklaşık 400 Arakanlının Myanmar'a kayıklarla geri gönderildiğini ifade ederek "Ağlıyorlardı. Tüyler ürperticiydi. Bildiğim kadarıyla binden fazla Arakanlı geri gönderildi." dedi.

"Kendimizi savunabilmemiz için bizi destekleyin"

Uluslararası toplumun Myanmar devletinin ayrımcı politikalarını engelleme konusunda baskı yapmadığını, hukuk devleti vadeden Suu Çii'nin yönetime geldikten sonra hiçbir şey yapmadığını kaydeden Amin, şunları söyledi:
"Myanmar hükümeti Arakanlılara yönelik insan hakları ihlalleri yapmasaydı veya zalimce davranmasaydı hiç kimse silahlanmayacak veya bu şekilde saldırı gerçekleştirmeyecekti. Bu yüzden bazı gençler silaha sarıldılar. Bu gençler, annelerini ve kardeşlerini tecavüzden korumak için silahlandılar. Myanmar hükümeti onları 'terörist' olarak adlandırsa da onlar hiçbir sivili öldürmedi. Uluslararası topluma sesleniyorum. Lütfen bizi koruyun. Kendimizi savunabilmemiz için bizi destekleyin. Bu bizim uluslararası topluma, İslam dünyasına ve Türkiye'ye mesajımızdır."
Muhabir: Sultan Çoğalan, Fatih Hafız Mehmet, Ecenur Çolak

'Rohingya Müslümanlarından Myanmar'a müdahale çağrısı'


'Rohingya Müslümanlarından Myanmar'a müdahale çağrısı'

Arakan Rohingya Birliği Başkanı Prof. Uddin, Rohingya Müslümanlarına yönelik şiddetin, bir soykırıma dönüştüğünü ifade ederek, bunun durdurulması için uluslararası müdahale çağrısında bulundu.
'Rohingya Müslümanlarından Myanmar'a müdahale çağrısı'
İSTANBUL - GÜLSÜM İNCEKAYA
Arakan Rohingya Birliği Başkanı Prof. Dr. Vakar Uddin, Rohingya Müslümanlarına yönelik şiddetin, bir soykırıma dönüştüğünü ifade ederek, bunun durdurulması için uluslararası müdahale çağrısında bulundu.
ABD'de yaşayan Vakar Uddin, son dönemde Arakanlı Müslümanların uğradığı şiddete ilişkin AA muhabirine yaptığı değerlendirmede, Myanmar hükümetinin kadın, çocuk, yaşlı demeden katliamlar gerçekleştirdiğini, insanları diri diri yaktığını söyledi.
Şu anda Müslümanların hükümet tarafından şiddete uğradığını dile getiren Vakar Uddin, şöyle konuştu:
"Rohingya Müslümanlarına karşı yeni bir şiddet uygulanmaktadır. Bu defa halklar arası bir şiddet değil, aşırıcı yerel Budistler tarafından değil bizzat Myanmar hükümeti tarafından yapılan bir şiddet söz konusu. Myanmar askeri kuvvetleri birçok köye saldırıyor, sivilleri öldürüyor ve evleri ateşe veriyor. Birçok kadın ve çocuk yanan evlerden kaçmaya çalışıyor. Kadın ve çocukları yakalayıp yanan evlerin içine atıyorlar. Kaçarken yakalayamadıklarını ise helikopterlerden açtıkları ateşle öldürüyorlar. Açık alanlar, pirinç tarlaları katledilen Arakanlı Müslümanların cesetleriyle dolu."

"Kadınlar ya yakılıyor ya toplu tecavüze uğruyor"

Vakar Uddin, yüzlerce Rohingyalı Müslümanın bir araya getirilip öldürüldüğünü, bunun kesinlikle bir "soykırım" olduğunu savundu.
Müslümanlara yönelik şiddeti görenlerin bunun soykırım tanımına birebir uyduğunu anlayacağını dile getiren Uddin, "Yüzlerce insanı öldürdüler ve biz bazı toplu mezarlar da bulduk. Kurşuna dizilerek öldürülmüş birçok insan bulduk. Birçok kadın yakılarak öldürülmüş. Bunun dışında birçok toplu tecavüz vakası yaşanmaktadır. Hükümet güçleri köylerdeki evlere baskınlar düzenliyor. Bu yüzden erkekler evlerinden öldürülmek korkusu yüzünden uzaklaşmak ve kaçmak zorunda kalıyor. Evlerde yalnız kalan kadınlar polisler tarafından toplu tecavüzlere uğruyor.'' şeklinde konuştu.
Prof. Dr. Vakar Uddin, uluslararası kuruluşların, İnsan hakları derneklerinin, ABD ve OECD ülkelerinin Myanmar hükümetine çağrıda bulunmasına rağmen Myanmar hükümetinin tavrında hiçbir değişiklik olmadığını söyledi.

"Uluslararası müdahale şart"

Prof. Dr. Vakar Uddin, Myanmar'da Rohingyalı Müslümanlara karşı uygulanan şiddetin son bulmasının bir tek yolu olduğuna dikkati çekerek, şu değerlendirmede bulundu:
"Tüm bu olan bitene engel olmanın tek yolu var; BM ve diğer tüm uluslararası kuruluşların devamlı bir şekilde orada bulunması. Çünkü BM yetkilileri 3-4 günlüğüne bölgeye gelince tüm ordu birlikleri oradan çekiliyor, bölgeyi temizliyor ve yetkililer ayrılınca yine her şey eski haline geliyor. İnsanları öldürmeye, kadınlara tecavüz etmeye ve evleri yakmaya devam ediyorlar. Bu yüzden BM bölgeye gözlem amaçlı olarak kendi güçlerini göndermelidir. Yoksa Myanmar devlet güçleri masum ve yardıma muhtaç sivilleri katletmeye devam edecek. Bu duruma dur demenin tek yolu uluslararası bir gücün geçici olarak duruma el koyması ve Myanmar hükümetine karşı sert bir tutum takınmasıdır. En azından Myanmar hükümetine yönelik yaptırımlar yeniden getirilebilir. BM bir an önce bu konuyu Güvenlik Konseyine taşımalı ve Myanmar hükümeti ile resmi görüşmeleri başlatmalıdır Çünkü zaman gittikçe daralıyor. Bölgede ciddi bir soykırım kapıda.''
Vakar Uddin, kışın gelmesiyle bölgede yeni bir insani kriz başlayacağını vurguladı. Bölgedeki 20 bin insanın aç olduğunu ve barınağa ihtiyacı bulunduğunu dile getiren Vakar Uddin, şunları anlattı:
"Hava her geçen gün daha da soğuyor. Ortada büyük bir yiyecek sorunu var. Yiyecek var aslında fakat Myanmar hükümeti bunun insanlara ulaştırılmasına engel oluyor. Yerel hükümet yiyecek tedarikçilerini tehdit ediyor ve bunların ulaştırılmasına engel oluyor. Uluslararası kuruluşlar bu duruma el koymalıdır. Hükümet bu şekilde insanlara zulmederek yardımların ulaşmasını engelliyor. Çünkü bu insanları yıldırarak göç etmeye mecbur bırakmak istiyor. Bu bir soykırım değil de ne? Uluslararası kuruluşlar bunun bir soykırım olup olmadığı konusunda tartışıyorlar. Acaba bu bir katliam mı, kıyım mı, yoksa bir soykırım mı?"

"Türkiye’den büyük destek görüyoruz"

Prof. Dr. Vakar Uddin, Türkiye'den çok büyük beklentileri olduğunu belirtti.
Hükümetin, Mynmar hükümeti ile diplomatik ilişkilerinin iyi olduğunu aktaran Vakar Uddin, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Biz istiyoruz ki Türk hükümeti devamlı olarak Burma hükümeti ile kontak halinde olsun ve Mynmar hükümetini ikna ederek bu ölümlere son vermelerini sağlasın. Yiyecek ambargosu kaldırılsın. Mynmar hükümetini uluslararası hükümetler ve kuruluşlar ile iş birliği yapması konusunda ikna etsin. Türk hükümeti, Mynmar hükümeti ile iş birliği konusunda anlaştıktan sonra biz bütün yardım kuruluşlarının Rohingya'ya girmesi için çalışacağız."



Friday, 25 November 2016

Türkiye-Afrika ilişkilerinde yeni aşama


Türkiye-Afrika ilişkilerinde yeni aşama

İstanbul'da 2016 Kasım başında gerçekleşen Birinci Türkiye-Afrika Ekonomi ve İş Zirvesi önemli bir merhaleyi simgeliyordu. Türkiye'nin 'Afrika Açılım Stratejisi' artık başarıyla tamamlanmış ve kıtayla ilişkilerde yeni bir sayfa açılmıştı.
Türkiye-Afrika ilişkilerinde yeni aşama
İSTANBUL - SEDAT AYBAR
Amerikan seçimlerinden bir hafta önce İstanbul'da düzenlenen zirve, Afrika ve Türk iş çevrelerini bir araya getirmişti. Bu zirve, Türkiye’nin kıtaya olan ilgisini yeni aşamaya taşıyacak bir dönemin de başlangıcını müjdeliyordu. Birinci Türkiye - Afrika Ekonomi ve İş Zirvesi, 2014 yılında Ekvator Ginesi'nin Malabo kentinde gerçekleştirilen Afrika - Türkiye Zirvesi'nin bir devamı niteliğindeydi. Türkiye'nin Afrika'ya yönelik yeni stratejisinin temelleri orada atılmıştı. İstanbul’daki zirve bunun gereklerini yerine getirmek içindi.
Malabo Zirvesinden iki önemli uygulama planı çıkmıştı. Bunlardan birincisi, "Afrika-Türkiye Ortaklığı için Ortak Uygulama Planı 2015 - 2018" çerçevesinde bir yol haritası çiziyordu. İkincisi ise "Afrika - Türkiye Ortaklığı Öncelikli Projeler Matrisi 2015 - 2018", önemli işbirliği alanlarını belirliyordu. Bu bağlamda Malabo Zirvesi, ekonomik ve diplomatik ilişkilerin belli stratejik projeler etrafında şekillenmesi gerektiğini vurgulamaktaydı. En azından sonuç bildirgesi böyle bir yorumu destekliyordu.

Kıtayla ilişkilerde yeni sayfa

Bu durum genel geçer bir Afrika Açılımı senaryosundan ötede, daha tumturaklı, daha detaylı iktisadi, siyasi ve kültürel stratejilerin öncelikli projelerini oluşturmayı gerektiriyordu. Öncelikli projelerden kastedilen ise ziraat, endüstriyel tarım, kırsal kalkınma, sivil savunma, su kaynakları yönetimi, mikro/küçük-ölçekli işletmelerin, güvenlik, sağlık ve ulaşım gibi alanlardaki projelerdi. İstanbul'da 2016 Kasım başında gerçekleşen Birinci Ekonomi ve İş Zirvesi'ni bu bağlamda önemli bir merhaleyi simgeliyordu. Türkiye'nin 'Afrika Açılım Stratejisi' artık başarıyla tamamlanmış ve kıtayla ilişkilerde yeni bir sayfa açılmıştı.
Birinci Ekonomi ve İş Forumu'nda yaptığı açılış konuşmasında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Afrika ülkeleri ve Türkiye arasında daha derin ekonomik, sektörel ve firma işbirliklerinin gerekliliğini bir kez daha vurguladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'a göre sürdürülebilir bir 'kazan - kazan' işbirliği yaratmanın yolu, ciddi bir 'iş atmosferi' oluşturmaktan geçiyordu. Demek ki, yeni strateji karşılıklı iş yapmayı kolaylaştırıcı ortamın oluşturulması üzerine kurgulanacaktı.
Küreselleşmenin sonuçlarını değerlendirirken, birçok fırsat yaratan bu sürecin özellikle Afrika kıtası için çok da hayırlı bir tablo çizmediğini vurgulayan Erdoğan, fakirlik tuzağını aşmak için kıtanın 'iyi günde olduğu gibi kötü günde de dostu' olan Türkiye ile yapılacak iş birliklerinin önemine değindi. Aynı şekilde, Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu terör, göç, gelir eşitsizliği gibi sorunlara değinerek Afrika'yla daha kapsamlı bir iş birliği çağrısında bulundu. Bir dayanışma ruhu içinde 'yeryüzünün sefilleri olmanın asla kabul edilemeyeceği' sözleri, ağzına kadar dolu olan konferans salonundan coşkulu bir alkışla onaylandı.

Trump döneminde ABD'nin Afrika politikası

Zirvenin zamanlaması birçok yönden doğruydu. Özellikle sonuçları bağlamında Amerikan seçimlerine denk gelmesi, zirvenin en uygun zamanda gerçekleştirildiğinin ispatı. Amerikan seçimlerinden Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın galip çıkması, Türkiye - Afrika ilişkileri üzerinde de kaçınılmaz etkiler yaratacak. Peki, neden?
Donald Trump'ın seçim kampanyasının kurgulandığı "Amerika'yı Yeniden Büyük Yapacağız" sloganı, yurtiçi ekonomik öncelikleri tekrar ön plana taşıyan milliyetçi bir söylemi destekliyordu. Seçim kampanyası süresince Trump, Amerika'nın küresel rolünü tanımlayan mevcut ekonomik politikaları tersine çevireceğini vurguladı. Verilen mesaj, yeni yönetimin daha az küreselci, daha az dayanışmacı, daha az yardımsever, daha az dış ticaretçi ve göçmenlere destek vermeyen bir yönetim olacağı mesajıydı. Bunun, Afrika kıtası için olumlu niyetler beslemediği şimdiden çok açık. Afrika’daki birçok ülke, acil müdahale gerektiren sorunlarla başa çıkabilmek için Amerikan yardımına muhtaç. Sağlıktan güvenliğe, Amerikan yardımlarının kesilmesi, bu ülkeleri önümüzdeki yıllarda kaçınılmaz olarak olumsuz etkileyecek.
Bu nedenle Birinci Afrika - Türkiye Ekonomi ve İş Zirvesi, ABD'deki seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra daha da önem kazandı. Özellikle küçük - büyük her türden yardımın işe yarayacağı bir durumla karşı karşıya olan Afrika kıtası için Amerikan yardımlarının kesilmesi ciddi sorunlar yaratabilir. Bu yüzden Türkiye'den giden yüklü bir yardım paketinin ne kadar önemli olacağı açıklık kazanıyor. Ancak, Türkiye'nin Afrika'yla ilgili varmak istediği hedefler, kıtaya yapılan yardımlarla sınırlı değil; Türkiye aynı zamanda “eşit ortaklarla, eşit bir zeminde”, uzun vadeli ekonomik ve diplomatik iş birliği geliştirmenin ve böylece ortak ekonomik kalkınma ve büyümeyi teşvik etmenin peşinde.

Afrika'daki Gülen bağlantılı okullar

Türkiye'nin Afrika stratejisi, 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen başarısız darbe girişiminden çok önce bu yeni safhaya geçmiş olsa da, menfur darbe teşebbüsü Türkiye - Afrika ilişkilerine dair algıda önemli bir dönüm noktası da oluşturuyor. İstanbul’daki zirvenin zamanlaması bu bağlamda da önemli. Birçok yorumcu, Türkiye'nin 'Afrika'ya açılım' politikasıyla, Gülen bağlantılı okulların kıtadaki varlığı arasında ciddi bir bağ olduğunu düşünüyordu. Bu yorumcular yanlış bir şekilde, kıtaya yayılmış olan orta eğitim kurumları ağının Türkiye'nin Afrika stratejisine büyük bir katkısı olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak, akademik çalışmalar [1] , bunun gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bu çalışmalara göre Türkiye'nin Afrika kıtasına yönelik ilgisinin temel itici güçleri “karşılıklı anlaşmalar” ve “tarihi bağlar” olmuştur. Bu yüzden, İstanbul zirvesi kıtayla geliştirilecek ilişkilerin “karşılıklı bağlar” zemininde olacağı algısını yaratması açısından da önemlidir.
Afrika'ya açılma stratejisi aslen, Afrika'da hizmet vermiş bir grup ileri görüşlü diplomat tarafından geliştirilmişti. "Afrika'ya açılma” politikası, çok cesur bir şekilde, 'karanlık kıtaya' yönelik cehaletin hakim olduğu bir ortamda, 1989 yılında başlatıldı. Ve bu cehalet hali, kıtadaki Türk varlığının 1913 gibi yakın bir tarihte sona ermesine rağmen hüküm sürüyordu.

Başlıca bilgi kaynağı Batı medyasıydı

O zamandan beri, akademisyen-gazeteci Dr. Hıfzı Topuz'unkiler başta olmak üzere, nadir çıkan çok az sayıda haber ve gözlem yazısı dışında, Türkçe düşünen dimağlara kıtayla ilgili bilgi kırıntısı aktarılmamıştı. 1990’lara gelindiğinde kıtada sadece sekiz Türk elçiliği bulunmaktaydı. Ayrıca, Sahra-altı Afrika’daki herhangi bir Afrika ülkesine gidebilmek için takip edilebilecek en hızlı rota ya Londra'dan ya da Paris'ten geçiyordu. Kıtayla ilgili doğrudan bilgi sahibi olmayan Türkler, 'umutsuz kıta' hakkında Batı medyasında çıkan kötümser görüşleri yansıtmak eğilimindeydiler.
"Türkiye'nin Afrika'ya yönelik açılım politikası artık başarıyla tamamlandı."
Bu ifade, yukarıda bahsedilen Ekvator Ginesi'nin başkenti Malabo'da 2014'de gerçekleştirilen İkinci Türkiye - Afrika Zirvesi'ne katılan Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından dile getirilmişti. İlişkilerin gelecekte nasıl bir rota takip edeceği bu zirvede ele alınmıştı. Orada 'Afrika'da sürdürülebilir bir kalkınmanın ve entegrasyonun güçlendirilmesi için yeni bir ortaklık modeli' oluşturulmasına karar verilmişti. Zirve boyunca yapılan konuşmaların kapsamı ve genel havası, Türkiye'nin zirve bağlamında Afrika'da ortağı olan ülkelerle sürdürdüğü diplomasinin, Türkiye'de "Afrika Yılı" ilan edilen 2005'ten bu yana kaydettiği hızlı ilerlemeyi yansıtıyordu. Ekonomik, diplomatik ve siyasi ilişkiler engebeli yoldan geçti ama aynı süre zarfında bu ilişkiler belli bir kaliteye ve niceliğe ulaştı.
Niceliksel artış sadece ticaret hacminin artışından değil, aynı zamanda açılan yeni Türk temsilciliklerinin, THY’nin uçtuğu noktaların artan sayısından ve Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı'nın (TİKA) kıtada artan varlığından da izlenebilir. Türkiye'nin yeni politikası, 'Afrika'nın sorunlarına, Afrikalı çözümler' bulunmasına yardımcı olacak karşılıklı iş etkileşimlerinin teşvik edilmesine dayanıyordu.
İstanbul'daki Birinci Ekonomi ve İş Forumu, kıtadaki tüm ülkelerden ticareti, şirketleri ve idarecileri temsil eden 1600 delegeye ek olarak aynı vasıflarda 900 Türk delegeyi de ağırladı. Organizasyona ek olarak Türkiye çapında şirketlere ve fabrikalara geziler, ikili ve sektörel iş görüşmeleri düzenlendi. Büyük firmalar ve hükümetler arasında altyapı ve enerji alanlarında bazı önemli anlaşmalar yapıldı. Küçük ve orta ölçekli işletmeler arasında ise çok daha fazla sayıda anlaşma imzalandı. Bütün bunlar, ekonomik bağların derinleştirilmesinin karşılıklı zenginlik üretimine ve karşı karşıya bulunulan ortak sorunlara birlikte çözümler yaratmak inancıyla yapıldı.
Ancak, tam potansiyele ulaşmak için yürünmesi gereken uzun bir yol var.
Türkiye, Afrika ülkelerinin kendi aralarında imza ettikleri serbest ticaret antlaşmalarının hem kendilerine hem de Türkiye’ye “ne getirip ne götüreceğini” dikkatli bir şekilde hesap etmeli. Türkiye, Afrika'yla ticari ilişkilerini tıpkı Cibuti ile yaptığı gibi bir takım serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması ve teşvik edilmesi yoluyla kolaylaştırmalı. Çifte vergilendirme ve ulaşımla ilgili sorunlar bir an önce çözülmeli. Ticaret ve yatırımların finansmanının yetersiz kalması, ele alınması gereken başka bir konu. Banka kredileri yeterli değil ve sigorta hizmetleri potansiyele rağmen yeterince mevcut değil.

Üniversiteler harekete geçirilmeli

Eximbank'ın kıtaya yönelik verdiği kredilerin limitleri arttırılmalı. Özel sektör - kamu ortaklıkları teşvik edilmeli. Türkiye, hedef ülkeleri ve stratejik sektörleri seçerken dikkatli davranmalı ve sektörel büyümelerin muhtemel olumsuz etkilerini hesap etmeli. Büyük Türk şirketlerinin kıtaya girmesinin yolu açılarak orta ve küçük ölçekli firmaların işini kolaylaştıracak ölçek ekonomilerinin oluşturması teşvik edilmeli.
Bunların ne getirip götüreceği bilimsel yöntemlerle yapılacak ampirik araştırmalarla desteklenmeli. Bu anlamda üniversiteler proje bazlı harekete geçirilmeli ve iş dünyası ve politika yapıcılara destek verecek çalışmaları hızlandırmalı.
Bütün bunlara ek olarak, bu problemlerin önüne geçilmesi için gereken stratejik düşünce, Türkiye'de eninde sonunda birtakım kurumsal düzenlemelerin yapılmasıyla karşı karşıya kalacak. Maliyetine rağmen, uzman okullar, tropik hastalıklarla uğraşan uzman hastaneler, uzman bankalar ve uzman sigorta ve şirketlerin oluşturulması bir gereklilik olarak Türkiye’nin önüne çıkacak. Ancak bu sıralananlar Afrika - Türkiye ilişkilerinin bir sonraki aşamasına damga vuracak gereklilikler olacak. Şimdi mesele içinde bulunduğumuz bu yeni dönemin gereklerini başarıyla yerine getirmek.
Prof. Dr. Sedat Aybar. İstanbul Aydın Üniversitesi, Afrika Araştırmaları Merkezi Müdürü
[1] Aybar Sedat (2016), "Yeni" Türkiye, "Yeni" Afrika: Bir Yerçekimi Analizi, Politik Ekonomi, IAU Yayın Florya Chronicles, Yıl: 2, Sayı: 2, ISSN: 2149 -5750.

Türkiye'den Ukrayna'ya 50 milyon dolar kredi yardımı

Türkiye'den Ukrayna'ya 50 milyon dolar kredi yardımı

Türkiye, siyasi olayların yaşandığı Ukrayna'ya 50 milyon dolar kredi yardımında bulunacak.
Türkiye'den Ukrayna'ya 50 milyon dolar kredi yardımı
ANKARA 
Ukrayna'da yaşanan siyasi olayların ülkeyi derinden etkilemesi sebebiyle ülkeye mali yardım sağlamak amacıyla 50 milyon dolar tutarında kredi sağlanmasına ilişkin 15 Şubat'ta imzalanan ekli kredi anlaşmasının yürürlüğe girmesi, Hazine Müsteşarlığının yazısı üzerine Bakanlar Kurulunca kararlaştırıldı.
Resmi Gazete'de yayımlanan karara göre, kredi, Ukrayna devlet bütçesinin finansmanı amacıyla kullanılacak. Anlaşma, kredinin ana parası veya tahakkuk etmiş faizi ya da bu kapsamda ödenmesi gereken herhangi bir tutar ödenmediği sürece tam olarak yürürlükte kalmaya devam edecek.

Türkiye'den OECD'ye 160 bin avro hibe katkısı

Öte yandan, Türkiye ile Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) arasındaki matrah aşındırma ve kar kaydırma projesine ilişkin katkı anlaşmasının yürürlüğe girmesi, Hazine Müsteşarlığının yazısı üzerine, Bakanlar Kurulunca kararlaştırıldı.
Resmi Gazetede yayımlanan karara göre, Türkiye OECD'ye hibe kaydıyla 160 bin avro tutarında bir finansal katkı sağlayacak. Katkı, anlaşmanın yürürlüğe girmesinin ardından tek dilimde ödenecek.
Muhabir: Meltem Bulur


Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts