Friday, 3 November 2017

Yirminci Asırda Türklerin Uğradığı Sürgün ve Soykırımlar


Yirminci Asırda Türklerin Uğradığı Sürgün ve Soykırımlar



Türk tarihi, âdeta bir göçler tarihidir. Yaşanan çok sayıda savaşın önemli sebeplerinden veya sonuçlarından biri de bu göç Sürekli yer değiştiren, farklı dil, din ve kültürlerin coğrafyasına giren Türkler, ister istemez, gittikleri coğrafyadaki insanlarla bir hâkimiyet mücadelesine girişmiş; savaşmışlardır. Türkler, asıl büyük kıyım ve kırımları göçler sırasında yaşamışlardır. Her göç, Türkler için bir trajedi olmuştur.  Tarih boyunca yaşanan bütün göçleri ve bu göçlerde karşılaşılan kıyım ve kırımları an¬latmak bir kitabın hacmine sığmaz. Onun için biz daha çok 20. yüzyılda Türklerin uğradıkları göçlerin, sürgünlerin, kıyım ve kırımların bir bölümünü, özetlemeye çalışacağız.
16. yüzyılın ortalarında (1552), şehirdeki bütün erkeklerin, Korkunç İvan’ın emriyle kılıçtan geçirildiği, sağ kalan kadınların ve kızların esir edilip 150 bin Rus askeri arasında dağıtıldığı Kazan Hanlığının Ruslar tarafından yıkılması ve 17. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin Viyana önlerinde mağlup edilmesiyle (1683) başlayan yenilgiler ve geri çekilme süreci, içinde çok acı olayları barındıran felaketler zincirine dönüşmüştür.
Türk’ün “Kara” Asrı
18. yüzyılın ortalarından itibaren hızlanarak gelişen tarihi olaylar 20. yüzyılı Türkler için “kara” bir yüzyıl haline dönüştürmüştür. Nitekim 20. yüzyılın en mağdur, en mazlum ve en çok kırım ve kıyıma uğrayan milleti Türkler olmuştur.
20. asır, insanlık tarihinin en önemli yüzyıllarından biridir. Bilim ve teknoloji bu yüzyılda zirveye çıkmıştır. Dünya ideolojik kutuplara bölünmüş, büyük savaşlar ve mücadeleler yaşanmış; insanlığın yaşadığı derin acılardan sonra, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü genellikle bütün dünya tarafından benimsenen ortak değerler haline getirilmiştir. Bu gelişmeleri fırsat bilen birçok millet, tarihle hesaplaşmış; evrensel hukuktan ve milletler arası kurumlardan yararlanarak kayıplarını telafi etmeye çalışmıştır. 20. yüzyılın en çok kaybeden milleti olan Türkler ise, kaybetmeye devam etmişlerdir. Onun için 5 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilerek öldürülen ünlü Özbek şairi A.Çolpan:
Bu imiş; bilgi- fen, hüner asrı
Bu imiş; yükselen beşer asrı
Hadisat öyle gösterdi ki; bu asır
Yalnız; şer ve şer ve şer asrı.
Göç, bazen istenerek başvurulan umuda yolculuğun adı, kimi zaman da mecburi bir yer değiştirme, bir sürgündür insanlık için. Kıtlık, salgın hastalık, kuraklık gibi tabii afetler sebebiyle meydana gelen göçler, asıl itibariyle bir umuda, hayale, hayata yolculuktur. Ancak, insanlara, yaşadıkları coğrafyada hayat hakkı verilmemesi dolayısıyla meydana gelen mecburi göçlerde, genellikle acı, ezilmişlik, vahşet, katliam ve ayaklar altına alınan insanlık onuru vardır. Bu tür göçler, aslında birer sürgündür. Başka bir deyişle, bu tür göçler, vahşetten, zulümden, ölümden kaçıştır.
Osmanlı’da Adâlet ve Şefkat
“Îla-yı Kelimetullah” ve “Nizâm-ı Âlem” ülküsüyle coşan Osmanlı orduları, İslam adaleti, İslam hoşgörüsüyle fetihler yapmış ve üç kıtaya yayılan geniş bir coğrafyayı Osmanlı Devleti’ne bağlamış idiler. Türklerin adaletini ve hoşgörüsünü tanıyan yerli halklardan birçoğu, savaşmadan Osmanlı’ya tabi olmayı kabul etmiş ve Türklerin adaletine sığınarak dillerini, dinlerini, kültürlerini korumuş, yaşatmışlardır. Türkler tarafından fethedilen geniş coğrafyada, yüzyıllar boyu, Türkler ile diğer milletlerle birlikte, barış ve adalet içinde kardeşçe yaşamışlardır.
Osmanlı Devleti fethettiği toprakları her bakımdan imar etmiş; yollar, köprüler, camiler, hanlar, hamamlar yapmış ve o bölgelere önemli sayıda Türk nüfusu aktararak tam anlamıyla vatanlaştırmıştır. Yüzyıllarca dünyanın tek süper gücü olan Osmanlı Devleti, gerilemeye ve toprak kaybetmeye başlayınca, Türkler önemli ölçüde göç olgusuyla karşı karşıya kalmışlardır.
Osmanlı’dan Sonra Zulüm ve İşkence
Osmanlı ordularının çekildiği coğrafyalardaki Türkler, yıllarca birlikte yaşadıkları ve hep şefkatle davrandıkları yerli komşuları tarafından, amansız ve acımasız bir baskı ve kırıma maruz bırakılmışlardır. İşte içinde büyük trajedileri, soykırımları barındıran bu göçlerin önemli bir bölümü Balkanlarda yaşanmıştır.
İkinci Viyana kuşatması da başarısızlıkla sonuçlanınca, Osmanlı ordusu tarihinde ilk defa geri çekilmiştir. Bu çekilmeyle birlikte Avusturyalılar, İstanbul’dan, çok önce, 1389 tarihinde Türkler tarafından fethedilen Üsküp’e kadar gelerek şehri yakmış ve birçok insanı kılıçtan geçirerek öldürmüşlerdir. 1687’dekı bu olay sırasında, Üsküp’te yaşama imkanı bulamayan Türkler, göçmek ya da kaçmak zorunda kalmış ve İstanbul’a gelerek Unkapanı civarında bir mahalle kurmuşlardır. Bu olay ve 1687 tarihi, Rumeli’den Anadolu’ya doğru yapılan göçlerin başlangıcını oluşturmuştur.
1687 tarihinde Üsküp’ten İstanbul’a yapılan göçten sonra, yaşadıkları yerlerde rahatsız edilen, baskıya uğrayan Türk toplulukları, çeşitli zamanlarda Anadolu’ya göçmeye devam etmişlerdir. Daha sonra yapılan göçlerden, 1774 tarihinde Balkanlar üzerinden gerçekleşen Kırım Türklerinin göçü, 1806 yılında Sırp ve Karadağ işyardan, 1829 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve özellikle, 1877/78 Osmanlı Rus savaşı İle 1912 Balkan savaşı sonrasında meydana, gelen göçler önemlidir.
Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte çeşitli bölgelerde yaşayan Türklere büyük baskılar uygulanmış ve göçe zorlanmışlardır. Özellikle Mora yarımadasında yaşayan Türkler büyük zulüm görmüş; kaçma fırsatı bulamayan 20,000 Türk hunharca katledilmiştir.
Rusların Yeşilköy yakınlarına kadar geldikleri 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlarını ilan etmişler, Bulgaristan ise özerk bir Prenslik haline getirilmiştir. Bu savaş sırasında ve sonrasında bir buçuk milyon İnsan göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir can güvenliği olmadan yollara çıkan bu insanlar, göç yo¬lunda saldırılara uğramış; işkenceye, tecavüze ve her türlü insanlık dışı uygulamaya maruz kalmış, büyük bir kısmı yollarda öldürülmüştür.
Bu göçler sırasında yaşananlar tam anlamıyla bir felakettir. Soykırımdan kurtulanların bir bölümü de açlık, hastalık ve sefaletten ölmüştür. Sağ olarak güvenli bölgelere ulaşabilenler, buralara yerleştirilmiş, Anadolu’ya gelenler ise Osmaniye, Reşadiye, İhsaniye gibi adlarla kurulan yeni yerlere yerleştirilmişlerdir.
1877/78 Osmanlı-Rus savaşından sonraki en büyük göç dalgası, 1912 Balkan savaşı sırasında yaşanmıştır. Dört küçük Balkan devletçiği, Osmanlı’nın orduyu terhis etmesini fırsat bilerek hücuma geçmiş ve Osmanlı’yı mağlup etmiştir. Türkler ancak İşkodra, Yanya ve Edirne’de direnebilmişlerdir. Savaş sırasında sivil Müslüman halk katliama uğramış, kaçabilenler canlarını kurtarmış ve İstanbul’a, Anadolu’ya yönelen yeni bir göç dalgası oluşmuştur. Balkan savaşlarından sonra Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü, Avrupa’daki nüfusunun ise % 69’unu kaybetmiştir.
Çok Hazin Manzaralar
Bütün bu savaşlar ve göçler sırasında her biri ayrı bir trajedi olan binlerce olay yaşanmıştır. Örnek olması bakımından bir Alman demiryolu memurunun 1878 savaşı hatıralarında yer alan bir notunu burada vermek istiyorum. Alman memur hatıralarında ,” Yolda dört yüz cesede rastladım. Üst üste yığılmışlardı ve hepsi çıplaktı. Kadın, erkek, çocuk hepsi önce karda, soğukta çıplak bırakılmış, sonra öldürülmüşlerdi. Bunların içinden iki yaşında bir çocuğu ben kurtardım” demektedir.
“Rumeli’den Türk Göçleri” adlı eserde, Bilal Şimşir 1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra başlayan ve 1912 Balkan savaşları sonrasında devam eden göçleri, Türk, Rus, Fransız, Bulgar ve İngiliz arşiv belgeleriyle ortaya koymaktadır.
Bu eserde yer alan yüzlerce belgede, göçün, açlığın, etnik arındırmanın, soykırımın ve korumasız kalan sivil insanların çaresizliğinin, insanlık ayıbı olan örneklerini görmek mümkündür. Örneğin bu belgelerden biri, Petersburg’da İngiliz Büyükelçisi Loftus tarafından Rus Dış İşleri Bakanı Gortchakow’a verilen notadır. Bu notada:
“Rus ilerlemesi karşısında Rumeli Türk halkının panik halinde toplu olarak göçtüğü ve bu göç sırasında 100.000 kişinin açlıktan ve soğuktan öldüğü belirtilerek, halkın telaş ve korkusunun giderilmesi için, Rusların bir bildiri yayınlaması gerektiği” belirtilmektedir.
Göçler Devam Ediyor…
Balkanlarda yaşanan katliamlarda Rus desteğindeki Bulgar birlikleri önemli rol oynamışlardır. Sadece Harmanlı katliamında 20.000 kişi katledilmiştir. Balkan savaşı sırasında meydana gelen göçte, yaklaşık olarak 600.000 Müslüman katledilmiştir. Bu 600.000 kişinin 200.000’inin Bulgar çeteleri tarafından katledildiği tahmin edilmektedir. 1821’deki Yunan ayaklanması ve bu ayaklanmaya ile birlikte başlatılan “etnik temizlik”, daha sonra uygulanan sürgün ve soykırımın başarılı bir örneğini oluşturmuştur!
Bütün bu coğrafyadaki nüfus hareketleri, aslında nasıl bir göçün, sürgün ve katliamın yaşandığını açıkça göstermektedir, örneğin, Girit’te 1821’de 160.000 Müslüman, 129.000 Hıristiyan yaşarken, 1911’de Müslüman nüfus 28. 000, Hıristiyan nüfus ise 307.000 olmuştur. J. McCharty de 1829 ile 1923 yıllan arasında Balkanlarda 5.000.000 sivil nüfusun eridiğini, yok olduğunu belirtmektedir. Eriyen ve yok olan bu sivil nüfusun tamamına yakını Müslü-manlardan oluşmaktadır.
Balkanlardan Anadolu’ya yapılan göçler Cumhuriyet döneminde de devam etti, Bu göçlerin bir bölümü “mübadele” yoluyla gerçekleşti. 1923 mübadelesinde Yunanistan’dan yaklaşık olarak 500.000 insan Türkiye’ye geldi. Yunanistan’da baskı ve zulüm gördükleri için, 1952-1969 yılları arasında mübadele anlaşmaları dışında 25.000 kişi daha Türkiye’ye göçmek, kaçmak zorunda kaldı.
Cumhuriyet döneminde Balkanlardan Türkiye’ye yapılan göçlerin en büyüğü Bulgaristan’dan oldu. 1925-1949 yıllan arasında 220.000, 1950-52 yıllan arasında 155.000, 1968-79 yılları arasında 115.000,1989 yılında ise yaklaşık olarak 230.000 kişi Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
Türkiye, bu son göçle, 2. Dünya Savaşından sonra Avru¬pa’da görülen en büyük göç hareketiyle karşı karşıya kaldı. Dönemin Bulgar yöneticileri, Türklerin en temel insani haklarını ellerinden aldılar. İsimlerini değiştirdiler, dillerini yasakladılar, mezarlıklarına müdahale ettiler, tarîhi ve mi¬marî eserlerini yıktılar, dinî ve millî kimliklerini yok etmek için büyük baskılar, sindirme ve asimilasyon politikalar uyguladılar.
Dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen bu maddi ve manevi soykırıma maalesef bütün dünya seyirci kaldı. Belene kampından dünya basınına yansıyan görüntüler ise, insanın tüylerini ürperten bir vahşet ve insanlık ayıbı olarak tarihde ki yerini aldı. Bu soykırımdan kaçanlarla birlikte, Cumhuriyet döneminde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insan sayısı yaklaşık olarak 800.000’e ulaştı. Bu rakam, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde aldığı göçlerin yaklaşık olarak % 48’ini oluşturmaktadır. Ayrıca Cumhuriyet döneminde Yugoslavya’dan 305.000, Romanya’dan 120.000 kişi Türkiye’ye göçtü.
Son Soykırım: Bosna!
1992 yılında bağımsızlığını ilan eden Sırplar, Bosna-Hersek ve diğer yerlerde büyük bir soykırım gerçekleştirdiler. Avrupa’nın ortasında gerçekleştirilen bu soykırımın görüntüleri bütün dünya gazetelerinde ve televizyonlarında yayınlandı. Âdeta canlı, yayınlarda soykırımlar yapılmaktaydı. Ancak öldürülenler Müslümanlar, olunca bütün dünya, Sırplar amaçlarına ulaşıncaya kadar seyretti. Bu vahşetten kaçabilen 20.000 insan Türkiye’ye getirildi. Bir bölümü Kırklareli’ndeki göçmen kamplarına, bir bölümü de İstanbul’un çeşitli semtlerinde oturan akrabalarının yanma yerleştirildi.
Göçler büyük acılarla doludur. Bütün zorlukların , acı ve trajedilerle dolu hikâyelerine rağmen, şunu da belirtmek gerekir ki, göçlerin Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rolü olmuştur. Önce 13. yüzyılda Moğollardan kaçarak gelenler, daha sonra da 19 ve 20. yüzyıllarında ki göçlerle gelenler Anadolu’nun Türkleşmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Kazaklar Ve Kozaklar



Kazaklar Ve Kozaklar
Almagül İSİNA
Dr. Almagül İSİNA
Yayın Tarihi : 07.11.2006
Stratejik Yorum No:280
Çoğumuz bulmacalarda sıkça rastlanan “Kazaklarda başbuğ” sorusunu “ataman ” şeklinde belki de yüzlerce kez yanılmadan cevaplamışızdır. Peki, bulmacalarda cevaplamakta zorlanmadığımız (aslında Kozak olması gereken) ancak kimlikleri konusunda bir türlü kesin bir sonuca varamadığımız bu “Kazak” (?) kelimesine son günlerde yazılı ve görsel basında değişik durumlarda karşılaşmaya başladık. Neden Kazak ve Kozaklarla ilgili bu kadar “anakronizm” yapılmaktadır? 20.10.2006 tarihinde Kazakistan`ın Atırav ili Teniz petrol işletmelerinde çalışan Kazak-Türk işçileri arasında meydana gelen kavga, Türk kamuoyunu,

“Çin’den Adriyatik’e kadar” yayılan 250 milyonluk Türk Dünyası konusunda bilinçlendirmeye ve bilgilendirmeye yönelik çalışmalarda bir takım eksikliklerin mevcut olduğunu ve konu üzerinde yapılan bilimsel araştırmaların büyük çoğunluğunun eski verileri tekrar etmenin ötesine gidemediğini ve doğal olarak güncel olmadığını da ortaya koymuştur.

Olaydan sonra gerek basında çıkan yazılar, gerekse okurların yorumlarından da açıkça anlaşılacağı üzere, Orta Asya Türkleri hala gerektiği seviyede tanıtılmamıştır. Öyle ki hatta genel anlamdaki Türk boyunun Kıpçak koluna mensup Müslüman Kazak Türkleri, bilimsel araştırmalardan uzak bilgiler esas alınarak, Rus Çarına itaat etmekten vazgeçen Slav ırkından bir Hıristiyan grubu olan (Kozaklarla ilgili ayrıntılara ulaşmak mümkündür) (2) (Rusçası “ Kazaki ” olup, kendilerini “ Kozaki ” şeklinde adlandıran ve çoğu zaman “ Don Kozakları”, kimi yazılarda “Kossaklar”, “Kazakya” denilen) Kozaklarla ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Slav asıllı Hıristiyan Kozaklarla, Kıpçak Türklerinden Müslüman Kazakların arasında, sadece isim benzerliği dışında en ufak bir ortak nokta ve kan bağı bulunmadığı gibi, Kazak Türkleri de, Kozaklardan Çar Rusya’sı döneminde tıpkı Osmanlı Türkleri gibi büyük darbeler yemişlerdir.

Slav Kozak ve Türk soyundan Kazak isimlerinin Türkçedeki benzerliği tamamen fonetik kurallardan kaynaklanmaktadır. Slav Kozakları tarih biliminde Kozaklar şeklinde anılmakta olup, ancak bu terime çoğu zaman uyulmadığından dolayı Kazak Türkleriyle karıştırılmaktadırlar.

Slav Kozakları bugünlerde Rusya, Ukrayna ve Orta Asya’nın bazı bölgelerinde ve Kırım’da; Kazak Türkleri ise Kazakistan Cumhuriyetinde (Çin, Moğolistan, Türkiye, Almanya, Afganistan, İran vb ülkelerde) yaşamaktadırlar.

Bilindiği üzere, Kazak Türkleri Orta Asya bozkırlarında yaşamışlar ve bazı yazılarda iddia edildiği gibi, ne “kayıklara binerek İstanbul’a saldırmaya gelmişlerdir (Kazak topraklarının dışa açılan deniz kıyısının bulunmadığı herkesçe malumdur), ne de “Osmanlı İmparatorluğuna darbe vurma girişimlerinde bulunmuşlardır.”

Ancak ne yazık ki talihsiz isim benzerliği yüzünden bilinçli veya bilinçsizce iki grubun karıştırılması ve yan yana birlikte anılması, Türk kamuoyunda Kazak halkına karşı istem dışı da olsa olumsuz tepkileri körüklenmektedir (3).

Söz konusu Kozaklar, “Kazaklar” şeklinde bazı internet sitelerinde Osmanlı İmparatorluğuna saldıran “hain ve vahşi” bir boy sıfatıyla “genişçe” işlenerek, kamuoyuna Kazakistan’da yaşayan Kazak Türklerinin “cetleri” sıfatıyla tanıtılmıştır (4). Bu tür yazılar tamamen yanıltıcı, kasıtlı ve bilimsel açıdan hiçbir temele dayalı olmayan eksik değerlendirmelerdir.

Başta büyük medya kuruluşları olmak üzere internet ortamının da söz konusu işçi kavgasından sonra Türk kamuoyunu bu şekilde yanıltma suretiyle, kardeş Kazak toplumuna karşı kışkırtmaları, Kazakistan’a ve Türkiye’ye bir yarar getirmeyecektir. Bu tür yazıların sadece reyting kaygısıyla kaleme alındığı, sağduyulu ve aydın Türk insanları tarafından gayet iyi anlaşılmaktadır (5).

Yukarıda kaynak gösterdiğimiz “ Özü’den Tuna’ya: Kazaklar ” isimli Aralık 2004 tarihinde Yeditepe yayınevi tarafından yayınlanmıştır (6). Ancak kitap, yazımızın başında da değindiğimiz Slav ırkından gelen Rus Kozaklarını araştırmakta olup, ismi ise yine karmaşık ve kamuoyunu yanıltıcı nitelikte “Kazaklardır”. Buradan da belli olduğu üzere, tarihçi bilim adamları bile hala Kazak ve Kozak terimi konusunda bir kargaşa içerisindedirler. Bilim adamları arasında bile hal böyleyken, sıradan bir vatandaşın Kazak-Kozak isimlerinin karıştırarak, bir yanılgıya düşmesi hiç de zor değildir. Söz konusu kitabın arka kapağında: “Kazak ve Kazaklık deyimleri, yerli araştırmalarımızda genel olarak ailesiz ve devletsiz olarak yaşayan, günümüz terminolojisinde terörize olmuş gruplara denk düşen toplum kesimlerini anlatmak üzere kullanılır. Kazakların kavmi bir boyutu olduğu düşünülmez. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük düşmanlarından birisi olan Kazakların XVII. yüzyıl ortalarına kadar gelen tarihi karanlıktır. Yabancı tarihçiler, Kazakları Ortodoks Hıristiyanlığın yılmaz savunucuları olarak gösterme çabalarına rağmen, onların aslında Türk tarihinin bütünüyle dışında yer alması gereken topluluklar olmadığı araştırmanın ulaştığı çarpıcı sonuçlardan birisidir (7)” gibi ifadeler yer almıştır. Kitabın isminin yanıltıcı bir biçimde “Kazaklar” şeklinde sunulmasının, akademik etik kuralları bakımından doğru olup olmadığına ancak tarih bilimi otoriteleri ve ilgili uzmanlar karar vereceklerdir .

Eserin- Kozaklar ve Kazaklar arasındaki farkı iyi bilmeyen bir okurun, bunu doğrudan Kazakistan’da yaşayan Kazak Türkleri olarak algılayabileceği olgusu göz önüne alındığında- son derece yanıltıcı bir yönlendirme içerdiğini belirtmekte yarar vardır. Konuyla ilgili en iyi açıklamalar, çeşitli dönemlerde çıkan bilgili Türk aydınlarının ve tanınan ilim adamlarının eserlerinde bulunmaktadır.

Slav asıllı Kozaklar günümüzde de Kırım Türkleri (8) başta olmak üzere, çeşitli Türk boylarına karşı beslemiş oldukları düşmanlık duygularını farklı şekillerde sürdürmektedirler (9). Hatta Kazakistan’ın batı kesiminde yaşamakta olan Kozaklar 1990–1991 yıllarında defalarca geleneksel kıyafetleriyle atlara binerek, sokaklarda gövde gösterisi gerçekleştirerek, bağımsız bölge talebinde bulunmuşlardır.

Kazak ve Kozak terimlerinin, kısa bir süre içerisinde ilgili bilim adamları tarafından belirginleştirilmesi lazım.

Sadece isim benzerliği yüzünden, hatta bir ulus bile olmayan bu grubun Osmanlı döneminde yapmış oldukları yağmalar ile zorbalıkları, Kazak Türklerine “yamama” ve mal etme çabalarının iyi niyet içerdiğini söylemek zordur.

Henüz çevrilme aşamasında olan Abhazya isimli ders kitabında: “XVII. y. Türk kıyılarına hafif kayıklarıyla Abhazya kıyılarına kadar gelen ve Pitsunda da dâhil olmak üzere bazı noktalarda duraklayan Don ve Dnyepr Kozaklarının saldırıları sıklaşmıştır… Kozakları Türklere karşı mücadelede kendi müttefikleri olarak değerlendiren Abhazlar, onlara çok büyük destek vermişlerdir. Don Kozaklarının efsanelerinde “Türk Müslümanlara” karşı “Hıristiyan Abhazlarla” birlikte yapılan seferlerine dair bilgiler yer almaktadır…” (10) denilmektedir.

Tarih biliminde çeşitli dönemlerde Rusçadaki isimlerinden hareketle “Kazaki ”, “ Kozaki” şeklinde isimlendirilen bu boy, Kazak bozkırlarına Çarlık Rusya döneminde göç ettirilmeye başlamıştır. Kazak ilim adamı Prof. Dr. Ordalı Konıratbay’ın kalem aldığı bir eserde Kozakların, Kazak bozkırlarına göçü ve yaptıkları zorbalıklar şu şekilde açıklanmaktadır:

” Çar yönetimi Kazakistan ve Orta Asya’yı (Türkistan’ı) tamamıyla işgal ettikten sonra, sömürge siyasetini planlı olarak güçlendirmeye başlamıştı. Yerli halk temsilcileri hükümet ve devlet yönetim idarelerine yaklaştırılmamıştır. Rusya, sömürge altına aldığı ülkeyi sömürmek ve Rusya’nın iç bölgelerindeki siyasi ve sosyal gerilimi yatıştırmak amacı ile Rus köylüleri ve Rus Kozak askerlerini Türkistan ülkesine göç ettirme işi hızlı bir şekilde yürütülmeye başlamıştır. Göçmen Kozaklar, yerli halktan (Kazaklardan) zor kullanma suretiyle alınan verimli ve bakir topraklı bölgelere yerleştirilmiştir, ülkenin asıl sahipleri ise topraklarından ve yurtlarından uzaklaştırılarak, iklimi elverişsiz, dağlı tepeli ve çorak bölgelere göçe zorlanmışlardır…

1917 yılında Geçici Hükümetin başında bulunan A.F. Kerenskiy 1915 yılında:" İngilizler ile Fransızlar sömürdükleri ülke halkına nasıl davrandılarsa, Ruslar da Müslüman Kazaklara aynen davranmalıdırlar " şeklinde nutuk atmıştı... Prjevalsk komünistleri Kazaklardan 25.000 desyatina toprak gasp ederek, oralara Ural Kozaklarını yerleştirmişlerdir, böylece Kuropatkin ve İskân İdaresinin (sömürgeci Çarlık Hükümetin) planı uygulanmış oldu”, “ Rus Kozakları , maddi bakımından varlıklı, yerli halkı sömürebilmek, yağma ve gasp etmek için hatta Rus köylüleriyle uzlaşmaya gelemeyen ve onlarla mücadele etmekte olan bir sosyal gruptur”…Turar Rıskul (Stalin tarafından katledilen Kazak asıllı liderdir-A.İSİNA) “ Çar hükümetinin sömürge siyasetini devam ettiren bir vârisi” sıfatıyla suçlar. Mevcut Sovyet hükümeti, eli silahlı Rus Kozakları ile Rus köylüleri üzerinde bir hâkimiyet kuramayacakları için bunun acısını ancak silahsız göçebelerden (Kazaklardan) çıkartabilmiştir” … Neticede sulanan toprak sahibi olamayan göçmen Rus Kozak köylüleri bir ekonomi krize girmişler ve Çar hükümeti ise bu krizden çıkmanın çözümü olarak yerli halkın (Kazakların) verimli topraklarını gasp ederek Kozaklara vermekten başka çare bulamamıştı… "Bu politika; özellikle , Rus Kozaklarının doyumsuz bir biçimde muazzam toprak parçasını asıl sahiplerinden gasp etme olaylarından sonra, Jetisu’daki toprak meselesini tırmandırmış ve doğal olarak Kazakların Jetisu’da 1916 yılındaki milli kurtuluş ayaklanmasının nedenlerinden birini oluşturmuştu… Rıskulov, Türkistan Cumhuriyetinin Anayasasına uygun bir şekilde kendine verilen yetki ve haklardan yararlanarak, Rus köylülerinin silahsızlandırılmasını, onların ekonomi durumunun yerli halkın durumu ile eşit hale getirilmesini, Rus köylüleri ve Rus Kozaklarının elindeki göçebe halkın topraklarının geri alınmasını sağladı… (11) ”

Bu alıntılardan da görüldüğü gibi, Kazak Türkleri, Çar Hükümetinin desteğini arkasına alan ayrılıkçı Rus Kozaklarından büyük zararlar görmüşlerdir. Hatta günümüzde bile Kozak grubunun çeşitli Türk boylarına karşı düşmanca hareket ettikleri yukarıda da belirtilmiştir (12).

Kozakların Osmanlı döneminde gerçekleştirdikleri çeşitli saldırı ve yağma faaliyetlerini, Kazak Türkleriyle özdeşleştirmeye yönelik kışkırtma amaçlı “aydınlatıcı” yazıların aynı zamanda Türk tarihini de saptırdığını özellikle vurgulamak gerekiyor.

Son olarak, herkesin bilmesi gereken bir durum var: söz konusu olay, Kazakistan ile Türkiye devletlerinin diplomatik ilişkilerinde herhangi bir soğukluk veya krize yol açmamıştır. Haliyle işçi kavgasını Kazak-Türk halkları arasında yaşanmış gibi çeşitli saptırma, yanıltma ve yanlış yönlendirmelere yönelik tüm çabalar başarılı olamayacaktır. Kavganın temelinde ise sosyal nedenlerin yanı sıra, kesin belli olmamakla birlikte Türk inşaat şirketlerinin Kazakistan’daki büyük başarılarından rahatsız olan dış güç odaklarının kışkırtma faaliyetlerinin yatması da ihtimaller arasındadır.

Olay; Kozakları kullanarak Kazak-Türk ilişkilerini zedelemeye çalışanların düşündükleri gibi körüklenmeye çalışılmasına rağmen, aksine her iki devletin ilgili kurumlarının ihmal ettikleri konularda daha sıkı ve ortak bir biçimde işbirliği yaparak, birlikte hareket etmeleri gerektiğini ortaya koymuştur.

*Dr., TASAM Orta Asya Uzmanı

Dipnotlar;

1. Türk-Asya Stratejik Araştırmaları Merkezi (TASAM), Orta Asya uzmanı.
2. Yücel Öztürk, http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=37879 Yeditepe Yayınları ; Aralık 2004, 1.baskı,
3. http://www.hurriyet .com.tr/yasam/ 3438962.asp? gid=57 , http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/5376833.asp?yazarid=28 gid=57
4. http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=194918
5. Prof. Dr. Nadir Devlet, Çağdaş Türk Dünyası (İstanbul: M.Ü. Yayınları No. 475, 1989).
s.147–168 Kazak adinin izahı: s.147. Çağdaş Türkler, (İstanbul: Çağ Yayınları 1993), s. 306’da ayni izah var. Bu kitap Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi’ne ek ve ayrıca Zaman gazetesi tarafından da okuyucularına dağıtıldığı için daha geniş kesime ulaşmıştı
6. Yücel Öztürk, http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=37879 Yeditepe Yayınları ; Aralık 2004, 1.baskı, 13.5x19.5, 486 sayfa, Türkçe, K.kapak. ISBN No: 9756480114
7.
8. http://www.usakgundem.com/haber.php?id=6528
9. http://www.millihareket.org/modules.php?name=HT-Icerik&ht_islem=goster&icerik=7
10. Abhazya Ders Kitabı, (İstoriya Abhazii) Ders Kitabı “Alaşara” Yayınevi, 1991. Suhum/Abhazya
11. Ordalı Konıratbay, Turar Rıskulov.Almatı, 1997/Kazakistan, ilmi monografi.
12. http://www.trt.gov.tr/wwwtrt/hdevam.aspx?hid=54084

Kafkaslar’da Göç, Sürgün ve Soykırım


Kafkaslar’da Göç, Sürgün ve Soykırım

HASAN İZZET ALTINANIT
Rus tarih yazarı Sulujiyef: “Dağlılar teslim olmuyor diye biz başladığımız işten cayacak değildik. Silahlarını almak için dağlıların yarısını kırmak gerekiyordu. Katliama giriştiğimizde kadın ve çocukların birçoğu ormana sığınıyordu. Bunların çoğu birliklerimiz tarafından bulunuyor, genellikle de öldürülüyorlardı.” gene diğer bir tarih yazarı Zaharyan da: “…Biz onları hür çayırlarından çıkardık, avullarını yaktık. Birçok kabileleri tümüyle yok ettik” demektir.      Bir başka Rus kaynağı “…teslim olmayan, son kurşununa kadar direnen, askerlerimizi uğraştıran ve zayiat verdiren eşkıya gerçekten cesur savaşçılardan meydanayordu. Koskoca orduya karşı, yemek ve cephanesiz, uzun süre dayanmaları mümkün değildi, ama gene de teslim olmuyorlardı.” Rus tarihçilerinin bile kabul ettiği bu acımasız olaylar zinciri, soykırımın yapıldığının örneklerinden yalnızca birkaçıdır.
Sürgün düşüncesinin, 1857’den beri gündemde olduğu gerçektir. Kafkasya Ordusu Genel Kurmay Başkanı General Milyutin hazırladığı raporda “Çerkezlerin yerlerinden edilerek, onları Don bölgesinde oturmaya zorlamak ve boşaltılan bölgeye de Kozak ve Rus halkının iskânı ile Kafkasya Rusyalaşacaktır.” demektedir.
1859 yılında Şeyh Şamil’in esir düşmesi ile bütün Rus kuvvetleri Kafkasya batısına yönlendirildi. Bu büyük kuvvet karşısında; Şubat ayında Kızılbekler, Başılbeyler, Besleneyler, Haziran ayında Bjeduğlar, Ağustos ayında Temirgueyler ve Kuban Irmağı ötesi Kabardeyler’i, Kasımda Abzekhler, 1860/1863 yıllarında Natukhaylar ve Şapıshlar teslim oldular. Ancak; Adıge, Ubukh ve Abhazların direnmesi devam ediyordu.
1860 yılında Rusya Başkumandanı Prens Baryantisnki “… Üstün kuvvetlerle yapılacak taaruz ile Çerkez’leri çekilmeye zorlayarak, ovalara veya Osmanlı topraklarına sürmek ve yerlerine Kozak ve Rusları yerleştirmek” düşüncesinde idi ve bunu bir rapor halinde hazırladı. Bu rapor Kafkasya Komisyonunda dikkate alındı, ancak bu yapılması planlanan ovalara göçün büyüklüğünün mali yönden vereceği sıkıntı ve Çerkez isyanına dönüşebileceği endişesi ile imkansız olduğu ifade edilerek raporda da belirtildiği gibi, Çerkezler’in Osmanlı topraklarına sürülmelerine karar verildi.
1861 yılında, yurtlarından ayrılmak istemeyen ve Rusya yönetimi altında yaşamayı kabul eden Abzekhler, bir anlaşma sağlayabilmek için liderleri vasıtasıyla, Kafkasya’da bulunan Çar II. Aleksandr’a başvurdular. Çar’ın “Size düşünmeniz için sadece bir ay tanıyorum. Bir ay sonra Kuban boyunda size gösterilen yerlere taşınmayı kabul edip etmediğinizi Kont Yevdokümov’a bildireceksiniz veya Osmanlı ülkesine göç edeceksiniz.” sert cevabı ile yapılan başvuru sonuçsuz kaldı ve sürgün bütün acımasızlığı ile uygulanmaya başladı.
Kafkasya’nın batısı yerleşimi ile ilgilenen Kont Yevdodokümov’un da inandığı tek şey, “yerleşimi kabul etmiş Çerkez halkı bile tehlikeydi ve bütün Çerkezlerin denizin karşı tarafına kovulmaları gerekmekteydi.”
Çerkezlerin Osmanlı topraklarına gönderilmeleri; 1861-1862 ve 1863-1864 yıllarında iki safhada gerçekleştirildi. 1861 yılında Besleneyler yurtlarını terk eden ilk topluluk oldu. Daha sonra Laba ötesi Kabardeyler, Temirguryler ve diğerleri büyük acılarla yurtlarından ayrılmak zorunda bırakıldı. Boyun eğmeyen ve savaşmaya devam edenler de 1863 – 1864 yıllarında aynı durumu yaşamaya başladı. Bunların çabalarını, Rus kaynakları şu sözerle takdir etmekteydiler: “Düşman kuvvetlerine de adil olarak hakkını vermeli, cesaretlerini kabul etmeliyiz. Onlar kendi hürriyetlerini korumak için savaşmaktadırlar.”
Karadeniz’in bütün kıyı şeridi sürgün edilenlerle dolmaya başladı. Batum, Poti, Sohum, Adler, Psow, Çandrıpş, Tuapse, Tsemez, Anapa, Taman ve Kerç limanları sürgünler için çıkış limanları idi.
Taşıma imkanlarının yetersiz olması birikmelere sebep oluyor, aylarca kıyılarda aç susuz bekleyenlere rastlanıyordu. Hastalık ve açlık başlamıştı. Açlıktan ölmüş annesinin, memesini emmeye çalışan çocuklara, açlıktan güçsüzleşen insanlara saldıran aç köpeklere sıkça rastlanmaya başlandı.
Tekne sahipleri, para hırsı ile teknelerine kapasitesinden fazla kişi almaktaydı 50-60 kişi kapasiteli yelkenlilere 300 kişi tıklım tıklım dolduruluyor ve üç beş gün veya bir hafta sürecek sefere çıkılıyordu. Bir Abhaz anne, ölen çocuğunun öldüğü belli olmasın diye devamlı ninni söyleyip, meme emzirir rolüne sığınıyor, kokudan fark edilince de, gemiciler tarafından kucaktan koparılıp denize atılan yavrusunun arkasından o da Karadeniz’in kara sularına atlıyor… Donarak ölen insanlar…
Ölenler gemiciler tarafından denize atılıyor ve yüzen cesetler arkadan gelen teknelerdeki Çerkezler tarafından görülüyordu. Buna; “göç” diyenler, “sürgün” diyenler aslında bir “soykırım” olan bu acı olayları görmek istemeyip, üç maymunu oynayan dünya ulusları ve Kafkasya’da zafer çığlıkları atmaya devam eder Ruslar.
Sürülenlerin Sayısı ve Gidilen Yerler
Sürgünle ilgili Kafkasya’dan göç ettirilenlerin sayısını gösteren, sürgün şartları sebebi ile güvenilir bir istatistik yoktur. Yapılan araştırmalarda bu rakam 500.000 ilâ 2.750.000 arasında değişmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kayıtlarına göre, sürgüne tabi olan ve gelebilen Kafkasyalı’nın 900.000 civarında olduğu tahmin edilirken, daha önceki ve daha sonraki tarihlerde gelen ve yollarda telef olan sürgünzedelerin de yaklaşık 1.500.000 kişi olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca, 1878 yılı sonunda Abhazya’nın %70 halkı savaş sırasında Osmanlılara yardım etme bahanesiyle, Osmanlı topraklarına, bir kısmı da toprak mülkiyet hakları ellerinden alınarak Kuban Çukuru’na sürülmüşlerdir.
1864-1878 yılları arasında Kafkasya’dan Rumeli’ye göç ettirilen Kafkasyalı sayısı 600.000’dir. bunların en az 200.000’i göç sırasında soğuk, hastalık, açlık sebebiyle hayatlarını kaybetmişlerdir. Gelebilen 400.000 civarındaki Kafkasyalı; Bulgaristan, Dobruca, Sırbistan, Arnavutluk gibi Rumeli topraklarına yerleştirildiler. Bunun dışında; Anadolu, Suriye, Irak, Ürdün’e yerleşimler yapıldı.
Rusya, sınırlarına yakın veya ileride kendi etki alanına girebilecek yerlerde, Kafkaslı yerleşimine karşı çıktı. 1878 Berlin Antlaşması, Rumeliye iskân edilen Kafkasyalıların yaklaşık 175.000’ini ikinci göçe zorladı gemilerle; Suriye, Ürdün, Trablus’a gönderilenlerden ayrı olarak, Anadolu’da; Samsun, Sivas, Ankara, Adapazarı, Düzce, Bandırma, İzmir, Manisa, Aydın, Mersin, Adana, Antalya’ya yerleştirildiler.
Olayın aniden patlaması Osmanlı İmparatorluğu’nu da hazırlıksız yakalamıştı.
Samsun’a görevli gönderilen Sağlık Müfettişi Baruzzi’nin 20 Mayıs 1864 tarihindeki raporu, bu durumu teyit etmektedir: “…talihsiz göçmenlerin içine bulundukları durumu tarif etmeye kelimeler yeterli değil… Kapı eşiklerinde, dükkân önlerinde, yolların, meydanların orta yerlerinde, bahçelerde, ağaç diplerinde, her yerde hasta, ölmek üzere ve ölmüş insanlar dolu. Göçmenlerin bulunduğu her yer, her sokak köşesi, uğradıkları her bir nokta enfeksiyon yatağı haline gelmiştir. Karantina bürosuna birkaç adım ötesindeki ancak 30 kişi alabilecek bir depo binası, önceki güne kadar hepsi hasta veya ölmek üzere olan 207 kişiyi barındırıyordu… Oradan çürüme halinde birçok ceset çıkarttım. Bu olay göçmenlerin durumu hakkında bir nebze fikir verebilir…
Trabzon’da gördüklerim Samsun şehrinin sergilediği ürkütücü manzara ile kıyas kabul etmez… Kamplarda 40.000 ile 50.000 kişi, kesin bir yoksulluk içinde, hastalıkların saldırısı altında, büyük kısmı ölüp gidecek, başlarının üzerinde bir çatıdan, ekmekten ve mezardan bile mahrum, buraya atılmış durumdalar… Ölüleri gömmek için düzenleme yok, at yok, araba yok, tekne yok, hiçbir şey yok… Burada 70-80 bin göçmen var. Birkaç güne kadar bu sayı ikiye katlanacaktır. Bu göçün bu şekilde kendi haline bırakılması gerçek bir felâket olacaktır…”
1871-1872 yıllarında Dağıstan ayaklanmaları Rusya tarafından bastırıldıktan sonra kitle halinde göçe zorlandılar. Dağıstanlılar, Çeçenler, Osetler kara yolu ile Kars ve Doğu Bayazıt’tan Osmanlı topraklarına giriyorlardı. Bu göçten ayrı; 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra Dağıstan ve Çeçenler Rusya içlerine, Batı Kafkasya halkından 150.000’e yakın kişi de Kuban Çukuru’na göç ettirildiler.
Rusya’nın, asırlarca Kafkasya’yı denetim altına alma düşüncesine en büyük katkı; İran’ın Transkafkasya üzerindeki emelleri, Osmanlı’nın Hazar kıyılarına ulaşmasını engelleyerek, Kafkaslar’daki manevra kabiliyetini sınırlamış olmasıdır. Osmanlı hazinesinin tükenmesine ve büyük insan kaybına en önemli faktörlerden biri olmuştur.
Ayrıca; Osmanlı Devleti bu savaşlar sonucunda, gerek mali gerek askeri bakımdan Rusya’ya karşı ciddi bir ordu gücü hazırlayamamış, bundan yararlanan Rusya, asıl Kafkasya’da Hıristiyanlığı yaymak gibi bir imkana sahip olmuştur. Birçok Kafkas yöneticisi ve muhalefette bulunan feodal beyler iktidara sahip olabilmek için Moskova’ya gidip vaftiz olmuşlar ve aldıkları destekle bölgeye Hıristiyan-Rus idarecisi olarak dönmüşlerdir.
Görüldüğü üzere, İran-Osmanlı çekişmesi; Kafkasya’nın bütününde ve Hazar kıyılarında, Rusya’nın gücünü ve ideolojisini tanıtmasına, Hıristiyanlığı yaymasına, Gürcü ve Ermeniler arasında taraf bulmasına, Kozakları bölgeye yerleştirmesine imkan sağlamıştır.
Bütün bu olanları ve çekilen acıları yaşamış olan, soykırıma uğramış Kafkas çocukları, Atalarının ruhlarının Kafkas Doruklarında hala dimdik durduklarını bilmektedirler.
Kaynak: Hasan İzzet Altınanıt – Özgürlüğün Görkemli Ülkesi Kafkasya

Türk Yurdu Kırım

Türk Yurdu Kırım

Yrd. Doç. Dr. TUNÇ BORAN
Kırım’daki gelişmeleri millet ve tarih şuuruna sahip vatanseverler büyük bir kaygıyla takip ediyorlar. Rusların Kırım’ı işgal etmesi veyahut Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin bir oldubitti ile denizaşırı komşumuz Ukrayna’dan ayrılarak Rusya’ya dâhil olması bu kaygının sebebi. Kırım hakkında derin değil yüzeysel bile bilgi sahibi olmayan/olamayan kamuoyu, Türk vatanseverlerinin ve milliyetçilerinin Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki kaygısını anlamakta zorlanıyor. Kırım gibi Karadeniz’in en önemli üssünün Rusya’nın eline geçmesi Türkiye’nin güvenlik politikaları açısından büyük bir risk. Ancak stratejik planlardan, ekonomik faktörlerden, kâr/zarar hesaplarından, küresel, bölgesel dengelerden ve ittifaklardan daha kutsal, maddiyat ile satın alınamayacak değerleri olmalı insanın. Vatan gibi, millet gibi, kardeşlik hukuku gibi.
Kırım Bir Türk Yurdudur
Bugün Ukrayna ve Rusya arasında güç savaşına sahne olan Kırım, ne Rusya’ya ne de Ukrayna’ya ait bir yurttur. Kırım bir Türk yurdudur. Çalınan bir vatandır. Türklerin zulme uğradığı pek çok coğrafyadan bir tanesidir. Milyonlarca Kırım Türk’ünün öldürüldüğü, göçe zorlandığı acıklı bir tarih sahnesidir. Bugün her şeye rağmen 300.000 Kırım Türk’ünün vatanlarına geri dönerek ayakta kalmaya çalıştığı bir coğrafyadır. Türk milliyetçilerinin kaygılarının nedeni Kırım’da yaşayan kardeşleridir.
Kırım’ın tarihi Türkler için zulüm ve kanla yazıldı. Bu zulüm tarihinin miladı Kırım’ın Rus işgaline uğraması ve Osmanlı’dan koparılması ile başladı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya tarafından sözde müstakil yapılan Kırım, dokuz yıl sonra Rusya’nın işgaline uğradı. Bugün yine tarih tekerrür ettirilmeye çalışılıyor. Kırım’ın vatandan koparılması bir padişahın ölümüne, yeşil ada Kırım’ın Türkler için yavaş yavaş solmasına neden oldu. Rusların Özi Kalesi’ni alarak 25.000 Türk’ü katlettiğinin haberini alan I. Abdülhamit üzüntüden felç geçirerek 1789’da öldü.
Türklerden Arındırılmalı
Kırım tarihin hiçbir döneminde Rus kimliğine ait olmadı. Rus anavatanına çok uzak bu topraklar yüzde yüze yakın bir oranda Müslüman Türk kimliği ile damgalanmıştı. Jeopolitik açıdan çok değerli topraklar Türklerden arındırılmalı ve Rus yurdu yapılmalıydı. 1800’lü yılların başından itibaren baskılar, zulümlerin her çeşidi Kırım’da yaşandı. Zulümden, açlıktan ve çocuklarının geleceğinden korkan Kırım Türkleri göçe zorlandı. Aktopraklar adını verdikleri Anadolu’ya göç etmeye başladılar. Kırım’da yavaş yavaş Türk nüfus azaldı, Rus nüfus artmaya başladı. O zulüm yıllarında bile Kırım Türkleri direndi. Kendi başına kurtuluşun mümkün olmadığını anlatan, “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” diyen büyük bir düşünür o topraklarda yaşadı. Gaspıralı İsmail Bey, Türk’ün en karanlık çağında kurtuluş reçetesini Kırım’dan bütün Türk dünyasına duyurdu. Bu kurtuluş reçetesi, bugün geçerliğini koruyor. Bu reçeteyi uygulamayan Türk dünyasını her yeni dönemde ne yazık ki yeni acılar bekliyor.
Çarlık Rusya’sı, Kırım’ı Ruslaştırma politikasını son nefesini verdiği 1917’ye kadar tavizsiz uyguladı. Ancak maksadına ulaşamadı. Kırım, hatırı sayılır bir Rus nüfusunun iskan edilmesine rağmen hala bir Türk yurdu idi. Kırım Türkleri büyük bir direnç göstermişlerdi. Nasyonal duygulardan uzak olduğunu iddia eden Sovyet Rusya, Çarlık Rusya’sının yarım bıraktığı işi tamamladı.
Vagonlar Tıkabasa Dolduruldu
Kırım Türkleri, İkinci Dünya Savaşı’nda o yılların ve tarihin en büyük iki zalimi Hitler/Stalin arasında kaldılar. Hangisi kazanırsa kazansın Kırım Türkleri için sonuç değişmeyecekti. Stalin kazandı. 18 Mayıs 1944 günü bir gecede Kırım’da yaşayan bütün Türkler bir gecede sürgüne gönderildi. Yüz binlerce insan, yanlarına yiyecek almalarına izin verilmeden hayvan vagonlarına tıka basa dolduruldu. Tren vagonlarına doldurmayı unuttukları binlercesini yok ettiler. Vagonlarda ise önce yaşlılar ve çocuklar hayatını kaybetti. Sonra diğerleri. Sibirya’da, Orta Asya’nın çöllerinde biten yolculuğun ardından iklime uyum sağlayamayanlar hastalıktan öldü. 19 Mayıs 1944 sabahı, 150 yıllık Rus rüyası gerçek oldu. Türk yurdu Kırım’da tek bir Türk kalmamıştı.
Acı ve ıstırap katlanarak arttı. Vatanlarından, evlerinden zorla sürülmüşlerdi. Geri dönüş izinleri yoktu. En ağır şartlarda çalıştılar. Kimliksiz olarak yaşadılar. Aç kaldılar ama yine de yaşadılar. Direndiler, bir gün evlerine geri dönecekleri günün hayalini kurdular. Bu hayali gerçek yapmaya çalışanlar en ağır cezalara çarptırıldı. Kırım Türkü Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, açlık grevlerinde bedenini siper etti, çalışma kamplarında Sovyet zindanlarında yattı. Bütün dünya demirperdenin arkasından gelen bu cesur sesi, insan hakları savunucusu Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun haklı mücadelesini duydu. Ancak Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu bu haklı mücadelesinde terörden ve şiddetten hep uzak durdu ve uzak durulmasını sağladı. Nihayet vatana dönüş mücadelesi Sovyet Rusya’nın son günlerinde zaferle sonuçlandı. Kırım Türkleri büyük mücadeleler sonucu evlerine geri dönmeye başladılar. Sürgünden Kırım’a dönen bir Kırım Türk’ü, nasıl başardıklarını şöyle açıklıyor:
“Şimdi düşünüyorum, yaşadığımız bu facialara, dehşetli günlere rağmen nasıl sağ kalabildik, nasıl olup da vatanımız Kırım’a dönebildik diye? Bunun bir tek açıklaması var o da birlik. İsmail Bey Gaspıralı’nın bize miras bıraktığı birlik. Biz birbirimizi koruyarak, birbirimizle dayanışarak, ekmeğimizi paylaşarak, birlikte mücadele ederek bugünlere gelebildik.”
Kırım’a dönmeyi başarmışlardı ama bu defa Kırım’da evleri, tarlaları ellerinden alınmıştı. Zorlukla, yoksullukla, yoklukla mücadele ederek ayakta kalmaya çalıştılar. Üç yüz bine yakın Kırım Türk’ü vatanlarında yaşıyor bugün. Kısaca anlattığımız bu tarih, Kırım’ın neden Rusya’ya bağlanmaması gerektiği açıklıyor. Kırım Türklerinin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun dediği gibi Kırım Türkleri, demokrasi, hukuk devleti, bireysel özgürlükler perspektifi olan bir ülkede yaşamak istiyor. Tarih bize göstermektedir ki, Rusya’nın egemenliğindeki Kırım’da bu mümkün görünmemektedir. Türk milliyetçileri Rusya’nın Kırım’ı işgalini engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmalı, Kırım’daki kardeşlerimize yardım etmelidir.
Bu yazıda özel olarak Kırım Tatarı/Türkü veya Tatar Türkü gibi sıfat karmaşına düşmemek için Kırım Türk’ü ifadesi kullanıldı. İlminsky ile başlayıp Sovyetlerin Millet Sistemi ile devam eden Türk dünyasının parçalamak için kullanılan ve uydurulan yerel sıfatları reddetmek durumundayız. Suriye Türkmeni, Irak Türkmeni, Azeri, Tatar, Kazak, Kırgız, Özbek, vs. sıfatlar Türk dünyası birliğinin önüne bilinçli konulan en büyük engeldir.

Thursday, 2 November 2017

Anadolu Üniversitesi Turizm Fakültesi “Hamur Şekillendirme Dersi Öğrenci Sergisi” açıldı


“Hamur Şekillendirme Dersi Öğrenci Sergisi” açıldı
Anadolu Üniversitesi Turizm Fakültesi “Hamur Şekillendirme Dersi Öğrenci Sergisi”, 1 Kasım Çarşamba günü  Öğrenci Merkezi Fuaye Alanında açıldı. Açılışa Turizm Fakültesi öğretim elemanlarının yanı sıra ürün sahibi öğrenciler de katıldı.
Açılış konuşmasını yapan Turizm Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Semra Günay Aktaş öğrencilerin çalışmalarından oluşan sergi hakkında şunları söyledi: “Belki de ilk defa Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümünün sanatla olan bağlantısını bu kadar net ortaya koyabildik. Dolayısıyla bu sergi bizim için çok önemli. Haklı olarak herkes mutfağın, aşçılığın sanatla nasıl bir ilgisi olduğunu düşünüyor. Sevgili öğrencilerimiz de mutfakla sanatın bağlantısını ortaya koymak için güzel, somut ürünler oluşturdular. Bu dersi açtığımızda bütün öğrencilerimiz geleneksel hamur şekillendirme eğitimi alacaklarını düşünüyorlardı. Oysa sanatla sanatın temel kurallarıyla ilgili bir takım dersler aldılar ve bir proje hazırladılar. Ben hem proje yürütücümüz Yrd. Doç. Dr. Sibel Önçel’e hem bize sanat yönünden danışmanlık yapan Setanay Sipahiye aynı zamanda bu kadar güzel ürünler gerçekleştirip, bu sergi ortamını sağlayan bütün öğrencilerimize teşekkür ediyorum.”
Dekan Prof. Dr. Aktaş’ın konuşmasının ardından Turizm Fakültesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü öğrencilerine katılım belgeleri verildi.
Sergi, 3 Kasım Cuma gününe kadar Öğrenci Merkezi Fuaye Alanında ziyaret edilebilecek.

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts