Monday, 6 November 2017

Kırım’dan Gelirim

Kırım’dan Gelirim





Prof. Dr. HALUK DURSUN
Kırım öyle bir diyardır ki, orada Anadolu – Osmanlı Türklüğü ile Karadeniz’in kuzeyindeki Deşt-i Kıpçak (Tatar) Türk kültürü birbirine kavuşmuş, beraberce omuz omuza Tuna boylarına inmiş ve sonunda yine beraberce Anadolu’ya dönmüşlerdir.
Bizim tarih derslerinden kaynaklanan milli kültürümüz daha ziyade Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinde bir sıra izlediğinden Horasan’dan Batı’ya gelen Türkler’i biliriz. Ama Karadeniz’in kuzeyindeki Altınordu Devleti ve takipçileri hakkında pek fazla bilgiye sahip değilizdir. Dolayısıyla Kazan’ı, Astrahan’ı, Kırım’ı sadece oralı olanlar bilir, gerisi şairlerin mısralarında kalır;
“Kırım, Kazan keder oldu,
Tuna Kafkas beter oldu,
Türkistan’da neler oldu,
İşitmedi kulağımız…”
Hadi bırakalım Küçük Kaynarca ile başlayan, Aynalıkavak ile devam eden; Kırım’ın elden çıkışının siyasi-askeri boyutunu izlemeyi, 20. yy’a kadar süren Rus mezalimini ve tehcirini de sadece çeken, yahut Cengiz Dağcı’yı okuyup, Mustafa Cemiloğlu’nu tanıyanlar bilir.
Anadolu Türkü Kırımlı’ya sadece Tatar der, yoksa ne Nogay’ı, ne Yalıboylu’yu, ne de Kerç’i, Kefe’yi, Çongar’ı duymuşlardır. Kırımlılar’da kendilerini tanıtmak, dertlerini duyurmak noktasında pek istekli davranmamışlardır. Ne de olsa bir Kırım atasözünde “kol sınsa cen içinde, baş carılsa börk içinde” denmiştir.
Benim ailemde Kırımlı yok ama bütün kültür coğrafyamıza olduğu gibi, Kırım’a da ilgim var. Daha henüz gitmeden önce bile oraya gidenlerden haberim vardı.. Gelenleri duymuştum. En önce de Sinan’ı…
“Kırım’dan gelirim, adım Sinan’dır,
Kılıcımın suyu kandır, dumandır.
Kırım’dan gelirim, atım Arap’tır,
Gizlenme Nemçelü halin haraptır.”
Sonra meşhur Gazigiray Han’ı ve o emsalsiz gazelini ezberlemiş, musiki sahasındaki dehasını öğrenmiş, hatta ilk yazdığım kitapta Gazigiray ismini müstear olarak seçmiştim.
Kırım’ın tarihi ve hikâyesini Türkiye’ye bağlayan en önemli coğrafya Dobruca’dır. Büyük kısmı Romanya’da, küçük kısmı Bulgaristan’da (Tatar Pazarcığı) kalan bu bölge Anadolu’ya göçlerde ara durak olduğu gibi, bugün belki en kalabalık Tatar topluluğu hâlâ Dobruca’dadır.
Kırım’da Gaspıralı İsmail’in Tercüman’ı 1883’te, Emel Dergisi de Dobruca’da 1930’da neşredilmeye başlamıştır. Yine Kırım’da sabık meclis başkanı Cafer Seydahmet Kırım’a ne kadar hizmet etmiş ise, Dobruca’da da şair Mehmet Niyazi ve Müstecib Ülküsal da ondan geri kalmamışlardır.
Kırım’ın jeopolitik konumunun hassasiyeti dolayısı ile Pan-Slavist hedeflerin başında olması çarlar ve çariçeler için hep ilk planda kalmasını sağlamıştır. Ruslar Karadeniz’de Odesa, Sivastopol ve Yalta limanlarının Akdeniz’e inmek için ne kadar hayati olduklarını bildiklerinden, Yeşil Ada’yı devamlı olarak kontrol altında tutmak istemişler ve bu sahada Ukrainler’le zaman zaman rekabet içine girmişlerdir.
Bir zamanların Ceneviz-Osmanlı mücadelesinden sonra Avrupa-Rus çekişmesine, bir ara Alman-Rus çekişmesine de sahne olan Kırım, savaşta Sivastopol’la, barışta da Yalta ile hatırlanır;
“Sivastopol önünde yatan gemiler, Atar İslam topunu yer gök iniler…”
Bahçesaray, Han Sarayı
Kırım’ın esas alamet-i farikası ise Bahçesaray şehri ve sarayıdır. Tatar Elhamrası da denilen bu saray Topkapı Sarayı’nın Kırım’da şirin bir uzantısıdır sanki. Hacı Giray’ın öncülüğünde kurulan, Mengli Giray, Selim Giray ve Selamet Giray’ın katkılarıyla gelişen Bahçesaray Rusya’da Doğu mimarisinin bir örneği olarak korunmuş ve “Gözyaşı Çeşmesi” Puşkin’in aynı isimli şiiriyle tanınmıştır.
Sarayı çevreleyen şu anda çok cılızlaşan Çüruksu Deresi şehrin bir diğer sembolüdür. Sarayın camisinde kadrolu imam tarafından namaz kıldırılır.
Kırım Hanları iç işlerinde müstakil olup kendi adlarına hutbe okuturlardı. 1584 senesinden itibaren Osmanlı sultanının da adı halife sıfatıyla okunmaya başlandı.
Bahçesaray’da Kırım Hanının başkanlığında divan toplanır, divanhaneye “görünüş” denilirdi. Vezirler toplantıya girmeden önce dışarıda bulunan bozadan bardak bardak içerler, bu şekilde içerde rahatça konuşurlar, sözlerini esirgemezlerdi. Müzakereden sonra yemek yenir, yemekte mutlaka tay eti bulunurdu.
Savaş sırasında ise bir Kırım tatar askerinin atı ve silahından başka, yiyeceği, kavrulmuş darı ile keş, yani yoğurt kurusundan ibaretti. Bundan dolayı ordu ağırlık taşımaz, muhasara ile uğraşmaz, akın ve hücumlarda etkili olurdu. Evliya Çelebi’ye göre bir Kırım savaşçısı üç at ile gelirdi. Birine biner, birini aç kalırsa yemek için saklar, diğerini ise dönüşte ganimet taşımak için getirirdi.

Türkistan Terimi, Coğrafi ve Siyasi Sınırı





Türkistan Terimi, Coğrafi ve Siyasi Sınırı

Prof. Dr . Alaâddin YALÇINKAYA

Türkistan kavramını veya sınırlarını anlamak için genel kabul gören şekliyle “Türk Dünyası” kavramını tarif etmemiz, buradan hareketle Türkistan’ın ve alt bölgelerinin sınırlarını çizmemiz gerekir.
Daha çok etnik bir kavram olan “Türk Dünyası”, Türklerin değişik boylarının bulunduğu ülkeleri ihtiva eder. Genellikle de bulunduğu ülkeler veya bölgeler, buradaki etnik ağırlıkları söz konusu ise, Türklerin boy ismi ile anılır. Türkistan’daki bağımsız Türk cumhuriyetleri ile Rusya federasyonu ve Kafkasya’daki birçok muhtar bölgelerin durumu böyledir.
Türk dünyası dört bölgeye ayrılır:
1- Altay-Sibirya Türkleri: Altay, Baraba, Çulım, Dolgan, Hakas, Karagas, Koybal, Kumandı, Sabir, Sagay, Şor, Telen-git, Televüt, Tobol, Tofalar, Tuva, Yakut.
2- Batı Türkleri: Ahıska, Azerbaycan, Balkanlar (Batı Trakya, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya), Irak, îran (Afşar, Azerî, Halaç, Hamse, Horasâni-Boçagçı, Kaçar, Karacadağ, Karagözlü, Karakoyunlu, Karapapak, Karayi, Kaşgay, Şâhseven, Türkmen), Kıbrıs, 12 Ada, Suriye, Türkiye.
3- Doğu Avrupa Türkleri: Gagauz, İdil-Ural (Başkurt, Çuvaş, Kazan, Mişer), Kafkasya (Karaçay-Malkar, Kumuk, Nogay, Stavropol Türkmenleri), Karayim, Kırım (Kırım Tatarları, Belorusya Tatarları, Litvanya Tatarları, Polonya Tatarları, Kırınçak).
4- Türkistan Türkleri: Afganistan, Doğu Türkistan (Kazak, Kırgız, Salar, Sarı Uygur, Uygur), Karakalpak, Kozak, Kırgız, Özbek, Türkmen.
Türkistan’ın Sınırları
Tarih boyunca Türkistan adiyle bir devlet veya hanlık kurulmadığı halde, Orta Asya’nın büyük bir bölümünü oluşturan ve eski çağlardan beri Türklerin anayurdu olarak kabul edilen ülkeye Türkistan denmiştir. Genellikle değişik isimler altında kurulan çok sayıda Türk, İslâm veya Moğol devletlerinin sınırları değiştikçe, Türkistan’ın zihinlerdeki sınırları da değişmiştir. Bununla beraber ilk çağlardan günümüze kadar geçerli olan belli bir Türkistan sınırlarını tarif etmek mümkündür.
Türkistan’ın sınırlarını belirlemeden önce bu konudaki kavram kargaşasına temas etmek gerekmektedir. Türkistan, Orta Asya, İç Asya, Merkezi Asya, Turan, Türkili, Sovyet Türkistanı, Çin Türkistanı, Sovyet Orta Asyası, İran veya Afganistan Türkistan’ı, Doğu Türkistan, Batı Türkistan… gibi kullanımlar sözkonusudur. Şüphesiz bu listede bulunan isimler daha da arttırılabilir.
Bu kadar çok isimlerin kullanılması da aslında başlıbaşına kavram kargaşası olarak kabul edilmemelidir. Bununla beraber yukarıdaki listede yer alanlardan eşanlamlı olanlar ile aralarında parça bütün ilişkisi olanları belirtmemiz ve eşanlamlı olmadığı halde biri-birlerinin yerine kullanılan isimlerle ilgili sıkça yapılan hataya ve kavram kargaşasına işaret etmemiz gerekir.
Konunun önemini Rusya ve Çin’in takip ettiği politikalardan anlıyoruz. Her iki ülke de bu husustaki kavramlara mutlak bir isim olarak bakmamakta, fakat baskıcı bir devlet politikası şeklinde, yılları hatta rejimleri aşan kararlılıkla bazı isimleri yasaklatmakta, bazılarını zor ile kullandırmakladır.
Bu ülkelerin ısrarla üzerinde durdukları, yani “isim önemli değil” deyipte geçmedikleri bir hususu, bu konunun araştırmacıları geçiştirmemelidirler. Rusya’da son yıllara kadar uygulanan politika, Türk ve Türkçe deyince kasd olunan Anadolu Türk’ü ve Türkçesi idi. Rejim doğrultusunda ideoloji üretmek isteyen birçok araştırmacılar, buradaki Türkler için “Türk dillerinde konuşanlar” tâbirini kullanmışlardır. Yani Türk boylarının bazılarının tesadüfen Türkçe konuştuklarını, aslında Türklükle bir münasebetlerinin olmadığın iddia etmişlerdir.
Biçuri’nin (1777-1853) bu husustaki tesbiti açıktır: Hazar denizi ile Kûh-ı Nûr dağları arasında bir millet yaşar.Bunlar Türkçe konuşurlar ve İslâm dinine inanırlar. Bu insanlanlar kendilerini Türk olarak takdim ederler ve onların ülkesi Türkistan diye anılır.
Orta Asya Tabiri İlmi Yönden Yanlış
Bölgenin Rusya ve Çin tarafından istilâsından sonra, kararlı bir şekilde Ruslaştırma, asimilasyon ve değişik Türk boylarını ayrı birer millet göstererek aralarındaki her türlü kültürel ve tarihi bağları koparma, böylece “böl, yönet” politikasını sürdürmelerinin bir neticesi olarak, özellikle “Türk, Türkçe, Türkistan” gibi kelimeler her türlü resmi yazışmalardan çıkarılmıştır.
1917 ihtilalinden sonra yavaş yavaş yaygınlaştırılan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da tamamen Türkistan yerine kullanılan “Orta Asya” ilmî yönden yanlış kavram olduğu gibi, bu ismin daha önce kullanıldığına da pek rastlanmaz. Halbuki, ilk defa belli bir idâri birim ismi olarak “Türkistan” tâbiri, Ruslar tarafından kullanılmıştır.
Ruslar 1865’e kadar işgal ettikleri topraklara, idaresi Orenburg valiliğinde kalmak üzere “Türkistan Vilâyeti” adını vermiştir. Böylece asırlardan beri yurt anlamında kullanılan Türkistan, ilk defa idarî bir birim sıfatını kazanmıştır.
1860’larda ABD’nin Rusya nezdindeki büyükelçisi olarak Petersburg’da ikâmet eden ve Rusya’nın Asya kısmındaki bölgelerde uzun seyahatlerde bulunarak hatıratını yazan Schuyler, çağdaşları veya kendisinden sonraki birçok oryantalistlerin aksine Türkistan kelimesini “i” ile yani Türkçe telefuzunu vurgulayarak kullanır. Bununla beraber, “Türkestan” şeklinde yazıldığında, buradaki “e”nin “i” sesiyle telaffuz edildiğini unutmayalım.
1867’de yeni işgal edilen bölgelerle beraber, merkezi Taşkent olmak üzere, Orenburg’dan ayrılarak, “Türkistan Vilâyeti” yerine Türkistan Genel Valiliği ihdas edildi. Daha sonra değişik tarihlerde Batı Türkistan’daki bu vilayet bölündü, başka vilayetler ihdas edildi. Ve son olarak 14 Ekim 1924 tarihinde, Türkistan kelimesi, Sovyet Rusya siyâsî literatüründen tamamen çıkarıldı.
Sincan Uygur Bölgesi Tabiri de İlmî Değil Siyasi
Bundan sonra Türkistan adının geçtiği başka bir devletle karşılaşıyoruz. Bu Doğu Türkistan Cumhuriyetidir. Bu devlet 1944-1949 yılları arasında yaşamıştır.’ Bugün Çin yönetimi altında olan bu bölge için Çin hükümeti ısrarla “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” ismini kullanmaktadır.
Totaliter ve baskıcı bu iki yönetimin çok yönlü asimile programlarının bir parçası olan isimler üzerindeki baskılarının geçici olduğunu, bu itibarla bilimsel çalışmalarda isim tesbiti için göz önünde bulundurulması gereken kıstasların başında tarihî ve etnik gerçekler olması gerektiği kanaatindeyiz. Özellikle araştırmamıza konu olan dönem açısından bu daha da önemlidir. Çünkü inkâr edilemeyen bir gerçek var: İlk yıllarda, Türkistan ismi istilâcı ülkeler tarafından da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Gerek Türk halkları arasında gerekse Batı literatüründe Türkistan kelimesinin kullanılmamasının, onun yerine “Orta Asya”nın empoze edilmesinin hiç sıradan bir kelime değişikliği olmadığı üzerinde duran Dr. Baymirza Hayit şöyle demektedir:
“Türkistan 1925 yılından beri Sovyet terminolojisinde ‘Orta Asya ve Kazakistan’ olarak geçmektedir. Türkistan’ı halkların karışabileceğini ispatlamak için bir deney sahası olarak göstermek isteyen Rusya, bu ülkenin ismini reddederek Türkistanlılar arasındaki aynı millete mensup olma şuurunu yok etmek istemekte, Türkistan’ı Rus sömürgeciliğinin temel unsuru yapma gayretleri içinde ‘Türkistan’ isminin kullanılmasına hiçbir şekilde tahammül edememektedir. Hayret verici ve yanlış bir şekilde bazı Batılı araştırmacılar da 1950’den bu yana, bir Sovyet tabiri olan Orta Asya’yı kullanmakta, böylelikle Batı Kamuoyunda ve İslâm âleminde ‘Türkistan’ kelimesinin unutulmasını sağlayarak Sovyet görüşüne hizmet etmektedirler. Türkistan Orta Asya’yı meydana getirmemekte; Orta Asya toprakları içinde bulunmaktadır…”
Türkistan’ın sınırlarını, incelediğimiz dönem açısından genel hatlarıyla, tesbit edebildiğim en açık şekilde, Barthold’dan şöyle nakledebiliriz:
“Türkistan, Avrupa-Asya kıtasının batımerkezî kısmında, büyük bir alanı işgal eden, eskiden beri Turan veya Türkistan denilen memlekettir ki, bu da Türklerin yurdu demektir. Bu ülke, batıda Ural nehri ve Hazar denizi, doğuda Altay dağı ve Çin hududu yani Doğu Türkistan veya Kaşgar’ın doğu sınırları, güneyde İran ve Afganistan, kuzeyde Tobol, Tomsk vilâyetleri (Sibirya) arasındadır.. ” Tamamı 5.340.066 kilometre kare olan Türkistan’ın bugün Çin hâkimiyeti altında olan Doğu kesimi 1.503.563 ve batı kesimi ise 3.836.503 kilometrekaredir.”
Türkistan, tarih boyunca belki coğrafî yapının da sebep olduğu siyâsî oluşumlar sonucu Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmıştır. Yukarıda daha çok coğrafi şekillerle ifâde edilen Türkistan’ın, bugünkü siyâsi sınırları gözönünde bulundurulduğunda, Doğu Türkistan. (Sincan Uygur Özerk Bölgesi), Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Afganistan’ın kuzey bölgesinden ibaret olduğu görülür. Bu durumda, Rus ihtilalinden sonra empoze edilen ve bazı kaynakların kullandığı “Sovyet Orta Asyası” gerçek adı olan “Batı Türkistan”, yukarıdaki listeden Doğu Türkistan’ı çıkardığımızda kalan ülkelerden ibarettir.

Kafkasya’da Ölüm ve Sürgünler

Kafkasya’da Ölüm ve Sürgünler

9 Nisan 2017                                                                                                       
                                                             Prof. Dr. JUSTİN MCCARTHY
Rus istilasından önce, Kafkasya bölgesindeki Müslüman halkın çoğunluğunu (Azerbaycan ile Erivan’da) Türkler teşkil ediyorlardı ve geriye kalan bölgelerde de, Müslüman boyları vardı.
Boyların en büyükleri Çerkesler, Abazalar, Çeçen-İnguşlar ile Dağıstanlılardı. Küçük gruplar, büyüklerin kollarıydılar ve bilhassa Çerkesler birçok küçük aşiretlere bölünmüşlerdi.
Hepsi de tarih boyunca bağımsız kalmışlardı. Sıklıkla, resmiyette İran ve Osmanlı üst egemenliğini kabul etmiş görünseler de, fiiliyatta hiçbir zaman bağımsızlıklarından taviz vermemişlerdi. Osmanlı veya İran egemenliği hiçbir zaman, kıyı şeridi ile güneydeki hanlıkların veya (Gürcistan veya Erivan gibi) krallıkların ötesine geçmeyi başaramamıştı.
Rusya Büyük Petro zamanında, Kafkasya’yı zapt etmeye meyil gösterdi ve 1722-1723’te Derbend ile Bakü’yü istila etti. Fakat Petro’nun başarıları kısa ömürlü oldu ve İran Hükümdarı Nadir Şah Rusları bölgeden püskürtüp, 1735’teki Gence antlaşmasıyla Bakü ile Derbend’i geri aldı. Bu iki şehir ve iç bölgesiyle birlikte Gence (Elizavetpol), ancak 1812’de tamamen Rus kontrolüne geçti.
Gürcistan, 1783’te Rusya’ya vergi ödemeye başladı. Rusya’nın Ahılkelek ile Erivan illerindeki hükümranlığını Osmanlılara ve İranlılara kabul ettirebilmesi, ancak 1828’de İran’ı ve 1829’da Osmanlı İmparatorluğu’nu mağlup etmesinden sonra gerçekleşti. Batum ile Poti şehirleri ve bunların arka bölgeleri hariç tutularak, eski SSCB’nin yönetimi altında bulunan Kafkasya bölgesinin tamamı,
Rusya’ya resmen 1829 yılında bağlanmıştı. Fakat Rusya buralarda tam kontrol sağlayamıyordu.
Kafkasya’nın geniş dağlık iç bölgeleri hiç yenilmemiş ve Rus kontrolünü hiç kabul etmemiş aşiretlerle doluydu. Ruslar onların kuzey sınır bölgelerini 1830’da ele geçirmişlerdi fakat şiddetli Kafkas direncine karşı koyup, iç bölgelere ilerleyememişlerdi. 1836’dan sonra Kafkasya’daki Rus varlığı, parlak lider Şamil ve ona aşırı bir sadakatle bağlı olan Çeçen ile Dağıstanlı taraftarlarınca tehdit edilmeye başlandı.
Şeyh Şamil’in Şanlı Direnişi
Şamil, İslami duyguları uyandırarak ve kendisine muhalefet eden geleneksel elit tabakaya boyun eğdirerek, uyumsuz boylardan kendisine itaat eden bir birlik oluşturmayı başardı. Kabiliyetli bir liderdi. Kendisine verilen destek daha çok, Kafkas boylarının Rus kontrolüne karşı koymak arzusundan kaynaklanıyordu. 1840’larda, Müslüman dağlılar, bazen muharebelerde yenilseler bile, Ruslara karşı ayakta durmayı başardılar. Kafkasyalılar, özellikle ailelerini ve yurtlarını savunmak konusunda müthiş mücadeleciydiler. Ne onlar ne de Rus istilacılar bir adım geri attılar.
Ancak, Kafkasya Müslümanlarının sadece talimli bir orduyla mücadele etmesine rağmen, Ruslar erkek savaşçıların yanı sıra kadın ve çocuk dahil bütün nüfusa saldırıyorlardı. Kafkasya’daki katliama şahit olan Kont Leo Tolstoy, Kafkasya’nın Müslüman köylerini Rusların ele geçirişini şöyle anlattı: “Avullara (köylere) gece vakti baskın vermek adet olmuştu, çünkü o saatte yakalanan kadınlar ve çocuklar şaşkınlıktan kaçacak zaman bulamıyorlardı.”
Böylece ikili üçlü gruplar halinde evleri zorlayan Rus askerlerinin gecenin karanlık örtüsü altında yaptıkları o kadar feciydi ki, hiçbir resmi harp yazarı bunları kaleme alacak gücü kalbinde bulamazdı. Ancak, Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın doğudaki yenilgileri neticesinde bölgede tehdit oluşturmaları sonlandırıldıktan sonra, Ruslar Kafkas dağlılarını hüsrana uğratabildiler. Şamil’e son hücumlarını 1857’de başlattılar. Tükenmiş olan Çeçen ve Dağıstan aşiretleri nihayet yenilgiye uğratıldılar ve Şamil teslim olmaya zorlandı (25 Ağustos 1859). Arkasından da Çerkesler mağlup edildiler.
Ölüm ve Sürgünler
Ruslar, Kafkasya’yı tamamen kontrol altına almayı 1864 Mayıs ayında başardılar. Zaferle birlikte, Rus politikası icabı, Kırım’da görülenden çok daha vahşi bir göç uygulamasına girişildi. Bir miktar Çeçen de Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettiyse de, Batı ve Kuzey Kafkasya’yı kendilerine sadık Hristiyan toprakları haline getirmek isteyen Rusların iştahını kabartan, aslında, Çerkeslerin verimli topraklarıydı.
Ruslar Çerkeslerin yurtlarında barınmasını imkansız kılan bir baskı ve aşağılama politikası güttüler. Köyler yağmalandıktan sonra yok edildi. Hayvan sürüleri ile hayatlarını idame ettirebilmeleri için gerekli olan her şeyleri ellerinden alındı. Daha sonra Kafkaslarda ve Balkanlarda da defalarca tekrarlanacak olan Rus yöntemi, klasik bir zorunlu göç sistemiydi; evleri ve tarlaları harap edip sahiplerini yıldırarak, onlara açlık veya kaçmaktan başka seçenek bırakmamaktı.
Kafkas Müslümanlarına, Osmanlı İmparatorluğu’na göçmenin yanı sıra bazen de, Rusya’nın başka bölgelerine göç edip Rus yönetimi altında kalmak seçeneği verildi: Subaşı Nehri kıyılarındaki (bir Çerkes aşireti olan) Abadzekhlerden 100 kişinin yaşadığı Tuba köyünün Rus askeri birliği tarafından ele geçirilmesinden sonra, kendiliğinden teslim olan yerli halkın hepsi Rus askerleri tarafından katledildiler.
Kurbanların arasında hamileliği ileri safhada olan iki kadın ve beş çocuk esir de vardı. Söz konusu askeri birlik Kont Evdokimoffun ordusuna mensuptur ve buraya Pshish Vadisinden geldiği söyleniyor. Rus askerlerinin kıyıdaki mevzileri sağlama almasından sonra, yerlilerin orada kalmasına hiçbir şart altında izin verilmezdi; sadece Kuban ovalarına gitmek veya Türkiye’ye göç etmek zorunda kalırlardı.
Çerkesler Karadeniz limanlarına neredeyse koyun gibi sürüldüler. Ağır şartlar altında, çok can kaybı vererek, kendilerini Trabzon veya Samsun limanına götürecek Osmanlı gemilerinin gelmesini beklediler. Eski yurtları boş kalmıştı; sonradan buralara Slavik Rusya’dan getirilecek göçmenler yerleştirilecekti. Bu insanların kovulduğu sırada, Kafkasya topraklarında hiç kimseye rastlamadan bir gün boyunca yürünebileceği rapor edilmişti.
Ruslar, amaçlarına erişmek için yaptıkları planları ve kullandıkları yöntemleri hiçbir zaman saklamadılar. St. Petersburg’daki İngiltere Hükümeti Büyükelçisi Lord Napier’in raporuna göre; “Bu konuda Rusya’da dolaşan raporlarda vicdani sorumluluk değil sevinç ifadesi var.” Her şey bittiğinde, Çerkes topraklarının çoğuna Slavlar ile diğer Hıristiyanlar yerleşmişti.

Türk Tarihinin Hazin Sayfaları: Göçler-Sürgünler


Türk Tarihinin Hazin Sayfaları: Göçler-Sürgünler


Ö. SERDAR AKIN
Şehzade Süleyman Paşa’nın 1352 yılında Rumeli’ye geçişi ve art arda devam eden fetihlerle Osmanlı, kısa sürede Balkanların tek hakimi haline geldi. Türklerin Rumeli’ne yerleştirilmesi ve bölgenin yerli halkları olan Arnavutlarla, Boşnakların da İslam’ı seçmesi Balkan coğrafyasını ikinci bir Anadolu yaptı. Yaklaşık 500 yıl idaresi altında yaşadıkları Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte bu bölgede yaşayan Türkler ve Müslüman halkları da zor günler bekliyordu. 1912 yılında yapılan 1. Balkan Savaşı’nın kaybedilmesiyle de elden çıkan topraklardan milyonlarca Türk, Boşnak ve Arnavut, Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakıldı. Göç etme imkanı bulamayanlar ise kaldıkları coğrafyada çeşitli asimilasyonlara maruz kaldı.
Göçlerin en acı yanı ise 500 yılı aşkın Osmanlı idaresinde kalan coğrafyadaki Türk şehir mimarisinin en güzel örnekleri olan eserlerin yok edilmesi oldu. Osmanlı’nın 15 bin 787 mimari yapı inşa ettiği Balkanlar’da göçlerle birlikte bu tarihi eserler de sahipsiz kaldı. Osmanlı’nın izlerini yok etme pahasına birçok tarihi cami, han, hamam yıkıldı, geri kalan bir çok tarihi eser ise aslından uzak görünümle restore edilip amacı dışında kullanıldı.
Tehcir edilen halkların sığınağı haline gelen Türkiye’yi, yıllardır Ermeni iddialarıyla karşı karşıya bırakan birçok gelişmiş ülke, ne yazık ki Kafkaslar ve Balkanlardan sürülen milyonlarca halkın yaşadığı acıları bir türlü görmek istemedi.
İlk Göç ve Sürgünler Kafkasya’dan Başladı
Rus Çarlığına bağlı askeri birliklerin 1859 yılında Kafkasya’ya girmesiyle bu coğrafyada göçler de beraberinde başladı. Rus birliklerine karşı verilen savaşı kaybeden Kafkas halklarını büyük bir dram bekliyordu. Çar’ın Kafkasya temsilcisi Grandük Mişel’in 1864 Ağustosunda Batı Kafkasyalılara, “Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya’nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir” şeklindeki fermanı, bölgedeki sürgünleri ve göçü tetikledi.
Rus Çarlığının emriyle 1864 yılında 1 milyon 500 bin Kafkasyalı yurdundan oldu. Tehcire zorlanan Kafkas halklarının birçoğu sürgün yolculuğunda açlık ve zor şartlara yenik düşerek can verdi, binlercesi Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayan gemilerin batmasıyla engin sularda boğuldu, yüzlercesi kalıcı hastalığa yakalandı. Karadeniz’deki Taman, Tuapse, Anapa, Soçi, Sohum, Poti ve Batum gibi limanlardan Rus, Osmanlı ve İngiliz gemilerine bindirilen muhacirler, Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Varna, Köstence ve İstanbul’a getirildi. Arşiv kayıtlarına göre, Kafkaslar’dan sürgün edilen insanların yüzde 30’una yakını, yolculuk tamamlanamadan öldü.
Kafkasya’da sürgünler 1864 yılıyla sınırlı kalmıyordu. 1864 sürgünüyle dünyaya savrulan Kafkasyalılar, tekrar ana vatanlarında toparlanma fırsatı bulamadan bu sefer 1943 ve 1944 yıllarında SSCB lideri Josef Stalin’in emriyle geniş çaplı bir sürgüne maruz bırakıldı. Bu sürgünde ise Kafkas halkları, asılsız bir şekilde II. Dünya Savaşı’nda Almanlarla iş birliği yapmakla suçlanıyordu.
Karaçay ve Balkarlar’ın Sürgünü
SSCB’ye bağlı Karaçay Özerk Bölgesi, 2 Kasım 1943’te Sovyet askerlerince kısa süre içinde boşaltıldı. Emirlere uymayan Türk kökenli bu halk, anında infaz edildi. Karaçay halkından 32 bin 929’u çocuk olmak üzere 63 bin kişi tıpkı diğer Kafkas halklarına yapıldığı gibi hayvan vagonlarına doldurularak Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın iç bölgelerine gönderildi. 8 Mart 1944’de ise Balkarlar, Karaçay halkının maruz kaldığı acı sürgünü yaşadı.
Çeçen ve İnguşlar’ın Sürgünü
Kızılordu’nun 23 Şubat 1944’te 26. kuruluş yıldönümünü şenliklerine davet edilen Çeçen ve aynı etnik kökene sahip olan İnguşlar, apar topar ve binlerce insanın ölümü pahasına Sibirya’ya sürüldü.
Sürgüne gönderilen her aileye, yanlarına almak için ancak 20 kilogram bagaj izni verildi, insanların bütün mal varlıklarına ve hayvanlarına el konuldu. Felaketin en büyüğü ise sürgün yolculuğunda gerçekleşti. Sürgün edilen insanların yüzde 20’si kötü hava şartları ve açlıktan öldü. Ölüm Çeçen ve İnguşlar’ın yakasını yerleştirildikleri yeni yerlerde de bırakmadı. Gerek iklim gerek ağır çalışma şartları ve bunlara bağlı salgın hastalıklar sebebiyle pek çok muhacir hayatını kaybetti. Çeçen ve İnguş halkının sürgündeki nüfus kaybının yüzde 38 oranında olduğu kaydediliyor.
Sovyetler Birliği Yüksek Şurası, 9 Ocak 1957 yılında aldığı karar ile 1944 yılında topyekun sürgün edilen Çeçen ve İnguşların ana vatanlarına dönmelerine izin verdi. 7 Mart 1944 tarihinde lağvedilen ve toprakları çeşitli ülkelere paylaştırılan Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ise 1957 yılında yeniden kuruldu. 1939 yılının resmi kayıtlarına göre 488 bin olan Çeçen-İnguşların nüfusu sürgünden sonra 200 bine kadar düştü. 1959 yılında ise Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’ndeki bütün İnguş ve Çeçenlerin sayısı 311 binden ibaretti.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’da Rus birlikleriyle halk arasında savaş başladı. 1994-96 yılları arasında bir milyon civarında nüfusu olan Çeçenistan, bu savaşta yaklaşık 120 bin kayıp verdi. 1999-2001 yılları arasında yaşanan ikinci savaşta ise 100 bin Çeçen öldü, 30 bin Çeçen ise sakat kaldı.
Kırım Türkleri’nin Sürgünü
Stalin döneminde sürgün sadece Kuzey Kafkasya ile sınırlı kalmadı. Sürgün kararından en çok etkilenen bir diğer halk ise Kırım Türkleriydi. 18 Mayıs 1944 gecesi başlayan sürgün furyası, 3 gün içinde 220 bin Kırım Türkü’nün zorla yurtlarından koparılmasıyla sonuçlandı.
Orta Asya’nın ücra köşelerine götürülmek üzere ölüm katarlarına bindirilen Kırım Türkleri’nin yüzde 42’si zor şartlara dayanamayarak veya yapılan baskılar sonucu hayatını kaybetti. Vatanlarına dönmek için büyük bir mücadele veren Kırım Türkleri, hedeflerine ulaşmak için 1980’li yılları beklemek zorunda kaldı.
Yıllar sonra terk ettiği topraklarına gelen insanları başka bir hazin tablo bekliyordu. Kırım Türkleri yurtlarına döndükleri zaman evlerinin, iş yerlerinin ve topraklarının Ruslar ile Ukraynalılara dağıtıldığını gördüler.
Ahıska Türkleri’nin Sürgünü
Gürcistan’ın Ahıska bölgesinde yaşayan ve “Osmanlı Türkleri” olarak da bilinen Ahıskalılar, 14 Kasım 1944 yılında tarihin en acı olaylarından birini yaşadı. Bütün Ahıska Türkleri sürgün edildi. Aradan geçen 65 yıla rağmen, halen yurtlarına dönemediler. Anavatanlarından koparılan ve gittikleri yerde hayatta kalan Ahıskalıların torunları bugün Rusya Federasyonu, Özbekistan, Kazakistan, Türkiye, Ukrayna, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de yaşıyoryorlar.
Stalin’in emriyle bir gece ansızın gelen haber üzerine doğup büyüdükleri vatanlarını zorla terk ettirilen Ahıska Türkleri, “ölüm katar” olarak adlandırılan hayvan vagonlarına istiflenerek bir bilinmez yolculuğa çıktı. Sibirya’ya ve Sovyetlerin iç bölgelerine gönderilen yaklaşık 100 bin Ahıska Türkünün birçoğu yolda hastalıktan, açlıktan öldü. Ayrı ayrı bölgelere dağıtılan Ahıska Türkleri yıllarca birbirinden haber alamadan yaşadı.
Özbekistan’da sürgün hayatı yaşayan Ahıskalılar, 1989 yılında ikinci büyük sürgün daha yaşadı. Fergana’da çıkan olaylarda yaklaşık 100 bin Ahıska Türkü ikinci vatan edindikleri Özbekistan’dan komşu ülkelere ve Rusya’nın Krasnodar bölgesi ile Ukrayna’ya göç etmek zorunda kaldı. Türkiye’de bir süre önce çıkarılan kanun ile Ahıskalıların Türk vatandaşlığına geçişi kolaylaştırıldı.
1944’de sürgün edilen Ahıska halklarından bugüne kadar hiçbir şekilde yurtlarına dönüş yapamayanlar ise Ahıska Türkleri oldu. Gürcistan, Avrupa Konseyi’ne kabul edilirken Ahıskalıların yeniden kendi vatanlarına yerleştirilmesi konusunda taahhüt altına girdi, ancak bugüne kadar verilen sözler yerine getirilmedi.
Bulgaristan’dan Göçler
Rusların 1828’de Tuna’yı aşarak Edirne’ye kadar gelmesi ve Bulgarları Türklerin üzerine hücum etmesi sonucu 30 bin Türk, Anadolu’ya göç etti. 1876’da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya, Bosna-Hersek’i aldı, ayrıca Bulgarlar ve Sırplara, Rusya himayesinde hürriyet verildi.
Aynı yıl Bulgarlar, Türklere karşı şiddet hareketlerine girişti. Buradaki Türkleri korumakla görevli Türk ordusunun hareketi, Avrupa devletlerinin müdahalesiyle durduruldu. Binlerce Türk, Edirne, İstanbul ve Anadolu’ya göç etti. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra yapılan Berlin Antlaşması ile Bulgaristan devletinin kurulması kabul edildi. Bu durum, Bulgaristan’daki Türkler için kötü sonuçlar ortaya koydu. 1876-1878 yılları arasında 200 bin Türk, Edirne ve civarına yerleşti. Sonraki yıllarda ise 300 bin göçmen, Rumeli’den Anadolu’ya geçti. Kuzey Bulgaristan’dan göç eden bir kısım Türk ise Rodoplar’da uğradıkları silahlı saldırılarda ağır kayıplar vererek Türkiye’ye gelebildi. Bu tarihlerde Doğu ve Batı Trakya ile İstanbul’un her yeri göçmenlerle doldu. Osmanlı bu göçmenlerin iskanı konusunda büyük zorluklar yaşadı.
Arşivlerde, 1885-1923 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye 500 bin kişinin göç ettiği belirtiliyor. 1923-1933 yılları arasında ise göç edenlerin sayısı 101 bin civarındadır. Yine Bulgaristan’dan 1934-1960 arasında 272 bin 971 kişi, 1968-79 yılları arasında da Bulgaristan’dan Türkiye’ye 116 bin 521 kişi Türkiye’ye göç etti.
Bulgaristan’dan son göç hareketi ise 1989 yılında Bulgar hükümeti tarafından burada yaşayan Türklerin Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile başlatıldı. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakıldı. Böylece Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen enbüyük ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kaldı. Bu dönemde 64 bin 295 aileye mensup 226 bin 863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye’ye geldi. Bu tarihten itibaren 1995 yılına kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin sayısı 73 bin 957 kişiye ulaştı. Bütün bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan’da halen 2 milyonun üstünde Türk bulunuyor.
Romanya’dan Göçler
Romanya toprakları, Osmanlı İmparatorluğu idaresindeyken, Besarabya ve Kırım’dan on binlerce Türk buraya yerleşti. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşlarında, Rus ordularının Tuna’yı aşarak Şumnu’ya kadar ilerlemesi üzerine bu bölgede yaşayan Türkler göçe zorlandı. Şumnu ve Dobruca civarından, 1812 yılından sonra 200 bin Türk, Anadolu’ya göç ederek başta Eskişehir olmak üzere çeşitli bölgelere yerleştirildi.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra Besarabya’nın Rusların eline geçmesi Dobruca’nın ise Rumenlere bırakılması üzerine Türklerin göçü yeniden başladı. O yıllarda Dobruca’dan 80 bin civarında Türk, yurtlarını terk ederek Anadolu’ya yerleşti. 1923’ten sonra, Dobruca’dan yeni göçler başladı. 1923-1933 arasında 33 bin 852 kişi göç etti. 1934-1960 yılları arasında ise Romanya’dan göç edenlerin sayısı 87 bin 476’ya ulaştı.
Yugoslavya’dan Göçler
Yugoslavya’dan Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde toplam 77 bin 431 aileye mensup 305 bin 158 kişi göç ettiği, resmi kayıtlarda yer alıyor.
Yugoslavya idaresinin baskıları sonucu 1946-1968 ve 1971 yıllarında özellikle Üsküp, Prizren ve Sancak bölgesinde yaşayan Türk, Boşnak ve Arnavutlar, evlerini ve mallarını cüzi fiyatlara satarak Türkiye’ye gelmek zorunda bırakıldı.
Yunanistan’dan Göçler
Yunanistan’dan Türkiye’ye ilk göçler 1820 yılında Mora isyanından sonra başladı. Avrupa’dan gelen gönüllü askerlerle Rum çeteciler, Teselya ve Ege adaları ile Mora’da oturan Türk ve Müslüman halka zulmetmeye başladı ve 32 bin Müslüman Türkü öldürdü. Rusya ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile 1826 yılında bağımsız Yunan devleti kuruldu ve Müslüman halkı Yunanistan’dan çıkarma kararı alındı. Bu kararla birlikte Türkler yüzyıllarca yaşadıkları coğrafyadan sürgün edilmeye başlandı.
Mora’nın ardından Girit’te de 1864 yılında Rumların sivil Türk halkına karşı katliamlara girişmesi üzerine, bu bölgeden Anadolu’ya ve İstanbul’a 60 bin kişi göç etti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Yunanistan’daki Türklerden bir kısmı, Anadolu’ya kaçmak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı’nı takip eden Lozan Antlaşması hükümlerine göre yapılan mübadelede ise Türkiye’ye 1923-1933 yılları arasında 384 bin kişi geldi.
Yunanistan’dan göçler, 1934-1960 arasında da devam etti. Bu tarihlerde 23 bin 788 kişi Türkiye’ye geldi. 1960-1970 arasında ise 20 bin kişi Yunanistan’dan Türkiye’ye yerleşti.

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts