Wednesday, 17 October 2018

Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri


Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri

Türkiye’nin Batı karşısındaki hiyerarşiyi reddeden arayışına yönelik tepki, kuşkusuz en açık şekilde medya bağlamında görünür olmaktadır.
Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri
İSTANBUL - Yusuf Özkır/Ali Aslan
Gazete, televizyon, internet siteleri ve dergi haberleri incelendiğinde Türkiye’nin yakın çekimden Batı medyasının kapsama alanında olduğu görülüyor. Türkiye karşıtı yayınların yoğun şekilde işlenmesiyse giderek bir alışkanlık haline dönüşmüş durumda. Bu türden yayınlar ana hatlarıyla dört kaynaktan hareket edilerek toparlanmakta ve içeriğe dönüştürülmektedir. Kaynaklardan birincisi BBC, AP, Reuters ve AFP gibi küresel ölçekte yayın yapan haber ajanslarının Türkiye’den aktardığı haberlerden oluşmaktadır. Haber ajanslarından alınan haberler, ana akım medyanın dışında yerel medyada mesela ABD’de veya Almanya’da bir yerel gazetede çarpıtılmış bir haber olarak karşımıza çıkabilmektedir.
İkincisi küresel bir networke sahip olan CNN, Spiegel, Fox, The Economist, Newsweek, Financial Times, New York Times ve Washington Post gibi küreselleşmiş medya organlarının Türkiye’de çalışan muhabirlerinin hazırladığı haber, görüntü, fotoğraf ve yorumlarından oluşmaktadır. Üçüncüsü ise özellikle son yıllarda gözle görülür şekilde artış yaşayan ve kamuoyunun ilgisini daha fazla çekmeye başlamış olan yabancı medyanın Türkiye’de doğrudan Türkçe olarak yayın yapan kuruluşlarını kapsamaktadır. BBC Türkçe, Amerika’nın Sesi ve Deutsche Welle gibi kuruluşlar burada ilk akla gelenler. Rusya’nın sahibi olduğu Sputnik ve Çin’in sahibi olduğu CRI Türk yayın organları da son yıllarda Türkiye gazetecilik piyasasına girmiş ve onlar da dönemsel özelliklere göre niteliği değişen yayınları ile öne çıkmaya başlamıştır. Dördüncüsü ve genellikle daha az tercih edileni ise doğrudan Türk medyasına başvurularak yapılan haberlerden oluşmaktadır.
Türkiye söz konusu olduğunda Batı kamuoyunun bilgi edinme aracı olarak öne çıkan dört yapıyı belirttikten sonra Türkiye konulu haberlerin büyük ölçüde nasıl sunulduğunu irdelemekte fayda var. Tam olarak bu kontekste 1970’li yıllarda dolaşıma sokulan Gündem Belirleme Kuramının özündeki “medya ne düşüneceğinize karar veremeyebilir. Fakat bir konu hakkında nasıl düşünmeniz gerektiği konusunda sizi yönlendirir” yaklaşımının meselenin bam teline dokunduğunu vurgulayalım. Çünkü haberde içerik, üretilen bir şeydir ve onun eşik bekçileri tarafından kamuoyuna hangi bağlamda ve nasıl bir çerçeve ile sunulduğu okuyucunun ve izleyicinin düşünme biçiminin yönünü tayin eder.
Batı medyasının Türkiye konulu haberlerinde genellikle Türkiye ile Batı arasında tarihsel arka planı bulunan siyasi bagajlara gönderme yapacak şekilde bir söylemin tercih edilmesi hem gündem belirleme çabasıyla kamuoyunun düşünce biçimini yönlendirmeyi hedeflemekte hem de Batı medyasının güç merkezleri ile olan bağımlılık veya sözcülük ilişkisine örnek oluşturmaktadır.

Oryantalizmin Kavramları

Geleneksel anlamda Türkiye karşıtı olduğu bilinen daha sağ ve muhafazakar yayınların dışında liberal ve demokrat olarak bilinen yayın organları bile işbirliği içinde aynı pencereden Türkiye’ye bakmaya başlamış durumdalar.
Arada bir objektif içerik üretimi yapılıyor olsa da bütünsel bakıldığında eleştiri sınırlarını zorlayacak şekilde negatif bir tutumun varlığı hemen hissedilmektedir. Gazete, dergi, internet sitesi ve televizyonların yer aldığı gündelik ve anlık yayınlar incelendiğinde bu yaklaşım biçiminin süreklilik kazandığı görülmektedir. Basın tarihçileri Batı’da kurgulanan bu türden haberlerin geçmişini 1860-1870’li yıllara kadar geriye götürmekle birlikte son dönemde yoğunlaşan haberlerin ana omurgasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yer aldığı görülmektedir. Bu türden haber ve yorumlara ilk elden bakıldığında Erdoğan “bazen diktatör, bazen otoriter ve bazen çıldırmış” türünden oryantalizmin kavram silsilesi ve politik müktesebatı dâhilinde ele alınmaktadır. The Economist’in 2013 yılında “Sultan veya Diktatör” manşetiyle Erdoğan’ı kapağa taşıması ve sonrasında tüm Batı medyasında bunun bir furya olarak devam ettirilmesi, gündelik olan ile tarihsel olan arasında kurulan ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca basın tarihçilerinin çizdiği rota, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar takip edildiğinde, Batı medyasının çıkarlarını tehlikede gördüğü süreçlerde bir günah keçisi bularak çeşitli bahanelerle Türkiye karşıtı pozisyonda mevzilendiğini göstermektedir. Bu tarihi akış içerisinde Batı medyası için isimler ve onlara isnat edilen eleştirinin niteliği değişmiş fakat aslında Türkiye’nin hedef alındığı gerçeği değişmemiştir.

PKK, FETÖ ve Osmanlı vurgusu

Son dönemde Batı medyasında yer alan Türkiye karşıtı içeriklerin omurgasını belirleyen üç temel konu var: Birincisi Türkiye’nin bölünmesi için çalışan PKK-PYD-YPG terörüyle mücadelenin ısrarla “Kürtlerle çatışma” şeklinde çerçevelenerek sunulmasıdır. Bunun sadece bir kavram kargaşası olduğunu düşünmek meseleyi basite indirgemek olur. Aynı ifadenin ısrarlı bir şekilde pek çok yayın organı tarafından kullanılması bu konu üzerinden belirli bir ajandanın varlığına işaret etmektedir. Türkiye’nin terör örgütü PKK ile Kürtler arasında ayrım yapılması konusundaki hassasiyetine rağmen bu söylemin tekrar edilmesi, Batı medyasının değişmeyen bir yaklaşımı olarak varlığını korumaktadır.
İkincisi 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra görünür olan yaklaşımdır. FETÖ üyelerinin gerçekleştirdiği askeri darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile meydanları dolduran milli irade tarafından püskürtülmesi, Batı kamuoyunda irrasyonel bir şekilde karşılanmış ve neredeyse “darbeyi neden devirdiniz” hissiyatında yayınlara neden olmuştu. Devamında ise bir taraftan FETÖ elebaşı Gülen’i aklayacak yayınlar yapılmış, darbeye direnen milyonların direnişi itibarsızlaştırılmaya çalışılmış ve eş zamanlı olarak FETÖ üyelerine yönelik operasyonlar demokratik değerlere yönelik yapılıyormuş gibi (aslında tam olarak anti demokratik) bir söylem üretilerek küresel piyasaları esir alacak şekilde çoğaltılmaya çalışılmıştı. Bu bağlamda hem ABD yönetiminin hem de Avrupa ülkelerinin yaklaşımları medya ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Yani Batı medyası ile siyasetçileri arasında bir eşzamanlılık söz konusudur.
Üçüncüsü Türkiye’nin bölgesel açılımlarını ve daha muhkem bir ülke inşa etme çabalarını mahkûm edecek bir söylemin dolaşıma sokulmasıdır. Türkiye siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda Ortadoğu’ya, Afrika’ya veya Balkanlar’a yöneldiğinde Batı medyasında yer alan içeriklerde mesele bir şekilde Osmanlı devleti dönemi ile ilişkilendirilerek yönlendirme yapılmaktadır. Türkiye terör örgütleri DEAŞ ve PKK-PYD’ye karşı kuzey Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarını yaptığı dönemlerde de aynı söylem farklı bir bağlamda güncellenmektedir. Türkiye’nin Osmanlı’nın egemenliğindeki bölgelere dönme konusunda çaba içinde olduğu türünden kışkırtıcı bir dil kullanılmaktadır. Üç durumda da aslında dolaylı olarak Türkiye’nin gerek ekonomik ilişkilerini geliştirmek için gerekse sınırlarını korumak için uyguladığı sert ve yumuşak politikaların önü kesilmek istenmekte ve Türkiye’nin Batı dışındaki politika seçenekleri esir alınmak istenmektedir.
Türkiye’nin bu türden medya baskısını dikkate almadığı ve kendi çıkarları doğrultusunda adımlarını attığı ise bir gerçektir. Batı medyasının böylesine önyargılı bir tonda yayınlarına devam etmesinin arkasında ise bu politikaların değiştirilmemiş olması yatıyor. Kuşkusuz Türkiye’nin özgüven sahibi bir ülke olarak kendi tezlerini anlatma, politikalarını uygulama konusundaki iradesi karşısında Batı medyası üç bağlamda bu karşıtlığını dışa vurmaktadır. Bu üç bağlamdan ilki olan ekonomik gerekçeleri daha önce irdelemiştik. Bu metinde ise siyasi gerekçelere odaklanılmaktadır. Daha sonra ise üçüncü maddede yer alan dini nedenler bağlamında bir analiz ile batı medyasında artık bir saplantı haline gelmiş olan Türkiye karşıtlığının arka planına ışık tutulması amaçlanmaktadır.

Siyasi nedenler

Batı medyasının veya bir bütün olarak Batının Türkiye karşıtlığının normatif bir tutum olduğu düşünülmemelidir. Dost-düşman ayrışması üzerinden belirlenen siyaset, spesifik olarak ise uluslararası siyaset alanında siyasi aktörlerin karşıtlarına dair ahlaki (iyi-kötü), hukuki (doğru-yanlış) ve hatta estetik (güzel-çirkin) yargılarda bulunması doğaldır. Düşman özünde bizden olmayanı, bizim dışımızda ve karşımızda olanı niteler. Dolayısıyla düşman kötü, çirkin, zararlı ya da aklını kaçırmış olmak zorunda değildir. Ancak düşmanın ayrı bir iradeyi temsil ettiğinin ortaya konabilmesi ve dostların mobilize edilebilmesi için bir şekilde ahlaken, hukuken ya da estetik açıdan aşağıda olduğu veya tehdit unsuru olduğu vurgulanmak zorundadır. Sıralanan bu gayrisiyasi iddialar, ayrışmanın içerik kazanarak ve yoğunlaşarak belirginleşmesine hizmet eder. Siyaset ahlak, hukuk, estetik ya da ekonomi gibi kendisine içerik sağlayan ikincil sektörlerin kategorilerini kullanarak hareket eder (bu alanlardaki tezlerini medya üzerinden kamuoyuna paylaşır) ancak tüm bu sektörlerin ötesinde ve üzerinde yer alır. O halde Türkiye’ye karşı ahlaki, hukuki ve hatta tıbbi-psikolojik (akıl sahibi olan-olmayan) kategorileri kullanarak eleştiri getiren Batı’nın Türkiye karşıtlığının, özünde siyasi olduğunu belirtmek gerekir. Medya tam olarak bu havza içerisinde su taşıyıcı ana yataklarından birini oluşturmaktadır.
Bu karşıtlığın altında Türkiye’nin özellikle son dönemde Batı ile olan ilişkilerini siyasileştirmesi yer almaktadır. Batı-Türkiye ilişkilerinin uzunca bir süre bir alt-üst ilişkisi görünümünde olduğunu, yani iki eşit aktör arasında olmaktan uzak bir görüntü çizdiğini iddia etmek abartı olmaz. İlişkilerin siyasileşmesinden kasıt, Batılı kimliğin ve iradenin tahakkümüne girerek otonomisini yitiren Türkiye’nin yeniden iradesine sahip çıkması ve böylece Batı’dan ayrışarak hiyerarşiyi reddetmesidir. Yaşanmakta olan bu ayrışmayla, bir zamanlar Batılı kimlikte bir araya gelen siyasi iradelerin birlikteliği sonlanmış, ortaya iki otonom ve eşit yapı çıkmış ve haliyle yeniden ilişkiler dost-düşman zeminine yerleşmeye başlamıştır. Batı’nın artan şekilde Türkiye’ye karşı kullandığı terbiye edici ve üstenci dil bir yandan yaşanmakta olan eşitlenmeyi ve ayrışmayı durdurmak ve geri çevirmeye yönelikken, diğer yandan ise bu tablo karşısındaki çaresizliği ve tepkiselliği yansıtmaktadır.

Otonomlaşmanın üç aşaması

Türkiye kendisine geldikçe Batı’yla ayrışmakta ve bu da zaman zaman sertlik kazanan sürtüşmelere sebep olmaktadır. Bu noktada bir devletin otonomlaşması nasıl gerçekleşir sorusu etrafında meseleyi biraz açmak gerekir. Burada üç aşamadan bahsedilebilir. İlk aşama, devletin iç siyasi alanının kontrolünü tamamıyla eline alması, iç siyasete dair kritik konularda son sözü söyleyecek noktaya gelmesi ve kendi kararlarını kendisinin almaya başlamasıdır. Bunun için en temelde devletin toplumsal meşruiyetinin güçlü olması, yani ülkeyi yönetenler ile yönetilenler arasındaki bağın sağlam olması gerekmektedir. Devlet-millet bağının sağlamlığı bu iki unsur arasındaki etkileşimi sağlayan kanalın yani siyaset kurumunun alanının genişlemesine bağlıdır. Devlet ile millet arasında mesafe diğer devletler tarafından kolaylıkla manipüle edilerek kararlara nüfuz etmelerinin yolunu açabilir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu’da birçok otoriter rejimin dışarıya bağımlılığının başlıca nedeni budur.
Türkiye’de 2000’li yıllarda yaşanan demokratikleşme süreci bu durumu değiştirmeye yönelikti. Siyaset kurumu üzerindeki bürokratik vesayet baskısı azaltılarak ve siyasetin belirleyiciliği artırılarak devletin toplumsal meşruiyeti ileri bir noktaya çekildi. Cumhurbaşkanlığı sisteminin tesis edilmesiyle zirve noktasına ulaşan kurumsal dönüşüm, bu noktada özellikle zikredilmelidir. Devletin toplumsal taleplere kulak vermesi ve buna uygun politikalar geliştirmesi devlet-millet bütünlüğünü sağladı. Bu bağlamda toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindarlar üzerindeki baskılar kaldırıldı ve yine demokratik açılımlar süreciyle çeşitli toplumsal gruplar siyasi düzene entegre edilmeye çalışıldı.
Ancak iç siyasetteki bu demokratikleşme ve otonomlaşma çabaları bir noktadan sonra Batılı medya ve siyasi aktörler tarafından sabote edilmeye çalışıldı. İç muhalefet ve bazı toplumsal gruplar yönlendirilerek bu demokratikleşme ve otonomlaşma süreci baltalanmak istendi. Mayıs 2013’te Gezi ile laik kesimler kışkırtıldı. 6-8 Ekim (2014) olaylarından Temmuz 2015’teki “hendek siyaseti”ne yayılan bir süreçte ise Kürt sosyolojisi etki altına alınmaya çalışıldı. 17-25 Aralık (2013) yargı darbe girişimiyle başlayıp 15 Temmuz başarısız darbe girişimiyle ivme kazanan FETÖ’yle mücadele süreci engellenmek istendi. Tüm bu kriz anları ülkede demokratikleşmenin kökleşmesi sayesinde belli maliyetler üretse de kazasız bir şekilde atlatıldı.
Otonomlaşma mücadelesinde ikinci aşamayı dış politika oluşturmaktadır. Bir devlet dış politika kararlarını ne ölçüde kendisi verebiliyorsa o kadar otonom demektir. Bu da kendi bölgesel ve uluslararası sistemin güç dengesindeki konumu tarafından belirlenir. Bölgesel hegemonyadan bağımlı bir devlet olmaya uzanan skaladaki pozisyonu, devletin otonomisini ortaya koyar. Diğerlerinin kendi düşünsel yapısını ve eylemlerini etkilemesinin önüne geçen ve diğer devletleri kendi etrafında toplayan devlet, en yüksek otonomiye sahip devlettir.
Türkiye, içerideki demokratikleşme sürecine paralel olarak bölgesindeki devletler ve toplumlar nazarındaki meşruiyetini ve etkinliğini artırmaya yönelik adımlar attı. İçeride kendi kimliğiyle barıştıkça ve kendisine geldikçe, bölgesiyle de daha sağlıklı ilişkiler kurmaya başladı. Bölgesiyle zihinsel olarak barıştı. Dış politikada uzunca bir süre devam ettirdiği bölgesel izolasyonist ve yabancılaşma yaklaşımını terk ederek bölge ülkeleri ve toplumlarıyla beraberliği ön plana çıkaran bir yaklaşım geliştirdi.
Ancak Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde zirve noktasına ulaşan dış politikada kendi bölgesiyle barışma ve nüfuz alanını genişletme stratejisi, doğal olarak Batı’nın ve bölgedeki statüko güçlerinin tepkisini çekti. Statüko güçleri Türkiye’nin bölgeye dönmesini kendilerine bir tehdit olarak algıladılar. Bu tehdit algılaması hem siyasi-askeri bir boyuta hem de ideolojik-kurumsal bir boyuta sahipti. Siyasi-askeri boyutta Türkiye’nin güçlenmesinin güç dağılımını değiştirerek kendilerini zayıflatacağını düşünürken, ideolojik-kurumsal boyutta ise Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı demokratik dönüşümün otoriter bir doğaya sahip kendi iç siyasi düzenlerini sarsacağının endişesini yaşadılar.
Batı açısından ise, Türkiye’nin bölgesine dönmesi bölgede Batılı güçlerin hareket alanını daraltması ve uluslararası siyaset düzleminde ise uzun süreçte küresel güç dengesini bozma potansiyeli nedeniyle istenmeyen bir durumdu. Bu sebeple Türkiye’nin bölgeye dönüşünün önüne geçmek için YPG-PKK’ya silah sağlamaktan siyasi ve diplomatik kol kanat germeye varan bir siyaseti benimsediler. Bölgede İsrail-BAE-Mısır-Suudi Arabistan’dan oluşan statükocu otoriter rejimleri bir blok haline getirip Türkiye’ye karşı cepheleştirmeye çalıştılar. DEAŞ üzerinden Türkiye’yi şiddet sarmalına sokmak ve hareket alanını daraltmak için çabaladılar. Ve son olarak, neo-Osmanlıcı tezlerle bölge halklarını Türkiye’ye karşı milliyetçilik üzerinden kışkırtmaya varan girişimlerde bulundular. Tüm bu süreçlerde Batı medyası bir Truva atı işlevi gördü ve siyasi aktörlerin politikaları, medyada sınırsız destek buldu. Türkiye karşıtı kampanyalar, organize bir şekilde devreye sokuldu. Türkiye ise Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonları ve İdlib mutabakatı ile bu çevreleme siyasetini zayıflattı. Ancak dış politikada daha fazla otonomi sağlamak adına bölgede elde etmek istediği nüfuzu ve liderlik pozisyonunu tam anlamıyla gerçekleştiremedi.
Otonomlaşma mücadelesinin üçüncü ve nihai aşamasını uluslararası siyaset oluşturur. Bu boyutta devletler tüm sistemi içine alacak şekilde güç dengesini kendi lehine çevirmenin peşinde olur. Büyük güç statüsü elde etmek, çok-kutuplu bir sistemi çift-kutuplu ya da tercihen tek-kutuplu bir sisteme dönüştürme mücadelesi verir. Küresel hegemonya peşinde koşar. Küresel iktidardan en fazla payı alarak en tepeye yerleşmeye çalışır. Böylece diğer devletlerin düşünce yapılarını ve eylemlerini kontrol etmeye ve şekillendirmeye çalışır. Sonuçta iktidar mücadelesinde tepeye yaklaştıkça daha otonom, aşağıya doğru indikçe daha az otonom ve bağımlı bir devlet haline gelir. Coğrafyadan yer altı kaynaklarına, nüfusa ve askeri kapasiteye; milli kültür ve toplumsal moral-motivasyondan diplomasiye ve yönetim tekniğine birçok unsur devletlerin birbiriyle etkileşim halinde otonomilerini yükseltir ya da azaltır.
Türkiye’nin uluslararası siyaset alanında otonomisinin istenen ölçüde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Türkiye günümüzde büyük güç statüsü elde etme mücadelesi vermektedir. Türk dış politikasının bu strateji etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Kendi sabit ve değişken kaynakları ve tarihi olarak büyük güç rolüne olan aşinalığı ülkeye bu anlamda büyük bir potansiyel sunmaktadır. Zaten Batı medyasında sair zamanlarda çıkan yorumlarda da Türkiye’nin tarihi birikiminden dolayı büyük güç olabilme kapasitesine vurgu yapılmakta ve buradan hareketle kurgular oluşturulmaktadır. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olarak yer almak istemesi, ısrarla sürdürülen “dünya beşten büyüktür” siyaseti ve küresel bir mesele olan Kudüs konusundaki hassasiyetlerini çok açık bir şekilde dile getirmesi büyük güç potansiyelini ortaya koymaktadır. Tam da bu sebeple Batılı medya organları ve siyasetinde Türkiye’ye yönelik öne sürülen endişeler, özellikle “Sultan,” “Saray,” “Halife” ve “imparatorluk” gibi ifadeleri barındıran karalama kampanyaları ve siyasi çıkışlar bu durumu gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin uzun süreçte küresel iktidardan pay almak isteyeceğini düşünmekte ve bunun önünü almak adına otonomlaşma sürecindeki önceki aşamalar olan ülkenin iç ve bölgesel otonomi arayışını baltalamaya çalışmaktadırlar.
Burada üç aşamada vurgulanan Türkiye’nin Batı karşısındaki hiyerarşiyi reddeden arayışına yönelik tepki kuşkusuz en açık şekilde medya bağlamında görünür olmaktadır. Medyanın kamuoyunun şekillendirilmesindeki güçlü etkisi bilindiği için onun mesajı taşıyıcı, dağıtıcı, yönlendirici ve çerçeveleme özellikleri olabildiğince kullanılmak istenmektedir. İç ve dış haber kaynakları kullanılarak erişilen içerikler, gazeteciliğin temel ilkelerinden ziyade Batıyı merkeze yerleştirerek siyasi çıkarlara ve tarihsel arka plana uyumlu şekilde dışarıya servis edilmektedir.
Batı medyasındaki Türkiye karşıtı yayınların artması ve sertleşmesi ile Türkiye’nin muhatapları karşısında hiyerarşiyi reddeden yeni bir düzen arayışının kesişmesi şaşırtıcı değildir. Bu bağlamda Türkiye’nin otonomlaşmasını tamamlaması Batı medyasındaki önyargılı haberlerin ve yorumların normalleşebilmesi için en iyi seçen olarak görünmektedir.
[İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]
[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olan Ali Aslan, aynı zamanda SETA Vakfı Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]

'Ezan sesini çok özleyeceğim'


'Ezan sesini çok özleyeceğim'

YTB'nin bursuyla geldiği Türkiye'de Müslüman olan Güney Koreli Mina Eom, "Ezan sesini çok özleyeceğim. Buradaki insanlardan gördüğüm yardım ve samimiyeti unutmayacağım." dedi.
'Ezan sesini çok özleyeceğim'
ANKARA - TEVFİK DURUL
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının (YTB) Türkiye Bursları programıyla geldiği Türkiye'de Müslüman olan Güney Koreli Mina Eom, ülkesine dönünce "ezan sesini çok özleyeceğini" söyledi.
YTB'nin "Türkiye Bursları" programı kapsamında 2014'de geldiği Türkiye'de Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümünde yüksek lisans programından mezun olarak ülkesine dönmeye hazırlanan Mina, neden Müslüman olduğu, Türkiye'deki anıları ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hediye etmek üzere çizdiği yağlı boya resmine ilişkin AA'ya açıklamalarda bulundu.
İlk defa turist olarak 2012'de Türkiye'ye geldiği sırada İstanbul'dan Şanlıurfa'ya otobüsle 20 saat süren bir yolculuk yaptığını ifade eden Mina, "Yanımda çocuklu bir abla oturuyordu. Yol uzun olduğu için mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. O zaman hiç Türkçe bilmediğimden bana anlattığı herşeye tamam cevabı verdim." diye konuştu.
Mina, yolculuğun sonunda otobüste tanıştığı kişinin kendisini evinde misafir ettiğini söyleyerek, "Orada bir hafta kaldım. Çok büyük bir ailesi vardı. Düğüne katıldım, birlikte dans ettik. Bana elbise ve ayakkabı verdiler. Çok ilgi gösterdiler." dedi.
Burada yaşadıklarından çok etkilendiğini aktaran Mina, şöyle devam etti:
"Türkçe öğrendikten sonra o aileyle tekrar konuştum ve beni neden misafir ettiklerini sordum. Aslında beni Japon sanmışlar. Samuray falan gibi olduğumu sanarak korkmuşlar biraz. Ama 'misafir ağırlamak bizim sorumluluğumuz' cevabını verdiler. Bu denli bir misafirperverlik dünyada çok nadir görülen bir olay."

Türkiye'deki kültürel zenginlik

Mina, Türkiye'deki güzel hatıralarından dolayı öğrenim için Türkiye'ye gelirken kafasında çok soru işareti olmadığının altını çizerek, antropoloji, arkeoloji veya tarih okumak için Türkiye'nin çok uygun bir ülke olduğuna değindi.
Türkiye'de çok farklı kültürlerin bir arada olduğunu anlatan Mina, YTB'nin sağladığı burslu eğitim imkanıyla dünyanın farklı bölgelerinden gelen insanlarla arkadaş olma fırsatı bulduğunu dile getirdi.
Mina, "Güney Kore küçük bir ülke olduğu için Ortadoğu veya Güney Amerika'dan insanlarla tanışma fırsatı çok yok. Ancak burada sadece okula gidiyorum ve Ortadoğu'dan Afrika'dan ve Amerika'dan insanlarla tanışıp arkadaş olabiliyorum." şeklinde konuştu.
Antropolojinin dünyada yayılan ırkçılık ve ayrımcılık gibi akımların önüne geçmekteki etkisinden bahseden Mina, "Beraber yemek yediğim, çay içtiğim bir arkadaşımdan, beraber camiye gidip namaz kıldığım arkadaşlarımdan hep bir şeyler öğreniyorum." ifadesini kullandı.
Mina, yüksek lisans eğitimini başarıyla tamamladığı için mutlu, ancak Türkiye'den ayrılacağı için üzgün olduğunu belirterek, "Ezan sesini çok özleyeceğim. Buradaki insanlardan gördüğüm yardım ve samimiyeti unutmayacağım. Borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Çünkü herkes Kore'ye gidemiyor." dedi.
Kendisine bu imkanı sağlayan YTB'ye teşekkürlerini sunan Mina, sözlerine şöyle devam etti:
"Sabah ezanı okunurken, çok duygulandım. Çünkü Kore'ye döndükten sonra bu sesi duyamayacağım. Türkiye'nin zor zamanlar yaşadığını biliyorum. Ama Türkiye'nin hiçbir zaman yalnız olmadığını hatırlamanızı istiyorum. Sizin bizi (Kore Savaşında) koruduğunuz gibi biz de (Türkiye için) Allah sizi korusun diye dua ederiz."

Nasıl Müslüman oldu?

Mina, Güney Kore'deyken İslamiyete ilgi duymaya başladığını söyleyerek, "Bu İslam nedir ki? İnsan hayatını neden bu kadar etkiliyor?" diye merak ettiğini söyledi.
Güney Kore'deki Müslümanları araştırdığını, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif tercümelerini okumaya başladığını aktaran Mina, Türkiye'ye geldikten sonra dil sınıfında Malezya, Pakistan, Çad ve Yemen gibi ülkelerden Müslüman arkadaşları olduğunu belirtti.
Mina, farklı ülke ve coğrafyalardan gelen insanların Müslümanlık çatısı altında hemen bağ kurup kardeş gibi olmalarından çok etkilendiğinin altını çizerek, "Hani insanlar, sokakta çok yakışıklı ya da çok güzel birini gördüğünde merak eder ya. Acaba hangi kuaföre gidiyor, elbisesini nerden almış diye. Ben de (Müslümanları) öyle merak ettim." ifadesini kullandı.
Çadlı bir arkadaşının nasıl iyi bir insan olduğunu merak ettiğini dile getiren Mina, "Aslında çok basitmiş. Sadece Kur'an-ı Kerim'e uyarak iyi insan olmuş." dedi.
Mina, Çadlı arkadaşının yanında Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olduğunu anlatarak, "Türk halkı, Müslüman olmama benden daha çok mutlu oldu. Dini kitaplar, başörtü, seccade hediye ettiler, namaza gittiklerinde benim için dua ettiler. Ben de onlar için dua ediyorum." şeklinde konuştu.

Ailesi Müslüman olmasını nasıl karşıladı?

Güney Kore'de Müslüman olmanın "çok hoş karşılanmadığı" değerlendirmesini yapan Mina, "Allah'a şükür annem ve babam çok açık insanlar. Benim istediklerime saygı duyarlar. Ben namaz kılarken kapıdan meraklı gözlerle izliyorlar. 'Bize de dua et' diyorlar. Karşı çıkmadılar." dedi.
Mina, yüksek lisans tezi için araştırma yapmak üzere gittiği Artvin'de tanıştığı bir Kore gazisiyle olan hatıralarını şu şekilde anlattı:
"Yolda yürürken biri 'Siz Koreli misiniz?' diye sordu. Şaşırdım. Çünkü Artvin küçük bir yer. Genelde insanlar (çekik gözlüleri) Çinli ya da Japon sanıyor. Ben 'siz nerden anladınız?' diye sordum. 'Ben Kore gazisiyim' dedi. Bir hafta beni misafir etti."
Mina, o zamandan bu yana hala irtibat halinde olduğu Kore gazisinden "Dedem" diye bahsederken, onun da kendisine "Torunum" diye hitap ettiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmek istiyor

Erdoğan'ın Güney Kore'ye yapacağı ilk ziyarette onunla görüşerek bir hediye sunmak istediğini dile getiren Mina, bu konuda Türk arkadaşlarının görüşüne başvurduğunu anlattı.
Mina, arkadaşının, Erdoğan'ın annesine olan sevgisinden bahsettiğini ve yakın zamanda onu kaybettiğini anlatarak, bu konuda bir yağlı boya resim çalışması yaptığını söyledi.
Erdoğan'ı rahmetli annesine sarılırken tasvir ettiği resmin arka planında ise Seul'deki tarihi hanedanlık sarayını çizdiğini anlatan Mina, "Ben yurt dışında gezerken hep ailemin de yanımda benimle beraber o güzellikleri görmesini isterdim. Resimde de Erdoğan'ın yurt dışı seyahatlerinde aynısını hissettiğini tahmin ederek, bunu ifade etmek istedim." dedi.
Yaptığı resmin altına da "Cennet annelerin ayakları altındadır." Hadis-i Şerifi'ni yazan Mina, Türk halkı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a büyük sevgi duyduğunu vurguladı.

'Avrupa İslamı' fikrinin tarihsel kökenleri


'Avrupa İslamı' fikrinin tarihsel kökenleri

Avrupa “öteki”yi komşu olarak kabul etmeyen bir bağnazlık potansiyeline her devirde sahip oldu.
'Avrupa İslamı' fikrinin tarihsel kökenleri
İSTANBUL - Taceddin Kutay 
Avrupa’nın İslamiyetle tanışmasının hikayesini 50’li yıllarda yaşanan işçi göçüyle başlatan anlatılar, kıtanın İslamiyete yabancı bir yer olduğu algısını yaratır. Oysa Macaristan’ın doğusunda, Debrecen’in kuzeyinde yer alan Hajdúböszörmény şehri İslamiyetin Avrupa’daki köklerinin ne kadar eski olduğunu bizlere hatırlatır.
Büyük Macar kralı Aziz İstvan’ın 10. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte halkı kitleler halinde vaftiz olmuş ve Hıristiyanlığa geçiş başlamıştı. Buna mukabil Macarların tümden Hıristiyanlaşması söz konusu olmadı. Aksine Macarların bir kısmı Müslümanlaştı. Macarlaşan bu Müslümanlara “Böszörmény” adı verildi. Böszörménylerin aslında Macar olmadıkları ve Volga kıyılarından gelerek Macaristan’ı yurt tutan İsmaili Şii Türkler olduklarına yönelik iddialar var olmakla birlikte Macarca konuştukları biliniyor. Büyük Macar Prensi Géza’nın henüz 10. yüzyılda Müslüman Macarlara yaşamaları için bölgeler tahsis ettiğini biliyoruz. Dahası Macar tarihinin en önemli yazıtlarından olan Gesta Hungarorum Géza’nın bahşettiği bu topraklar arasında ülkenin baş şehri Budapeşte’nin de yer aldığından bahseder. Tuna nehrinin ikiye ayırdığı Budin ve Peşte kısımlarından oluşan şehrin Peşte kısmı, bu kaynağa bakılacak olursa, Géza tarafından Müslüman Böszörménylere verilmiş ve şehrin bu kısmı Müslümanlar tarafından kurulmuş olmalı.
Böszörményler Ortaçağ Macaristanında önemli ekonomik ve askeri roller oynamış bir topluluk olarak kaynaklarda yer alıyor. Ticaretle meşgul olmaları, bu topluluk üyelerinin Avusturya ve Almanya’ya kadar yayılmalarına sebep olmuş. Buna ilaveten Böszörményler güvenilir ve kabiliyetli askerler olarak tanınmışlardı; zira içkiye düşkün Macar askerlerinin arasından içki içmeyişleriyle kolayca sıyrılmış ve temayüz etmişlerdi. Böszörményler “şarap içmeyenler” olarak tanınıyorlardı. Buna mukabil, Böszörményler methedildikleri bu özellikleriyle aynı zamanda ayıplanıyorlardı. Şarap içmeyen “hilkat garibeleri” olarak görülen bu kimselere karşı içten içe bir öfke de büyümekteydi. Et yerken ayran içen, şaraptan “keyif almayı” bilmeyen bu “acayip” insanlar, Macar Kralı II. András’ın ünlü “Altın Fermanı” ile bir diğer nefret edilen topluluk olan Yahudilerle aynı statüye sahip kılındılar. Bu ferman onları belli kurallara bağlarken aynı zamanda korumaktaydı da. İçki Avrupalı zihninde Müslüman olanla olmayan arasında öyle belirleyici bir ayrım noktasıydı ki Gothold Ephraim Lessing “Türkler” isimli şiirinde şu ifadelere yer verir: “Türklerin ne güzel kızları vardır / Her biri sert namus bekçisidirler / İsteyen birden fazlasını alabilir / İşte Türk olma isteğim bundandır / Ne de dilerdim kendimi aşka vermeyi / Aşk ile huzurla bir ömür sürmeyi / Gelgelelim Türkler şarap içmezler / İşte Türk olmak istemeyişim bundandır”.
Böszörménylerin izlerine Osmanlı’nın Balkanlarda görülmeye başlandığı 14. yüzyıl’a kadar rastlamak mümkün. Öyle görülüyor ki Avrupa’nın içlerine doğru ilerleyen “Kafir Türkler” bu “Kafir Macar” topluluğa karşı gösterilen toleransın sonunu getirmiş, Böszörménylerin varlığına daha fazla tahammül edilemez olmuştu. Böszörménylerin zorla Hıristiyanlaştırıldığı tahmin ediliyor. Nasıl İslamlaştıklarına dair malumat sahibi olmadığımız Böszörménylerin akıbetlerine dair de elimizde çok fazla malumat yok. Ancak neticede onların ya “şarap içen” Macarlara dönüştüğünü yahut canlarından olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil.
Böszörményler elbette Avrupalıyı İslamiyetle ilk tanıştıran kimseler değildiler. Puvatya Savaşı’nda Emevi ordusunu mağlup eden Frank Kralı Karl Martell Avrupa’yı bu “habis” kitleden korumakla kıtanın hamisi konumuna yükselmişti. Martell’in başarısı o kadar büyük görülmüştü ki Franklar yıkılan Roma’yı tekrar ayağa kaldıran kimseler olarak görülmüş, Papalık tarafından kendilerine II. Roma unvanı verilmiş, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu tesis edilmişti. Buna mukabil Böszörményler kıtada yaşayan ve işgalci olarak görülmeyen, Müslümanlaşmış yerel bir topluluğun ilk örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Avrupa ve “öteki” ile yaşama kültürü

Böszörménylerin tarih sahnesinden çekildiği 14. yüzyıl Avrupası büyük pogromların tarih sahnesine çıktığı bir devirdi. Veba salgınından kırılan kıtada bir uğursuzluk nesnesi aranmaya başlanmış ve bulmakta da zorlanılmamıştı: Kıtada yaşayan Yahudiler kutsal ekmeğe hürmetsizlik ettikleri, Hıristiyan çocukları kaçırarak yedikleri, kutsal bakire heykellerine tecavüz ettikleri gibi garip iddialarla kovuşturmaya uğramış, 1348-1351 tarihleri arasında kıtanın pek çok bölgesinde katledilmişti. Yahudiler zaten tahammül edilen insanlardı ve IV. Karl kendilerini bir finans kaynağı olarak gördüğü için, bir fenalığa maruz kalmalarına kesinlikle rıza göstermemekteydi. Buna mukabil Yahudilerin nüfusu belli bölgelerde tahammül edilemeyecek orana ulaşmıştı. Özellikle Speyer, Worms ve Mainz şehirleri Yahudi nüfusun yoğunluğuyla rahatsızlık uyandırdığı şehirlerdi ve bu şehirlerde ekonomik üstünlük Yahudilerdeydi. “SWM” olarak kısaltıldığında İbranice “sarımsak” anlamına gelen “Şûm” şeklinde okunan bu şehirler mutlaka temizlenmeliydi. Bu sebeple kutsal topraklara yönelen haçlı seferleri bu şehirlere uğradı ve hatırı sayılır oranda Yahudi kılıçtan geçirildi, malları yağmalandı. Zaten talana niyetlenerek yola koyulan ordunun bir kısmı bu ganimetler sebebiyle geri döndü. IV. Karl Yahudilerden elde ettiği gelirden daha fazlasını Hıristiyan halktan elde ettiği demde Nürnberg Yahudilerinin yakılmasına göz yumdu. 562 Yahudi şehir surlarının dışında yakıldı. Günümüzde dünyaca ünlü Nürnberg Noel panayırının kurulduğu meydan, bu Yahudilerin mahallesinin yıkılmasıyla oluştu.
Avrupa’nın tarihi “öteki”nin varlığına tahammül edemeyiş hikayeleriyle doludur. Bartholomeos Gecesi Katliamı Fransa’da Protestan varlığına tahammülsüzlüğün neticesi olarak karşımıza çıktı. Ülkede Protestan bırakmamacasına kesen Katolikler sayesinde bir Fransız Hugenot Protestanlığından bahsetmemiz mümkün değil. Mezhep savaşlarının ünlü cuius regio-eius religio (iktidar kimdeyse onun dini geçerlidir) prensibi, bir bölgede farklı mezhepten kimselerin bulunmasına tahammül edilmeyeceğini ortaya koymuştu. Prusya Berlin şehrini kurduğunda, şehrin yarısına yakını Fransızca ve güney aksanlı Almanca konuşuyordu. Zira Fransa’da ve Bavyera-Avusturya bölgelerinde varlıklarına tahammül edilmeyen Protestanlar soluğu burada almışlardı. Müslümanlara ve Yahudilere karşı girişilen Reconquista sonrası İber yarımadasında yaşanan kıyım ve sürgünler, önceden üç dinin bir arada yaşadığı bölgeyi saf bir Hıristiyan bölgesi haline getirmişti. Portekizliler dinsel azınlıklardan arınmış ilk saf Hıristiyan krallık olmakla övünüyorlardı.
Yazımızın ebadı Avrupa’nın bin beş yüz senelik sergüzeşti içinde yaşanan “öteki” kıyımlarını daha fazla saymamıza mâni. Ancak bir hakikat ile karşı karşıyayız: Avrupa “öteki”yi komşu olarak kabul etmeyen bir bağnazlık potansiyeline her devirde sahip oldu. Farklı dinden ve kültürden komşularla bir arada yaşamaya yönelik bu hevessizliktendir ki Kıta Avrupasındaki şehirlerin hiç biri Pera’ya sahip bir İstanbul değildir. Bu iddiamıza istisna teşkil edecek yegane devlet Habsburg Avusturyası olmuştur. II. Josef’in Tolerans Fermanı ve Franz Josef’in Bosna’nın ilhakı sonrası İslamiyeti resmi din ilan etmesi gibi uygulamalar, Avusturya’yı bazı dönemlerde Kıta Avrupası’nın geri kalan kısmından farklı bir noktada değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır.

Avrupa’nın dinden anladığı

Avrupa’ya kimliğini veren Hıristiyanlık, dine yaklaşımı itibariyle Yahudilik ve İslmiyetten farklı bir karaktere sahiptir. Teşrî dinler olan İslamiyet ve Musevilik bireylerin günlük hayatlarına müdahale eden şeriatlara sahipken, Hıristiyanlık teşri bir din değildir ve ortaya bir şeriat koymaz. Buna ilaveten, söz konusu iki dinin sahip olduğu vahiy algısı Hıristiyanlıktaki vahiy algısından oldukça farklıdır. İsa Mesih “ete bürünmüş tanrı sözü”dür ve kendisinin havarisi Petrus aracılığıyla kurduğu Kilise yegane kurtuluş yoludur. Bu bakımdan bir Hristiyan için İncil İsa Mesih’e indirilmiş bir kitap değildir; aksine bizzat tanrı sözü olan Mesih’in hayatına yönelik ortaya konulan şahitlikleri ihtiva eden bir kitaplar bütünüdür. Din Kilise tarafından ortaya konulan ve Kilise idaresi tarafından dönemsel olarak dönüştürülmesi tabii karşılanan bir şeydir. Bu dönüşümlerin en tipik örneği VIII. Henri Tudor’un Anglikan Kilisesi’ni kurdurma hadisesidir. Kilise’nin aggiornamento olarak adlandırdığı prensip, Kiliseyi her devre uyum sağlayacak bir yapı olarak kurgulamıştır.
Siyaset-Kilise ilişkileri her dönemde farklılık arz etmiş, Hıristiyanlık bazı dönemlerde siyaset kurumunun ihtiyaçları doğrultusunda dönüşümler yaşamıştır. Kilise İnvestitur Kavgaları döneminde siyaset üzerinde belirleyici bir konumda bulunmuşken, bu iktidarını yitirmesinden sonra siyaset kurumu Kilise üzerinde belirleyici bir konuma yükselmişti. Bu hususlar göz önünde bulundurulmadan, “Avrupa İslamı” gibi bir fikrin nasıl ortaya çıktığı anlaşılamaz, zira dinin dönüştürülmesi fikrine nasıl gelinebildiği hususu, Avrupalının din olarak öğrendiği şeyin ne olduğuyla anlaşılabilir. Aydınlanma Kiliseyi hak iddia ettiği sahalardan geri çekilmeye, ancak etik rehberlik hudutlarında konumlanmaya zorlamıştı. Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de 19. yüzyılda Avrupa’nın “mucize dini”ni ortadan kaldıran ve “Etik dini”ni ortaya koyan bir dönüşüme sahne olmasıdır. Kilise ancak modern etik sınırlarında ahlaki öğütler vermekle yükümlü, sosyal faydaları olan bir kurum olarak tolere edilebilir. Günümüzde Kilisenin günlük hayatla ilgili yaptığı her türden çıkış Avrupa kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanmaktadır. Eşcinsellik karşısındaki tutumu, kürtaj eleştirisi gibi çıkışları Kilisenin, sınırlarını ihlal eden ve anlaşmayı çiğneyen bir kurum olarak algılanmasıyla sonuçlanmaktadır. Kilise modernitenin hayat anlayışına yönelik arızalar çıkarma lüksüne sahip olmamalıdır; düzen içinde arıza çıkarması düşünülemez.

“Avrupa İslamı” sosyal rahatsızlığı giderir mi?

Teşri bir din olmamasına rağmen Hıristiyanlığın Avrupa sosyal hayatı içinde rahatsızlık vermeyecek şekilde tedip edilmiş olması, teşri bir din olan İslamiyet’in, Avrupalı nazarında her geçen gün daha büyük rahatsızlık vesilesi olmasına yol açıyor. Zira Kıta’da sayıları her geçen gün artan Müslümanlar, dinleri uyarınca sürdürdükleri hayatlarıyla, Avrupalının iflah olmaz “öteki” nefretini canlandırıyor. Siyasiler tarafından dile getirilen entegrasyon sorunlarının her biri, haklı tarafları bir yana, bu zenofobik (yabancı düşmanı) yatkınlığı mazur göstermek üzere kullanılan argümanlar olarak karşımızda duruyor. Kamusal alanda karşılaşılan her başörtülü kadın, helal et satan her kasap dükkanı “öteki” ile yan yana yaşamayı sevmeyen Avrupalıyı öfkelendiriyor.
Bütün bunlara ilaveten, temel bir hak olarak ibadethanesine sahip olmak isteyen bu kimselerin inşa etmeyi planladığı her cami, Avrupa’da yeni tartışmalara sebep oluyor. İsviçre’de 2009 yılında düzenlenen referandumla gelen minare yasağı, Viyana’nın Brigittenau bölgesinde yapılması planlanan cami karşıtı gösteriler gibi İslamiyet karşıtı duruşlar Kıta’nın dört bir tarafına yayıldı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Müslümanların gündelik hayatlarını zorlaştırmaya yönelik kanun tekliflerinin ardı arkası gelmiyor. On seneyi aşkındır süren helal et tartışmaları, Müslümanlara kasaplık hayvanlarını İslami usullerle kesilme hakkının yasaklanması teklifleriyle başlamıştı. Yahudilerin “koşer” kesim haklarının emsal gösterilmesi bu tartışmaları muvakkaten durdurdu. Fakat hemen akabinde sünnet tartışması başladı. Küçük çocukların sünnet edilmesinin insan haklarına uymadığı savından hareketle yasaklanmasını öngören yasa tasarısı, yine Yahudi “hıtan”ının örnek gösterilmesiyle engellendi. Müslümanların temel haklarının Musevilikle arz ettiği paralellik nispetinde tolere ediliyor olması, Musevilikten ayrıştığı noktalarda tolere edilmemesine doğal olarak yol açıyor. Son dönemde giderek yükselen başörtüsü karşıtı sesler, Musevilikle bir paralellik ortaya konulamadığı için “tam gaz” yükseliyor.
“Avrupa İslamı” ile amaçlanan şeyin Avrupa’nın sosyal dokusu içinde arıza çıkarmayacak bir İslamiyet yaratmak olduğu, konu hakkında yapılan yorumların en masumu. Dini sosyal hayata uyumlu olacak şekilde dönüştürmek gibi bir kültüre sahip olan Avrupalı aklı, İslamiyeti de Hıristiyanlık gibi dönüştürülebilir bir din olarak algılamak istiyor. Buna karşın İslamiyetin böyle bir tabiatının olmadığına yönelik bütün itirazlar kulak ardı ediliyor. “Avrupa İslamı” ile elde edilmek istenen netice, İslamiyetin teşri özelliklerini mümkün mertebe yok etmek, böylelikle İslam dinini kamusal alanda daha az görünür kılmak. İslamiyeti Hıristiyanlık gibi bir etik kurum haline getirmek, “Avrupa İslamı” taleplerinin varmak istediği nihai netice olarak karşımızda duruyor. İslamiyetin, müntesiplerine etik tavsiyeler veren ve gündelik hayata yönelik talepler ortaya koymayan bir din haline getirilmesi, yarattıkları Avrupa Hıristiyanlığına benzer bir “Avrupa İslamı” ortaya çıkarmayı hedefliyor. Neticede İslamiyet, Tanrı’ya verilen isim hariç, Hıristiyanlıktan farksız bir din haline getirilmek isteniyor.
Üretilmek istenen bu "İslamiyetsiz İslamiyet"in sosyal huzursuzluklara bir çözüm olup olmayacağı ise ayrı bir tartışma konusu. Müslümanların Avrupalının “ötekisi” olma özelliklerinden azade olamayacağı gerçeği, dinlerinin dönüştürülmesi tartışmalarından bağımsız olarak sürüp gidecek bir olguyu göz önüne seriyor. Zira karşı karşıya bulunduğumuz düşmanlık, bin senelik İslamiyet karşıtlığından farklı bir hüviyete sahip. Avrupalı, İslamiyete duyduğu nefretinden farklı olarak, komşusu olan Müslümana yönelik bir nefret geliştirmiş durumda. Bin yıllık “öteki” ile yaşayamama refleksi devreye girmiş, ötekisiz, homojen bir yaşam alanı özlemi bu nefreti büyütür hale gelmiş durumda. Böszörménylerin yok olması ve sıradan Macarlara dönüşmeleri örneğinde olduğu gibi, asimilasyona uğramadıkları ve Müslüman kaldıkları sürece, Müslümanlar Avrupalının ötekisi olarak kalacaklar. Sahip oldukları dinin “Avrupa İslamı” gibi uyduruk bir din olmasının da herhangi bir önemi olmayacak. Zira Müslüman kimliği Müslümanları her zaman “öteki” olarak var kılacak. 11 Eylül paradigmasının zincirlerinden serbest bıraktığı bu düşmanlık, Avrupalı zihninde meşru bir “öteki karşıtlığı” olarak okunacak. Neticede “Avrupa İslamı” çabaları ötekine yapılmış bir zulümden öteye gitmeyecek.
[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]

Tuesday, 16 October 2018

Bir sosyal mühendislik projesi olarak 'Avusturya İslamı'


Bir sosyal mühendislik projesi olarak 'Avusturya İslamı'

“Avusturya İslamı” ilk etapta Avusturya sınırları içinde yaşayan 700 bin kadar Müslümanın “ehlileştirilmiş”, devlet otoritesine boyun eğmiş bir İslam anlayışını yaşamasını ve öngörüyor.

Bir sosyal mühendislik projesi olarak 'Avusturya İslamı'
İSTANBUL - Kazım Keskin
Avrupa kıtasında müstesna bir örnek olarak Avusturyaİslam’ı resmi din olarak kabul etmektedir. Ülkede İslam’a resmi statü tanınmasının tarihi 1912 yılına kadar gitmektedir. Bilindiği üzere, 1908 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu toprağı olan Bosna-Hersek’in bu tarihte Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilmesini takiben, bu devletin uyrukları arasında Müslümanlar da yer almış oldu. Bu yeni durum karşısında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, yaklaşan I. Dünya Savaşı’nda ordusunu Müslüman Boşnaklarla güçlendirme hedefini de gözeterek 1912 yılında İslam’a resmi dini statü tanıyan bir kanun çıkarmıştı. 60’lı yıllardan itibaren ise başta Türkiye olmak üzere, Mısır, Tunus ve Bosna-Hersek gibi ülkelerden çok sayıda Müslüman işçi ve öğrenci Avusturya’ya yerleşmişti. Bazı Avusturyalıların da İslam’ı seçmesiyle sayıları yüzbinleri bulan Müslümanlar, içinde bulunulan uluslararası siyasal konjonktürün de yardımıyla 1979 yılında Avusturya İslam Konseyi’ni (IGGiÖ) kurarak 1912 yılındaki kanuni düzenlemeden kaynaklanan resmi statüyü perçinlemiş oldular.
2015 ise yılında Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ve Avusturya Halk Partisi (ÖVP) hükümetince parlamentodan geçirilen Avusturya İslam Kanunu ile Müslümanların diğer büyük dini azınlıklar olan Yahudiler ve Protestanlar gibi devlet nazarında eşdeğer hukuki statüde görülmesine bir son verilmişti. Böylelikle Soğuk Savaş’ın bitiminden, hassaten de 11 Eylül 2001’den itibaren İslam ve Müslümanların aleyhinde gelişen konjonktürün, yükselen aşırı sağ siyaset ve medyanın eylem ve söylemleriyle de desteklenmesi sonucunda, Avusturya’da da İslam ve bağlıları bir yandan baskılanmaya çalışılırken diğer yandan da bir çerçeve içine hapsedilmek isteniyor.
İlk olarak 1992 yılında Suriye asıllı Alman vatandaşı Bassam Tibi tarafından gündeme getirilen “Avrupa İslamı” kavramının gölgesinde kalmış olsa da, özünde aynı amaca matuf olan “Avusturya İslamı”, ilk etapta Avusturya sınırları içinde yaşayan 700 bin kadar Müslümanın “ehlileştirilmiş”, devlet otoritesine boyun eğmiş bir İslam anlayışını yaşamasını öngörüyor. Yukarıda zikredilen uluslararası konjonktürün dönüşümünün yanı sıra, Türkiye’deki 28 Şubat döneminden hatırlayacağımız şekilde, Avusturya Müslümanlarının toplumsal hayat basamaklarını birer birer tırmanarak sınıfsal konumlarını güçlendirmeleri, Avusturya elitleri tarafından bir rahatsızlık unsuru olarak görülüyor. Bu vesileyle, daha önceleri sorun olarak görülmeyen, Müslüman bireylerin görünürlükleri ve sosyal alandaki etkinlikleri kısıtlanmaya başlandı. Avusturya medyasının önemli bir bölümünün de desteğiyle, başta Başbakan Sebastian Kurz (ÖVP) olmak üzere çok sayıda siyasetçi aracılığıyla, aşırı sağcı jargon resmi devlet söylemi haline dönüştü. Bu İslamofobik sürecin henüz başında olsak da, anaokullarında ve ilkokullarda başörtüsü takmanın yasaklanması, hapishanelerde Müslüman tutsakların okuyacağı kitapları belirleme yetkisinin Avusturya İslam Konseyi’nin elinden alınması, Müslümanlar aleyhine kamuoyu oluşturmak amacıyla düzmece raporlar hazırlatmak ve sokaklarda turistler dahil peçe takmanın yasaklanması gibi halihazırda gündeme getirilen uygulamalar, ilerleyen zamanlarda karşılaşacağımız tutumlara dair yeterince ipucu veriyor. Bu sürecin sonunda, baskılanmak istenen Müslümanların ortaya koyacakları tepkilere de bağlı olarak, ileri tarihlerde Müslümanlara ait kurumları tasfiye etmeye kadar varacak tedbirlerin öngörüldüğünü düşünmek için, tarihin tozlu sayfaları bize yeteri kadar malzeme veriyor. Bu çerçevede, İslam’ın Avusturya topraklarında günümüze kadar uzanan tarihini ana hatlarıyla 1912, 1979 ve 2015 yıllarını milat alarak okumak gerekirse; 2015 yılında başlayan ve Avusturya devletinin bir çeşit siyasal mühendislik hamlesi olarak da okunması mümkün olan “Avusturya İslamı”nın Müslümanlar tarafından kabul edilmemesi durumunda, devlet baskısının gün geçtikçe artacağı aşikardır.

“Avusturya İslamı”nın yerel aktörü kim?

“Avusturya İslamı”nın aslında “Avrupa İslamı”nın bir prototipi olduğu, Avusturya’nın da Avrupa coğrafyası için bir pilot bölge olarak değerlendirildiği ilk bakışta akla gelen hususlardandır. Bu durumda, kıta Avrupası coğrafyasında karşımıza iki çeşit sosyal mühendislik üretimi “İslam” çıkmaktadır: Birincisi Avrupa Birliği’nin bütünlüğünü koruması halinde vücut bulması planlanan “Avrupa İslamı”, diğeri ise ülkeler bazında geçerlilik kazandırılmaya çalışılan “Fransa İslamı”, “Avusturya İslamı”, “Almanya İslamı” ve benzeri ulus-devlet “İslamları”dır. İçinde bulunduğumuz konjonktür gereği, bu ikinci tür sosyal mühendislik çalışmasının, Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi, Avusturya’da da diğerinden daha önde olduğu söylenebilir.
“Avusturya İslamı” için en önemli yerel aktörün Adnan (Ednan) Aslan olduğu görülüyor. Almanya’da bir pedagog olarak eğitimini tamamlayan Adnan Aslan, köken olarak [Almanya’da sözde bir hilafet devleti kurduğunu ilan eden] Cemalettin Kaplan taraftarı bir yapılanmada yer almış olmasına rağmen, sorunsuz bir şekilde Almanya’dan Avusturya’ya gelip yerleşerek, burada önemli görevler üstlenmişti. Resmi anlamda herhangi bir dini eğitim almamış olan Aslan, önce Viyana Üniversitesi bünyesinde kurulan Din Pedagojisi bölümünde görev almış, sonra yine aynı üniversitede İslam ve Teoloji Araştırmaları Enstitüsü’nün başına getirilmişti. “Avusturya İslamı”nın Avrupa için değilse bile en azından Almanya için bir prototip olduğu düşüncesini akla getirircesine Almanya’dan bu ülkeye ge(tiri)len Adnan Aslan, tıpkı Avusturya’dan Almanya’ya giden (ya da götürülen) Lübnan vatandaşı Mouhanad Khorchide gibi, İslam’da herşeyin ölçüsünü belirleyenin Allah olduğu inancının zıddına, her şeyin ölçüsünü koyanın insan olduğu inancını savunan Mısırlı Nasr Hamid Ebu Zeyd’in mukallididir. Hümanizm felsefesinden yola çıkarak, İslam’a çerçeve çizmek isteyen bu üçlüden Aslan’ın, Avrupa düşüncesinin merkezinde de eski Yunan kökenli aynı felsefenin yattığını bildiğini ve “Avrupa/Avusturya İslamı”nı da buna göre şekillendirmek istediğini, kendisiyle yapılan bir röportajda dile getirmiş olduğu şu sözlerinden anlıyoruz: “Ben korkutucu Tanrı tasavvuru ile büyütüldüm. Avrupa’da okurken bu konularda farklı düşünmeye başladım. Avrupa’da özgürlük ortamında büyüyen insanların farklı düşündüklerini gördüm. Bir kız öğrenci arkadaşım bana arkadan sarıldığında hissettiklerimi hâlâ hatırlıyorum. Göğüslerini üzerimde hissettiğimde şöyle düşündüm: Ah, ne kadar da güzel bir duyguymuş bu! Ama o an bu duygularımı kabullenemedim. Eskiden kendimi iyi hissetmemem gerektiğini düşünürdüm. Şimdi bu takıntılardan kurtuldum. Artık biliyorum ki ben bir kadına bakıp bundan keyif alabilir, onunla gülüp dans edebilirim. Tanrı’ya diyorum ki: Sen bana geçmişte bazı kötülükler yapmış olsan da şimdi bunları telafi ediyorsun! Allah’la teolojik zorunluluklar olmadan da iletişim kurabiliyorum ve bu şekilde ona daha da yakınlaştım”.

Avusturyalı Müslümanlar ne yapmalılar?

Dünyaca ünlü Avusturyalı filozof Konrad Paul Liessmann’ın bir röportajında açıklıkla ortaya koyduğu gibi, “Avusturya İslamı” adı altında dayatılan anlayış çerçevesinde başta hukuk, siyaset ve eğitim alanları olmak üzere İslam’ın görünür olması istenmiyor. Müslümanların Avrupalı yaşam biçimine alternatif yaşam tarzlarını devam ettirmelerinin önüne geçebilmek içinse Liessmann, sınırlandırılmış yeni bir “İslam” çeşidine ihtiyaç olduğunu öne sürüyor ki Adnan Aslan’ın önderliğinde gerçekleştirilmeye çalışılan tam da budur. Avusturya İslam Yasası ile yürürlüğe konulduğu üzere, Avusturya dışından Müslüman din görevlilerinin ülkeye gelişlerinin önlenmesinin ve bu eğitimin Adnan Aslan’ın denetimindeki kurumlarda verilmek istenmesinin, Avusturya Müslümanlarının İslam anlayışının çerçevesini belirlemeye matuf bir çaba olduğu açıktır. Bu çerçevede Avusturya Müslümanlarına düşen en önemli görev, bu nevzuhur dini anlayışı pazarlayan kişi, kurum ve kuruluşların da kendilerini temsil edemeyeceklerini açıklıkla ortaya koymalarıdır. Eğer Müslümanlar 2015 yılında çıkarılan Avusturya İslam Yasası’nın taslak safhasındaki vurdumduymazlıklarını tekrarlayacak olurlarsa, çok yakın gelecekte İslam dışı bir “Avusturya İslamı”nı kabul etmek zorunda kalacaklardır.
[Avusturya ve Almanya iç siyaseti alanında uzmanlaşan Kazım Keskin halen Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmasına devam etmektedir]

'Avrupa’da İslâm' mı, 'Avrupa İslâmı' mı?



'Avrupa’da İslâm' mı, 'Avrupa İslâmı' mı?

Uzun süredir “Avrupa İslamı”, Avrupa’da alabildiğine gündemde olup tartışılan bir kavram.
'Avrupa’da İslâm' mı, 'Avrupa İslâmı' mı?
İSTANBUL - Prof. Dr. Özcan Hıdır
Uzun süredir “Avrupa İslamı”, Avrupa’da alabildiğine gündemde olup tartışılan bir kavram. “Almanya İslâmı”, “Fransa İslâmı”, “Hollanda İslâmı”, “İngiltere İslâmı”, “Amerikan İslâmı” ve “Avusturya İslâmı” gibi alt versiyonlara sahip bu kavram, özellikle 11 Eylül 2001 hadisesi sonrasında, sözü edilen ülkelerde olduğu gibi, Avrupa çapında da siyasî bir proje olarak karşımızda. Bu versiyonlar arasında, ilgili ülkelerin yerel şartlarına bağlı bazı farklar olsa da, bu durum meselenin özünü değiştirmiyor. Zira temel paradigmalar hemen her bir versiyonda aynı kalıyor.
Nitekim hemen hepsinde temel amaç, Müslümanların İslâmî kimlikleri-kişilikleriyle çelişse bile, Avrupa norm ve değerlerini içselleştirmeleri beklentisidir. Bu ise esasen kamusal alanda görünürlüğü en aza inmiş, hayata dair temel iddialarından mümkün olduğunca arınmış ve Avrupa’nın seküler toplum yapısına uygun hale getirilmiş, “görünür olmayan” bir İslâm anlayışını ifade ediyor. Şarkiyatçılar ve sosyal bilimcilerce (siyaset bilimci, sosyolog, antropolog) buna dair genişçe bir literatür de üretildi, üretiliyor. Bu manada, Batı’da İslâm ve Müslümanlarla alakalı hemen her önemli tartışmanın, “Avrupa İslâmı” projesiyle şu veya bu şekilde bağlantılı olduğunu söylemek mümkün.
“Avrupa İslâmı” üst projesiyle doğrudan bağlantılı olan bazı projeler, bazı ülkelerde somut meyvelerini vermeye de başladı. Nitekim Macron’un “Fransa İslâmı” adıyla dillendirip geçtiğimiz aylarda yayımlanan bir raporla belli oranda ete kemiğe bürünen projesi bunun en son ve somut versiyonu. “Avrupa İslâmı” dayatmaları konusunda önemli bir tecrübeye sahip olan Fransa’da, 300 sözde aydının imzaladığı ve Kur’an’ın ve İslâm’ın “reforme edilmesini” talep eden bildiri de, Macron’un “Fransız İslâmı” projesinden bağımsız değil. Almanya ve Avusturya’da da benzer projelerin devreye alınmaya başladığı biliniyor. İslâm’ın resmi din olarak kabul edildiği 1912 tarihli “İslâm Kanunu”nda kapsamlı değişiklikler yapan 2015 yılındaki “Avusturya İslâm yasası” ve akabindeki gelişmeler, bu İslâm projesinin Avusturya örneği olarak karşımızda. Almanya’daki Müslümanların ve geleneksel İslâmî temsil kurumlarının ve cemaatlerin geleceğini doğrudan etkileyecek yeni düzenlemeler, “Avrupa İslâmı”nın Almanya versiyonu olarak tezahür ediyor.
Şu halde bütün bunlar, Avrupa’daki “modern-ulusal İslâmlar”ın pilot uygulamaları olduğu gibi, daha geniş manada da bir üst “Avrupa İslâmı” projesinin alt versiyonlarıdır.

“Avrupa’da İslâm” mı, “Avrupa İslâm’ı” mı?

Bu başlıktaki soruyu “Avrupalı Müslümanlar mı” yoksa “Avrupa’da Müslümanlar mı” şeklinde de sorabiliriz. Bu iki durum arasında önemli bir farkın olduğu aşikâr. “Avrupa’da İslâm ve Müslümanlar” kavramlaştırması, Avrupa’daki Müslümanların “kendileri” olarak yaşamalarını, kimliklerini koruyarak sağlıklı bir entegrasyonla bulundukları ülkelere sosyokültürel, siyasî ve ekonomik olarak katkıda bulunmalarını ifade ediyor. Avrupa’ya özgü bir İslâm pratiğini, yorumunu kabul eden bir tutum benimseyen ve şu an cinsel taciz suçlamasıyla Fransa’da tutuklu olan Tarık Ramazan’ın genel yaklaşımının da bu yönde olduğu biliniyor.
Tabiatıyla burada Avrupa’daki Müslümanların bu katkıyı ne derece yapabildikleri, nasıl yapmaları gerektiği, bunun için gerekli yöntemin ne olduğuna dair kendi aralarındaki dinî, siyasî, sosyokültürel tartışmalar oldukça önemlidir. Nitekim bu tartışmalar, Avrupa’daki Müslümanların geleceğini yakından ilgilendiriyor. Ne var ki reaksiyoner tavırları ve edilgenlikleri sebebiyle, Müslümanlar tarafından bu tartışmaların yeterince ve olması gerektiği gibi yapıldığı pek söylenemez. Bununla birlikte, meselenin dinî/fıkhî boyutunun günümüzde “fıkhu’l-ekalliyyât” (azınlıklar fıkhı), “fıkhu’z-zarûrât” (zaruretler fıkhı), “maslahat-mekâsıd” (maslahatlar-gayeler) gibi konu başlıkları altında tartışılmakta olduğunu ve bu manada önemli bir literatürün de oluştuğunu belirtmek gerekir. Burada en temel problem, İslâm’ı iyi bilen, İslâmî metinlere vakıf olan alimlerin “bağlam”ı yeterince bilememeleri, buna karşılık bağlamı iyi bilen Müslümanların da İslâmî ilim ve metinlere yeterince vakıf olamamalarıdır.
Öte yandan “Avrupa İslâmı” ise yukarıda da kısmen işaret edildiği üzere, Avrupa norm ve değerlerine –özellikle de değerlerine– tastamam uyum sağlamış, Müslümanlar olarak toplumsal görünürlük ve iddialarından mümkün olduğunca arınmış, İslâm’ı yaşamayı özel alanlara hapsetmiş ve bunu gerekirse devletin yasaklamalarıyla da olsa gerçekleştirmiş bir anlayışı ifade ediyor. Bunun ise esasen dünyevileşmiş ve sekülerleşmiş bir İslâm anlayışına karşılık geldiği söylenebilir.
Bu anlamda Fransa, Almanya, Hollanda, Avusturya, İsviçre ve Belçika gibi önemli oranda Müslüman nüfus barındıran ülkelerde Müslümanlar “medenîleşerek”, ılımlaşarak, çerçevesi egemen devletlerce çizilmiş “ulusal pilot İslâmlar”ın bir parçası olacaklardır. Avrupa’daki “dinsiz dindarlık” tartışmalarında olduğu gibi, Müslümanlar için de hayata müdahale etmeyen, tabir yerinde ise deistik anlamda “pasif bir Tanrı” anlayışına sahip, Avrupa normlarına uymayan ayetlerin Kur’an’dan çıkarılmasına ses çıkarmayan Müslüman tipinin arzulandığı söylenebilir. Özel olarak yetiştirilip Müslümanlarla ilgili belli kürsü ve projelerin başına getirilen, kök ülkesine yabancılaşmış “devşirmeler”in bu konuda en önemli katkıyı sağlayan grup olduğunu da belirtmek gerekir. Ayrıca çoğunlukla İran, Hind-Pakistan, Somali, Mısır ve Suriye gibi İslâm ülkelerinden Batıya göç etmiş/iltica etmiş “ex-Müslümanlar” (İslâm’dan irtidat etmiş olanlar) ile yer yer Selefî, yer yer de Sûfî görünümleriyle karşılaştığımız bazı mühtedileri de bu meyanda sayabiliriz. Son yıllarda Müslümanları “ehlîleştirme” ve “Avrupa İslâmı” projelerini hayat geçirmekte sözü edilen bu grupların öncü rol oynadıkları, Müslümanlarla ilgili kurumların başına bu tür kimselerin getirildiğini görüyoruz.

İslâm ve Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi görülmüyor

Burada şu hususa da işaret etmek gerekir ki İslam ve Müslümanlarla ilgili bütün bu tartışmaların, aslında Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili benzer tartışmalar bağlamında ele alınıp yürütülmesi beklenirdi. Ancak pratikte öyle olmuyor; İslam ve Müslümanlarla ilgili projeler ve tartışmalar, bilhassa 11 Eylül sonrasında, genellikle “güvenlik”, “entegrasyon” ve daha doğru bir tabirle “kültürel asimilasyon” bağlamında tartışılıyor. Bu durum, Müslümanlara yönelik tartışmaların iyi niyetten yoksun olduğunu, doğru kavram ve yöntemlerle yapılmadığını, ön yargılı ve çifte standartlı tutumlarla yapıldığını gösteriyor. Bu meyanda, daha ziyade Avrupa’daki aşırı sağcı-ırkçı veya marjinal partilerin dillendirip diğer sağ-sol merkez partilerce de genellikle desteklenip yasalaşan veya yasalaşması istenen “sünnet yasağı”, “helâl kesim”, okullarda başörtüsünün yasaklanması, minare-ezan yasağı gibi tartışmalar da, “Avrupa İslâmı”nın öncü tartışmaları olarak görülebilir.
Ancak “helâl kesim” ve erkek çocukların sünnet edilmesi tartışmalarının özellikle üzerinde durmak gerek. Zira her iki tartışma da hem Yahudileri hem de Müslümanlar için temelde teolojik bir tartışma olduğu halde, Yahudiler söz konusu olduğunda bu dini bir hak olarak yorumlanıp özel düzenlemelerle istisnalar getirilirken, Müslümanlar hakkında pervasızca “entegrasyon”, “kamusal alan” veya “insan-çocuk hakları” ve “hayvan hakları” gibi kavramlar gündeme getirilip tartışılıyor. Yine Yahudiler ve Hıristiyanların eğitim kurumları veya üst çatı örgütleri söz konusu olduğunda, “dublex ordo” anlayışıyla kendilerine bütçe verilip müfredatı kendilerinin belirlemeleri, hocalarını kendilerinin tayin etmelerine genelde müsaade edilirken, istisnalar bir yana, Müslümanların üst çatı örgütlerine genelde müdahale ediliyor veya Müslümanları temsil eden üst kurullar tepeden atamalarla oluşturuluyor; bütçe verilmiyor, verilse bile aşırı müdahaleci bir anlayışla kontrol ediliyor.

“Avrupa İslâmı” tartışmasının oryantalist arka planı

Burada “İslâm’ın aslında Yahudi-Hıristiyan kültürünün anlamsız bir yorumu ve ilkel insan toplulukları için üretilmiş terakkiye mani ikinci sınıf bir inanç biçimi” olduğunu ileri süren klasik oryantalist söylemin rol oynadığını söyleyebiliriz. Ateist, deist, agnostik ve nihilist gibi kategorilerle dinden uzaklaşmanın yüzde 70’lere vardığı bugünün Avrupa toplumlarında bu politika, “tüm dinler anlamsızdır; ama en anlamsız ve ilkel olanı İslâm’dır” söylemiyle öne çıkıyor. Buna göre İslâm, Yahudi-Hıristiyan arka plana sahip oryantalistlerin gözünde “Yahudilik-Hıristiyanlığın kötü bir taklidi”, seküler-oryantalist söylemde ise “çağın gerekleriyle uyuşmayan”, “arkaik” bir inanç biçimi olarak görülüyor. Böylece “Avrupa İslâmı”nı benimsemesi beklenen Müslümanlara dolaylı olarak, bu dinî, inancı terk etmeleri veya sadece vicdanlarına hapsetmeleri halinde kendileri gibi “medenîleşip terakki edecekleri” telkininde bulunuluyor. Burada da aslında kültürel ırkçı, benmerkezci ve belki de öjenik bir bakışla merkeze alınan Avrupa norm ve değerlerine İslâm ve Müslümanların uydurulmaya çalışılması, modern, “ıslah edilmiş”, “ehlîleştirilmiş” bir İslâm inşa etme çabası belirgin olarak öne çıkıyor.
Günümüzde İslâm ve Müslümanlara yönelik bütün bu oryantalist arka plan, niteleme, etiketleme ve tanımlamalarda esasen şu ön kabul de çok belirgin ve son yıllarda en yetkili ağızlardan da açıkça dillendiriliyor: “İslâm ve Müslümanlar aslında Avrupa’ya ait değildir”. Bunun tersten okunuşu ise şudur: Müslümanlar şayet Avrupa’da yaşayıp gelecek inşa edeceklerse, ancak yukarıda bahsedilen “Avrupa İslâmı” çerçevesinde norm ve değerlerinden arınmış, sekülerleşip “ehlileşmiş” olarak Avrupa’da kendilerine yer bulabilirler; aksi durumda ise Avrupa/Batı İslâm ve Müslümanlara yurt olmaz. Aşırı sağın yükselişini –veya körüklenmesini–, Müslüman ve göçmen karşıtlığının artmasını, radikal-entegrist ve şiddet yanlısı Müslüman imajının sürekli öne çıkarılmasını, “çok kültürlülük sona erdi” söylemlerini ve dolayısıyla “kültüralist” ve “kültürel ırkçı” politikaların öne çıkmaya başlamasını da bu bağlamda düşünmek gerekir.
Şu halde, Avrupa’daki Müslümanların, kendileriyle ilgili bütün bu projelerin farkına varmalarının, bir Müslüman ülkesinde değil de “Avrupa’da Müslüman” olduklarının ve orada “Müslüman kalarak” oraya katkıda bulunmanın doğru yöntemleri üzerinde ciddiyetle durmalarının zamanı geldi de geçiyor.
[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesidir]

Demir İnşaat'ın Türk Şehri projesine Ukraynalılardan yoğun ilgi!



Yurt dışındaki ilk projesini 80 milyon dolarlık yatırımDemir İnÅŸaat'ın Türk Åžehri projesine Ukraynalılardan yoÄŸun ilgi!la Ukrayna'da hayata geçiren Demir İnşaat'ın "Türk Şehri" projesine Ukraynalılar yoğun ilgi gösteriyor.Demir İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Hamit Demir, proje hakkında bilgi verdi.

Demir İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Hamit Demir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ukrayna'nın Vinnitsya şehrinde 23 dönümlük arazi üzerinde inşa etmekte oldukları "Türk Şehri" projesine ilişkin bilgiler verdi.

Demir İnşaat'ın Türk Şehri projesine Ukraynalılardan yoğun ilgi!
Yurt dışındaki ilk projeleri olan Türk Şehri'nin, 23 dönüm arazi üzerine 4 etap inşa edileceğini dile getiren Demir, 200 konutluk ilk etabın kaba inşaatının yarıya geldiğini, 200 konutluk ikinci etapta ise inşaatın yeni başladığını söyledi.

Demir, ekim ayında inşaatına başladıkları, toplamda 650 daire ve oteli içeren projelerinin ilk etabı için talep topladıklarını ifade ederek, "Şu an satışı yapmadık. 13 Mayıs'ta satışları başlatacağız. Ancak talep toplamak için çıkardığımız 200 daireye talep geldi ve biz talep alımını durdurduk." dedi.

"Konutta kullanılan malzemenin yüzde 75'i yerli"

Demir, projelerinde kullandıkları malzemelerin yüzde 75'inin Türk ürünü olduğunu, asansöre kadar her şeyi Türkiye'den götürdüklerini, ihalede bunların yazılı olduğunu belirtti.

Projenin ismi Ukraynalılardan

Demir, buradaki arsayı aldıklarında Ukrayna'da Türkiye'ye ve Türklere karşı bakış açısının olumsuz olduğunu söyleyerek, "Ancak Ukrayna'da yaşanan karışıklıklar ve Kırım'ın Rusya tarafından geçici olarak işgal edilmesi sonrası, başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükumetimiz tepki gösterdi. Kırım'ın Rusya tarafından ilhak edilme çabalarına karşı Ukrayna'nın yanında olunduğu şeklindeki açıklamalar ve ekonomik destek çok olumlu yansıdı. Şu anda Ukraynalılar Türkiye'yi ve Türkleri çok seviyor." ifadelerini kullandı.

Projeye başladıklarında 800 bin nüfuslu şehirde anket düzenlediklerine dikkati çeken Demir, bu ankette 5 farklı isim teklifinde bulunduklarını aktardı.

Demir, "Projeye Vinnitsya City, Ukrayna City gibi beş farklı isim önerisinde bulunduk. Türk ismini önerilerde hiç kullanmamamıza rağmen yüzde 96 'Türk City' çıktı. 'Burayı Türk şehri yapın' dediler." dedi.

80 milyon dolarlık yatırım

Demir, otel ve 650 konuttan oluşan 4 etaplık proje ile arsa için toplam yatırım bedelinin 80 milyon dolar olacağı bilgisini verdi.




Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts