Monday, 6 November 2017

Türkistan Terimi, Coğrafi ve Siyasi Sınırı





Türkistan Terimi, Coğrafi ve Siyasi Sınırı

Prof. Dr . Alaâddin YALÇINKAYA

Türkistan kavramını veya sınırlarını anlamak için genel kabul gören şekliyle “Türk Dünyası” kavramını tarif etmemiz, buradan hareketle Türkistan’ın ve alt bölgelerinin sınırlarını çizmemiz gerekir.
Daha çok etnik bir kavram olan “Türk Dünyası”, Türklerin değişik boylarının bulunduğu ülkeleri ihtiva eder. Genellikle de bulunduğu ülkeler veya bölgeler, buradaki etnik ağırlıkları söz konusu ise, Türklerin boy ismi ile anılır. Türkistan’daki bağımsız Türk cumhuriyetleri ile Rusya federasyonu ve Kafkasya’daki birçok muhtar bölgelerin durumu böyledir.
Türk dünyası dört bölgeye ayrılır:
1- Altay-Sibirya Türkleri: Altay, Baraba, Çulım, Dolgan, Hakas, Karagas, Koybal, Kumandı, Sabir, Sagay, Şor, Telen-git, Televüt, Tobol, Tofalar, Tuva, Yakut.
2- Batı Türkleri: Ahıska, Azerbaycan, Balkanlar (Batı Trakya, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya), Irak, îran (Afşar, Azerî, Halaç, Hamse, Horasâni-Boçagçı, Kaçar, Karacadağ, Karagözlü, Karakoyunlu, Karapapak, Karayi, Kaşgay, Şâhseven, Türkmen), Kıbrıs, 12 Ada, Suriye, Türkiye.
3- Doğu Avrupa Türkleri: Gagauz, İdil-Ural (Başkurt, Çuvaş, Kazan, Mişer), Kafkasya (Karaçay-Malkar, Kumuk, Nogay, Stavropol Türkmenleri), Karayim, Kırım (Kırım Tatarları, Belorusya Tatarları, Litvanya Tatarları, Polonya Tatarları, Kırınçak).
4- Türkistan Türkleri: Afganistan, Doğu Türkistan (Kazak, Kırgız, Salar, Sarı Uygur, Uygur), Karakalpak, Kozak, Kırgız, Özbek, Türkmen.
Türkistan’ın Sınırları
Tarih boyunca Türkistan adiyle bir devlet veya hanlık kurulmadığı halde, Orta Asya’nın büyük bir bölümünü oluşturan ve eski çağlardan beri Türklerin anayurdu olarak kabul edilen ülkeye Türkistan denmiştir. Genellikle değişik isimler altında kurulan çok sayıda Türk, İslâm veya Moğol devletlerinin sınırları değiştikçe, Türkistan’ın zihinlerdeki sınırları da değişmiştir. Bununla beraber ilk çağlardan günümüze kadar geçerli olan belli bir Türkistan sınırlarını tarif etmek mümkündür.
Türkistan’ın sınırlarını belirlemeden önce bu konudaki kavram kargaşasına temas etmek gerekmektedir. Türkistan, Orta Asya, İç Asya, Merkezi Asya, Turan, Türkili, Sovyet Türkistanı, Çin Türkistanı, Sovyet Orta Asyası, İran veya Afganistan Türkistan’ı, Doğu Türkistan, Batı Türkistan… gibi kullanımlar sözkonusudur. Şüphesiz bu listede bulunan isimler daha da arttırılabilir.
Bu kadar çok isimlerin kullanılması da aslında başlıbaşına kavram kargaşası olarak kabul edilmemelidir. Bununla beraber yukarıdaki listede yer alanlardan eşanlamlı olanlar ile aralarında parça bütün ilişkisi olanları belirtmemiz ve eşanlamlı olmadığı halde biri-birlerinin yerine kullanılan isimlerle ilgili sıkça yapılan hataya ve kavram kargaşasına işaret etmemiz gerekir.
Konunun önemini Rusya ve Çin’in takip ettiği politikalardan anlıyoruz. Her iki ülke de bu husustaki kavramlara mutlak bir isim olarak bakmamakta, fakat baskıcı bir devlet politikası şeklinde, yılları hatta rejimleri aşan kararlılıkla bazı isimleri yasaklatmakta, bazılarını zor ile kullandırmakladır.
Bu ülkelerin ısrarla üzerinde durdukları, yani “isim önemli değil” deyipte geçmedikleri bir hususu, bu konunun araştırmacıları geçiştirmemelidirler. Rusya’da son yıllara kadar uygulanan politika, Türk ve Türkçe deyince kasd olunan Anadolu Türk’ü ve Türkçesi idi. Rejim doğrultusunda ideoloji üretmek isteyen birçok araştırmacılar, buradaki Türkler için “Türk dillerinde konuşanlar” tâbirini kullanmışlardır. Yani Türk boylarının bazılarının tesadüfen Türkçe konuştuklarını, aslında Türklükle bir münasebetlerinin olmadığın iddia etmişlerdir.
Biçuri’nin (1777-1853) bu husustaki tesbiti açıktır: Hazar denizi ile Kûh-ı Nûr dağları arasında bir millet yaşar.Bunlar Türkçe konuşurlar ve İslâm dinine inanırlar. Bu insanlanlar kendilerini Türk olarak takdim ederler ve onların ülkesi Türkistan diye anılır.
Orta Asya Tabiri İlmi Yönden Yanlış
Bölgenin Rusya ve Çin tarafından istilâsından sonra, kararlı bir şekilde Ruslaştırma, asimilasyon ve değişik Türk boylarını ayrı birer millet göstererek aralarındaki her türlü kültürel ve tarihi bağları koparma, böylece “böl, yönet” politikasını sürdürmelerinin bir neticesi olarak, özellikle “Türk, Türkçe, Türkistan” gibi kelimeler her türlü resmi yazışmalardan çıkarılmıştır.
1917 ihtilalinden sonra yavaş yavaş yaygınlaştırılan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da tamamen Türkistan yerine kullanılan “Orta Asya” ilmî yönden yanlış kavram olduğu gibi, bu ismin daha önce kullanıldığına da pek rastlanmaz. Halbuki, ilk defa belli bir idâri birim ismi olarak “Türkistan” tâbiri, Ruslar tarafından kullanılmıştır.
Ruslar 1865’e kadar işgal ettikleri topraklara, idaresi Orenburg valiliğinde kalmak üzere “Türkistan Vilâyeti” adını vermiştir. Böylece asırlardan beri yurt anlamında kullanılan Türkistan, ilk defa idarî bir birim sıfatını kazanmıştır.
1860’larda ABD’nin Rusya nezdindeki büyükelçisi olarak Petersburg’da ikâmet eden ve Rusya’nın Asya kısmındaki bölgelerde uzun seyahatlerde bulunarak hatıratını yazan Schuyler, çağdaşları veya kendisinden sonraki birçok oryantalistlerin aksine Türkistan kelimesini “i” ile yani Türkçe telefuzunu vurgulayarak kullanır. Bununla beraber, “Türkestan” şeklinde yazıldığında, buradaki “e”nin “i” sesiyle telaffuz edildiğini unutmayalım.
1867’de yeni işgal edilen bölgelerle beraber, merkezi Taşkent olmak üzere, Orenburg’dan ayrılarak, “Türkistan Vilâyeti” yerine Türkistan Genel Valiliği ihdas edildi. Daha sonra değişik tarihlerde Batı Türkistan’daki bu vilayet bölündü, başka vilayetler ihdas edildi. Ve son olarak 14 Ekim 1924 tarihinde, Türkistan kelimesi, Sovyet Rusya siyâsî literatüründen tamamen çıkarıldı.
Sincan Uygur Bölgesi Tabiri de İlmî Değil Siyasi
Bundan sonra Türkistan adının geçtiği başka bir devletle karşılaşıyoruz. Bu Doğu Türkistan Cumhuriyetidir. Bu devlet 1944-1949 yılları arasında yaşamıştır.’ Bugün Çin yönetimi altında olan bu bölge için Çin hükümeti ısrarla “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” ismini kullanmaktadır.
Totaliter ve baskıcı bu iki yönetimin çok yönlü asimile programlarının bir parçası olan isimler üzerindeki baskılarının geçici olduğunu, bu itibarla bilimsel çalışmalarda isim tesbiti için göz önünde bulundurulması gereken kıstasların başında tarihî ve etnik gerçekler olması gerektiği kanaatindeyiz. Özellikle araştırmamıza konu olan dönem açısından bu daha da önemlidir. Çünkü inkâr edilemeyen bir gerçek var: İlk yıllarda, Türkistan ismi istilâcı ülkeler tarafından da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Gerek Türk halkları arasında gerekse Batı literatüründe Türkistan kelimesinin kullanılmamasının, onun yerine “Orta Asya”nın empoze edilmesinin hiç sıradan bir kelime değişikliği olmadığı üzerinde duran Dr. Baymirza Hayit şöyle demektedir:
“Türkistan 1925 yılından beri Sovyet terminolojisinde ‘Orta Asya ve Kazakistan’ olarak geçmektedir. Türkistan’ı halkların karışabileceğini ispatlamak için bir deney sahası olarak göstermek isteyen Rusya, bu ülkenin ismini reddederek Türkistanlılar arasındaki aynı millete mensup olma şuurunu yok etmek istemekte, Türkistan’ı Rus sömürgeciliğinin temel unsuru yapma gayretleri içinde ‘Türkistan’ isminin kullanılmasına hiçbir şekilde tahammül edememektedir. Hayret verici ve yanlış bir şekilde bazı Batılı araştırmacılar da 1950’den bu yana, bir Sovyet tabiri olan Orta Asya’yı kullanmakta, böylelikle Batı Kamuoyunda ve İslâm âleminde ‘Türkistan’ kelimesinin unutulmasını sağlayarak Sovyet görüşüne hizmet etmektedirler. Türkistan Orta Asya’yı meydana getirmemekte; Orta Asya toprakları içinde bulunmaktadır…”
Türkistan’ın sınırlarını, incelediğimiz dönem açısından genel hatlarıyla, tesbit edebildiğim en açık şekilde, Barthold’dan şöyle nakledebiliriz:
“Türkistan, Avrupa-Asya kıtasının batımerkezî kısmında, büyük bir alanı işgal eden, eskiden beri Turan veya Türkistan denilen memlekettir ki, bu da Türklerin yurdu demektir. Bu ülke, batıda Ural nehri ve Hazar denizi, doğuda Altay dağı ve Çin hududu yani Doğu Türkistan veya Kaşgar’ın doğu sınırları, güneyde İran ve Afganistan, kuzeyde Tobol, Tomsk vilâyetleri (Sibirya) arasındadır.. ” Tamamı 5.340.066 kilometre kare olan Türkistan’ın bugün Çin hâkimiyeti altında olan Doğu kesimi 1.503.563 ve batı kesimi ise 3.836.503 kilometrekaredir.”
Türkistan, tarih boyunca belki coğrafî yapının da sebep olduğu siyâsî oluşumlar sonucu Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmıştır. Yukarıda daha çok coğrafi şekillerle ifâde edilen Türkistan’ın, bugünkü siyâsi sınırları gözönünde bulundurulduğunda, Doğu Türkistan. (Sincan Uygur Özerk Bölgesi), Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Afganistan’ın kuzey bölgesinden ibaret olduğu görülür. Bu durumda, Rus ihtilalinden sonra empoze edilen ve bazı kaynakların kullandığı “Sovyet Orta Asyası” gerçek adı olan “Batı Türkistan”, yukarıdaki listeden Doğu Türkistan’ı çıkardığımızda kalan ülkelerden ibarettir.

Kafkasya’da Ölüm ve Sürgünler

Kafkasya’da Ölüm ve Sürgünler

9 Nisan 2017                                                                                                       
                                                             Prof. Dr. JUSTİN MCCARTHY
Rus istilasından önce, Kafkasya bölgesindeki Müslüman halkın çoğunluğunu (Azerbaycan ile Erivan’da) Türkler teşkil ediyorlardı ve geriye kalan bölgelerde de, Müslüman boyları vardı.
Boyların en büyükleri Çerkesler, Abazalar, Çeçen-İnguşlar ile Dağıstanlılardı. Küçük gruplar, büyüklerin kollarıydılar ve bilhassa Çerkesler birçok küçük aşiretlere bölünmüşlerdi.
Hepsi de tarih boyunca bağımsız kalmışlardı. Sıklıkla, resmiyette İran ve Osmanlı üst egemenliğini kabul etmiş görünseler de, fiiliyatta hiçbir zaman bağımsızlıklarından taviz vermemişlerdi. Osmanlı veya İran egemenliği hiçbir zaman, kıyı şeridi ile güneydeki hanlıkların veya (Gürcistan veya Erivan gibi) krallıkların ötesine geçmeyi başaramamıştı.
Rusya Büyük Petro zamanında, Kafkasya’yı zapt etmeye meyil gösterdi ve 1722-1723’te Derbend ile Bakü’yü istila etti. Fakat Petro’nun başarıları kısa ömürlü oldu ve İran Hükümdarı Nadir Şah Rusları bölgeden püskürtüp, 1735’teki Gence antlaşmasıyla Bakü ile Derbend’i geri aldı. Bu iki şehir ve iç bölgesiyle birlikte Gence (Elizavetpol), ancak 1812’de tamamen Rus kontrolüne geçti.
Gürcistan, 1783’te Rusya’ya vergi ödemeye başladı. Rusya’nın Ahılkelek ile Erivan illerindeki hükümranlığını Osmanlılara ve İranlılara kabul ettirebilmesi, ancak 1828’de İran’ı ve 1829’da Osmanlı İmparatorluğu’nu mağlup etmesinden sonra gerçekleşti. Batum ile Poti şehirleri ve bunların arka bölgeleri hariç tutularak, eski SSCB’nin yönetimi altında bulunan Kafkasya bölgesinin tamamı,
Rusya’ya resmen 1829 yılında bağlanmıştı. Fakat Rusya buralarda tam kontrol sağlayamıyordu.
Kafkasya’nın geniş dağlık iç bölgeleri hiç yenilmemiş ve Rus kontrolünü hiç kabul etmemiş aşiretlerle doluydu. Ruslar onların kuzey sınır bölgelerini 1830’da ele geçirmişlerdi fakat şiddetli Kafkas direncine karşı koyup, iç bölgelere ilerleyememişlerdi. 1836’dan sonra Kafkasya’daki Rus varlığı, parlak lider Şamil ve ona aşırı bir sadakatle bağlı olan Çeçen ile Dağıstanlı taraftarlarınca tehdit edilmeye başlandı.
Şeyh Şamil’in Şanlı Direnişi
Şamil, İslami duyguları uyandırarak ve kendisine muhalefet eden geleneksel elit tabakaya boyun eğdirerek, uyumsuz boylardan kendisine itaat eden bir birlik oluşturmayı başardı. Kabiliyetli bir liderdi. Kendisine verilen destek daha çok, Kafkas boylarının Rus kontrolüne karşı koymak arzusundan kaynaklanıyordu. 1840’larda, Müslüman dağlılar, bazen muharebelerde yenilseler bile, Ruslara karşı ayakta durmayı başardılar. Kafkasyalılar, özellikle ailelerini ve yurtlarını savunmak konusunda müthiş mücadeleciydiler. Ne onlar ne de Rus istilacılar bir adım geri attılar.
Ancak, Kafkasya Müslümanlarının sadece talimli bir orduyla mücadele etmesine rağmen, Ruslar erkek savaşçıların yanı sıra kadın ve çocuk dahil bütün nüfusa saldırıyorlardı. Kafkasya’daki katliama şahit olan Kont Leo Tolstoy, Kafkasya’nın Müslüman köylerini Rusların ele geçirişini şöyle anlattı: “Avullara (köylere) gece vakti baskın vermek adet olmuştu, çünkü o saatte yakalanan kadınlar ve çocuklar şaşkınlıktan kaçacak zaman bulamıyorlardı.”
Böylece ikili üçlü gruplar halinde evleri zorlayan Rus askerlerinin gecenin karanlık örtüsü altında yaptıkları o kadar feciydi ki, hiçbir resmi harp yazarı bunları kaleme alacak gücü kalbinde bulamazdı. Ancak, Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın doğudaki yenilgileri neticesinde bölgede tehdit oluşturmaları sonlandırıldıktan sonra, Ruslar Kafkas dağlılarını hüsrana uğratabildiler. Şamil’e son hücumlarını 1857’de başlattılar. Tükenmiş olan Çeçen ve Dağıstan aşiretleri nihayet yenilgiye uğratıldılar ve Şamil teslim olmaya zorlandı (25 Ağustos 1859). Arkasından da Çerkesler mağlup edildiler.
Ölüm ve Sürgünler
Ruslar, Kafkasya’yı tamamen kontrol altına almayı 1864 Mayıs ayında başardılar. Zaferle birlikte, Rus politikası icabı, Kırım’da görülenden çok daha vahşi bir göç uygulamasına girişildi. Bir miktar Çeçen de Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettiyse de, Batı ve Kuzey Kafkasya’yı kendilerine sadık Hristiyan toprakları haline getirmek isteyen Rusların iştahını kabartan, aslında, Çerkeslerin verimli topraklarıydı.
Ruslar Çerkeslerin yurtlarında barınmasını imkansız kılan bir baskı ve aşağılama politikası güttüler. Köyler yağmalandıktan sonra yok edildi. Hayvan sürüleri ile hayatlarını idame ettirebilmeleri için gerekli olan her şeyleri ellerinden alındı. Daha sonra Kafkaslarda ve Balkanlarda da defalarca tekrarlanacak olan Rus yöntemi, klasik bir zorunlu göç sistemiydi; evleri ve tarlaları harap edip sahiplerini yıldırarak, onlara açlık veya kaçmaktan başka seçenek bırakmamaktı.
Kafkas Müslümanlarına, Osmanlı İmparatorluğu’na göçmenin yanı sıra bazen de, Rusya’nın başka bölgelerine göç edip Rus yönetimi altında kalmak seçeneği verildi: Subaşı Nehri kıyılarındaki (bir Çerkes aşireti olan) Abadzekhlerden 100 kişinin yaşadığı Tuba köyünün Rus askeri birliği tarafından ele geçirilmesinden sonra, kendiliğinden teslim olan yerli halkın hepsi Rus askerleri tarafından katledildiler.
Kurbanların arasında hamileliği ileri safhada olan iki kadın ve beş çocuk esir de vardı. Söz konusu askeri birlik Kont Evdokimoffun ordusuna mensuptur ve buraya Pshish Vadisinden geldiği söyleniyor. Rus askerlerinin kıyıdaki mevzileri sağlama almasından sonra, yerlilerin orada kalmasına hiçbir şart altında izin verilmezdi; sadece Kuban ovalarına gitmek veya Türkiye’ye göç etmek zorunda kalırlardı.
Çerkesler Karadeniz limanlarına neredeyse koyun gibi sürüldüler. Ağır şartlar altında, çok can kaybı vererek, kendilerini Trabzon veya Samsun limanına götürecek Osmanlı gemilerinin gelmesini beklediler. Eski yurtları boş kalmıştı; sonradan buralara Slavik Rusya’dan getirilecek göçmenler yerleştirilecekti. Bu insanların kovulduğu sırada, Kafkasya topraklarında hiç kimseye rastlamadan bir gün boyunca yürünebileceği rapor edilmişti.
Ruslar, amaçlarına erişmek için yaptıkları planları ve kullandıkları yöntemleri hiçbir zaman saklamadılar. St. Petersburg’daki İngiltere Hükümeti Büyükelçisi Lord Napier’in raporuna göre; “Bu konuda Rusya’da dolaşan raporlarda vicdani sorumluluk değil sevinç ifadesi var.” Her şey bittiğinde, Çerkes topraklarının çoğuna Slavlar ile diğer Hıristiyanlar yerleşmişti.

Türk Tarihinin Hazin Sayfaları: Göçler-Sürgünler


Türk Tarihinin Hazin Sayfaları: Göçler-Sürgünler


Ö. SERDAR AKIN
Şehzade Süleyman Paşa’nın 1352 yılında Rumeli’ye geçişi ve art arda devam eden fetihlerle Osmanlı, kısa sürede Balkanların tek hakimi haline geldi. Türklerin Rumeli’ne yerleştirilmesi ve bölgenin yerli halkları olan Arnavutlarla, Boşnakların da İslam’ı seçmesi Balkan coğrafyasını ikinci bir Anadolu yaptı. Yaklaşık 500 yıl idaresi altında yaşadıkları Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte bu bölgede yaşayan Türkler ve Müslüman halkları da zor günler bekliyordu. 1912 yılında yapılan 1. Balkan Savaşı’nın kaybedilmesiyle de elden çıkan topraklardan milyonlarca Türk, Boşnak ve Arnavut, Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakıldı. Göç etme imkanı bulamayanlar ise kaldıkları coğrafyada çeşitli asimilasyonlara maruz kaldı.
Göçlerin en acı yanı ise 500 yılı aşkın Osmanlı idaresinde kalan coğrafyadaki Türk şehir mimarisinin en güzel örnekleri olan eserlerin yok edilmesi oldu. Osmanlı’nın 15 bin 787 mimari yapı inşa ettiği Balkanlar’da göçlerle birlikte bu tarihi eserler de sahipsiz kaldı. Osmanlı’nın izlerini yok etme pahasına birçok tarihi cami, han, hamam yıkıldı, geri kalan bir çok tarihi eser ise aslından uzak görünümle restore edilip amacı dışında kullanıldı.
Tehcir edilen halkların sığınağı haline gelen Türkiye’yi, yıllardır Ermeni iddialarıyla karşı karşıya bırakan birçok gelişmiş ülke, ne yazık ki Kafkaslar ve Balkanlardan sürülen milyonlarca halkın yaşadığı acıları bir türlü görmek istemedi.
İlk Göç ve Sürgünler Kafkasya’dan Başladı
Rus Çarlığına bağlı askeri birliklerin 1859 yılında Kafkasya’ya girmesiyle bu coğrafyada göçler de beraberinde başladı. Rus birliklerine karşı verilen savaşı kaybeden Kafkas halklarını büyük bir dram bekliyordu. Çar’ın Kafkasya temsilcisi Grandük Mişel’in 1864 Ağustosunda Batı Kafkasyalılara, “Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya’nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir” şeklindeki fermanı, bölgedeki sürgünleri ve göçü tetikledi.
Rus Çarlığının emriyle 1864 yılında 1 milyon 500 bin Kafkasyalı yurdundan oldu. Tehcire zorlanan Kafkas halklarının birçoğu sürgün yolculuğunda açlık ve zor şartlara yenik düşerek can verdi, binlercesi Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayan gemilerin batmasıyla engin sularda boğuldu, yüzlercesi kalıcı hastalığa yakalandı. Karadeniz’deki Taman, Tuapse, Anapa, Soçi, Sohum, Poti ve Batum gibi limanlardan Rus, Osmanlı ve İngiliz gemilerine bindirilen muhacirler, Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Varna, Köstence ve İstanbul’a getirildi. Arşiv kayıtlarına göre, Kafkaslar’dan sürgün edilen insanların yüzde 30’una yakını, yolculuk tamamlanamadan öldü.
Kafkasya’da sürgünler 1864 yılıyla sınırlı kalmıyordu. 1864 sürgünüyle dünyaya savrulan Kafkasyalılar, tekrar ana vatanlarında toparlanma fırsatı bulamadan bu sefer 1943 ve 1944 yıllarında SSCB lideri Josef Stalin’in emriyle geniş çaplı bir sürgüne maruz bırakıldı. Bu sürgünde ise Kafkas halkları, asılsız bir şekilde II. Dünya Savaşı’nda Almanlarla iş birliği yapmakla suçlanıyordu.
Karaçay ve Balkarlar’ın Sürgünü
SSCB’ye bağlı Karaçay Özerk Bölgesi, 2 Kasım 1943’te Sovyet askerlerince kısa süre içinde boşaltıldı. Emirlere uymayan Türk kökenli bu halk, anında infaz edildi. Karaçay halkından 32 bin 929’u çocuk olmak üzere 63 bin kişi tıpkı diğer Kafkas halklarına yapıldığı gibi hayvan vagonlarına doldurularak Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın iç bölgelerine gönderildi. 8 Mart 1944’de ise Balkarlar, Karaçay halkının maruz kaldığı acı sürgünü yaşadı.
Çeçen ve İnguşlar’ın Sürgünü
Kızılordu’nun 23 Şubat 1944’te 26. kuruluş yıldönümünü şenliklerine davet edilen Çeçen ve aynı etnik kökene sahip olan İnguşlar, apar topar ve binlerce insanın ölümü pahasına Sibirya’ya sürüldü.
Sürgüne gönderilen her aileye, yanlarına almak için ancak 20 kilogram bagaj izni verildi, insanların bütün mal varlıklarına ve hayvanlarına el konuldu. Felaketin en büyüğü ise sürgün yolculuğunda gerçekleşti. Sürgün edilen insanların yüzde 20’si kötü hava şartları ve açlıktan öldü. Ölüm Çeçen ve İnguşlar’ın yakasını yerleştirildikleri yeni yerlerde de bırakmadı. Gerek iklim gerek ağır çalışma şartları ve bunlara bağlı salgın hastalıklar sebebiyle pek çok muhacir hayatını kaybetti. Çeçen ve İnguş halkının sürgündeki nüfus kaybının yüzde 38 oranında olduğu kaydediliyor.
Sovyetler Birliği Yüksek Şurası, 9 Ocak 1957 yılında aldığı karar ile 1944 yılında topyekun sürgün edilen Çeçen ve İnguşların ana vatanlarına dönmelerine izin verdi. 7 Mart 1944 tarihinde lağvedilen ve toprakları çeşitli ülkelere paylaştırılan Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ise 1957 yılında yeniden kuruldu. 1939 yılının resmi kayıtlarına göre 488 bin olan Çeçen-İnguşların nüfusu sürgünden sonra 200 bine kadar düştü. 1959 yılında ise Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’ndeki bütün İnguş ve Çeçenlerin sayısı 311 binden ibaretti.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’da Rus birlikleriyle halk arasında savaş başladı. 1994-96 yılları arasında bir milyon civarında nüfusu olan Çeçenistan, bu savaşta yaklaşık 120 bin kayıp verdi. 1999-2001 yılları arasında yaşanan ikinci savaşta ise 100 bin Çeçen öldü, 30 bin Çeçen ise sakat kaldı.
Kırım Türkleri’nin Sürgünü
Stalin döneminde sürgün sadece Kuzey Kafkasya ile sınırlı kalmadı. Sürgün kararından en çok etkilenen bir diğer halk ise Kırım Türkleriydi. 18 Mayıs 1944 gecesi başlayan sürgün furyası, 3 gün içinde 220 bin Kırım Türkü’nün zorla yurtlarından koparılmasıyla sonuçlandı.
Orta Asya’nın ücra köşelerine götürülmek üzere ölüm katarlarına bindirilen Kırım Türkleri’nin yüzde 42’si zor şartlara dayanamayarak veya yapılan baskılar sonucu hayatını kaybetti. Vatanlarına dönmek için büyük bir mücadele veren Kırım Türkleri, hedeflerine ulaşmak için 1980’li yılları beklemek zorunda kaldı.
Yıllar sonra terk ettiği topraklarına gelen insanları başka bir hazin tablo bekliyordu. Kırım Türkleri yurtlarına döndükleri zaman evlerinin, iş yerlerinin ve topraklarının Ruslar ile Ukraynalılara dağıtıldığını gördüler.
Ahıska Türkleri’nin Sürgünü
Gürcistan’ın Ahıska bölgesinde yaşayan ve “Osmanlı Türkleri” olarak da bilinen Ahıskalılar, 14 Kasım 1944 yılında tarihin en acı olaylarından birini yaşadı. Bütün Ahıska Türkleri sürgün edildi. Aradan geçen 65 yıla rağmen, halen yurtlarına dönemediler. Anavatanlarından koparılan ve gittikleri yerde hayatta kalan Ahıskalıların torunları bugün Rusya Federasyonu, Özbekistan, Kazakistan, Türkiye, Ukrayna, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de yaşıyoryorlar.
Stalin’in emriyle bir gece ansızın gelen haber üzerine doğup büyüdükleri vatanlarını zorla terk ettirilen Ahıska Türkleri, “ölüm katar” olarak adlandırılan hayvan vagonlarına istiflenerek bir bilinmez yolculuğa çıktı. Sibirya’ya ve Sovyetlerin iç bölgelerine gönderilen yaklaşık 100 bin Ahıska Türkünün birçoğu yolda hastalıktan, açlıktan öldü. Ayrı ayrı bölgelere dağıtılan Ahıska Türkleri yıllarca birbirinden haber alamadan yaşadı.
Özbekistan’da sürgün hayatı yaşayan Ahıskalılar, 1989 yılında ikinci büyük sürgün daha yaşadı. Fergana’da çıkan olaylarda yaklaşık 100 bin Ahıska Türkü ikinci vatan edindikleri Özbekistan’dan komşu ülkelere ve Rusya’nın Krasnodar bölgesi ile Ukrayna’ya göç etmek zorunda kaldı. Türkiye’de bir süre önce çıkarılan kanun ile Ahıskalıların Türk vatandaşlığına geçişi kolaylaştırıldı.
1944’de sürgün edilen Ahıska halklarından bugüne kadar hiçbir şekilde yurtlarına dönüş yapamayanlar ise Ahıska Türkleri oldu. Gürcistan, Avrupa Konseyi’ne kabul edilirken Ahıskalıların yeniden kendi vatanlarına yerleştirilmesi konusunda taahhüt altına girdi, ancak bugüne kadar verilen sözler yerine getirilmedi.
Bulgaristan’dan Göçler
Rusların 1828’de Tuna’yı aşarak Edirne’ye kadar gelmesi ve Bulgarları Türklerin üzerine hücum etmesi sonucu 30 bin Türk, Anadolu’ya göç etti. 1876’da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya, Bosna-Hersek’i aldı, ayrıca Bulgarlar ve Sırplara, Rusya himayesinde hürriyet verildi.
Aynı yıl Bulgarlar, Türklere karşı şiddet hareketlerine girişti. Buradaki Türkleri korumakla görevli Türk ordusunun hareketi, Avrupa devletlerinin müdahalesiyle durduruldu. Binlerce Türk, Edirne, İstanbul ve Anadolu’ya göç etti. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra yapılan Berlin Antlaşması ile Bulgaristan devletinin kurulması kabul edildi. Bu durum, Bulgaristan’daki Türkler için kötü sonuçlar ortaya koydu. 1876-1878 yılları arasında 200 bin Türk, Edirne ve civarına yerleşti. Sonraki yıllarda ise 300 bin göçmen, Rumeli’den Anadolu’ya geçti. Kuzey Bulgaristan’dan göç eden bir kısım Türk ise Rodoplar’da uğradıkları silahlı saldırılarda ağır kayıplar vererek Türkiye’ye gelebildi. Bu tarihlerde Doğu ve Batı Trakya ile İstanbul’un her yeri göçmenlerle doldu. Osmanlı bu göçmenlerin iskanı konusunda büyük zorluklar yaşadı.
Arşivlerde, 1885-1923 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye 500 bin kişinin göç ettiği belirtiliyor. 1923-1933 yılları arasında ise göç edenlerin sayısı 101 bin civarındadır. Yine Bulgaristan’dan 1934-1960 arasında 272 bin 971 kişi, 1968-79 yılları arasında da Bulgaristan’dan Türkiye’ye 116 bin 521 kişi Türkiye’ye göç etti.
Bulgaristan’dan son göç hareketi ise 1989 yılında Bulgar hükümeti tarafından burada yaşayan Türklerin Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile başlatıldı. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakıldı. Böylece Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen enbüyük ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kaldı. Bu dönemde 64 bin 295 aileye mensup 226 bin 863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye’ye geldi. Bu tarihten itibaren 1995 yılına kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin sayısı 73 bin 957 kişiye ulaştı. Bütün bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan’da halen 2 milyonun üstünde Türk bulunuyor.
Romanya’dan Göçler
Romanya toprakları, Osmanlı İmparatorluğu idaresindeyken, Besarabya ve Kırım’dan on binlerce Türk buraya yerleşti. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşlarında, Rus ordularının Tuna’yı aşarak Şumnu’ya kadar ilerlemesi üzerine bu bölgede yaşayan Türkler göçe zorlandı. Şumnu ve Dobruca civarından, 1812 yılından sonra 200 bin Türk, Anadolu’ya göç ederek başta Eskişehir olmak üzere çeşitli bölgelere yerleştirildi.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra Besarabya’nın Rusların eline geçmesi Dobruca’nın ise Rumenlere bırakılması üzerine Türklerin göçü yeniden başladı. O yıllarda Dobruca’dan 80 bin civarında Türk, yurtlarını terk ederek Anadolu’ya yerleşti. 1923’ten sonra, Dobruca’dan yeni göçler başladı. 1923-1933 arasında 33 bin 852 kişi göç etti. 1934-1960 yılları arasında ise Romanya’dan göç edenlerin sayısı 87 bin 476’ya ulaştı.
Yugoslavya’dan Göçler
Yugoslavya’dan Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde toplam 77 bin 431 aileye mensup 305 bin 158 kişi göç ettiği, resmi kayıtlarda yer alıyor.
Yugoslavya idaresinin baskıları sonucu 1946-1968 ve 1971 yıllarında özellikle Üsküp, Prizren ve Sancak bölgesinde yaşayan Türk, Boşnak ve Arnavutlar, evlerini ve mallarını cüzi fiyatlara satarak Türkiye’ye gelmek zorunda bırakıldı.
Yunanistan’dan Göçler
Yunanistan’dan Türkiye’ye ilk göçler 1820 yılında Mora isyanından sonra başladı. Avrupa’dan gelen gönüllü askerlerle Rum çeteciler, Teselya ve Ege adaları ile Mora’da oturan Türk ve Müslüman halka zulmetmeye başladı ve 32 bin Müslüman Türkü öldürdü. Rusya ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile 1826 yılında bağımsız Yunan devleti kuruldu ve Müslüman halkı Yunanistan’dan çıkarma kararı alındı. Bu kararla birlikte Türkler yüzyıllarca yaşadıkları coğrafyadan sürgün edilmeye başlandı.
Mora’nın ardından Girit’te de 1864 yılında Rumların sivil Türk halkına karşı katliamlara girişmesi üzerine, bu bölgeden Anadolu’ya ve İstanbul’a 60 bin kişi göç etti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Yunanistan’daki Türklerden bir kısmı, Anadolu’ya kaçmak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı’nı takip eden Lozan Antlaşması hükümlerine göre yapılan mübadelede ise Türkiye’ye 1923-1933 yılları arasında 384 bin kişi geldi.
Yunanistan’dan göçler, 1934-1960 arasında da devam etti. Bu tarihlerde 23 bin 788 kişi Türkiye’ye geldi. 1960-1970 arasında ise 20 bin kişi Yunanistan’dan Türkiye’ye yerleşti.

Friday, 3 November 2017

Yirminci Asırda Türklerin Uğradığı Sürgün ve Soykırımlar


Yirminci Asırda Türklerin Uğradığı Sürgün ve Soykırımlar



Türk tarihi, âdeta bir göçler tarihidir. Yaşanan çok sayıda savaşın önemli sebeplerinden veya sonuçlarından biri de bu göç Sürekli yer değiştiren, farklı dil, din ve kültürlerin coğrafyasına giren Türkler, ister istemez, gittikleri coğrafyadaki insanlarla bir hâkimiyet mücadelesine girişmiş; savaşmışlardır. Türkler, asıl büyük kıyım ve kırımları göçler sırasında yaşamışlardır. Her göç, Türkler için bir trajedi olmuştur.  Tarih boyunca yaşanan bütün göçleri ve bu göçlerde karşılaşılan kıyım ve kırımları an¬latmak bir kitabın hacmine sığmaz. Onun için biz daha çok 20. yüzyılda Türklerin uğradıkları göçlerin, sürgünlerin, kıyım ve kırımların bir bölümünü, özetlemeye çalışacağız.
16. yüzyılın ortalarında (1552), şehirdeki bütün erkeklerin, Korkunç İvan’ın emriyle kılıçtan geçirildiği, sağ kalan kadınların ve kızların esir edilip 150 bin Rus askeri arasında dağıtıldığı Kazan Hanlığının Ruslar tarafından yıkılması ve 17. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin Viyana önlerinde mağlup edilmesiyle (1683) başlayan yenilgiler ve geri çekilme süreci, içinde çok acı olayları barındıran felaketler zincirine dönüşmüştür.
Türk’ün “Kara” Asrı
18. yüzyılın ortalarından itibaren hızlanarak gelişen tarihi olaylar 20. yüzyılı Türkler için “kara” bir yüzyıl haline dönüştürmüştür. Nitekim 20. yüzyılın en mağdur, en mazlum ve en çok kırım ve kıyıma uğrayan milleti Türkler olmuştur.
20. asır, insanlık tarihinin en önemli yüzyıllarından biridir. Bilim ve teknoloji bu yüzyılda zirveye çıkmıştır. Dünya ideolojik kutuplara bölünmüş, büyük savaşlar ve mücadeleler yaşanmış; insanlığın yaşadığı derin acılardan sonra, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü genellikle bütün dünya tarafından benimsenen ortak değerler haline getirilmiştir. Bu gelişmeleri fırsat bilen birçok millet, tarihle hesaplaşmış; evrensel hukuktan ve milletler arası kurumlardan yararlanarak kayıplarını telafi etmeye çalışmıştır. 20. yüzyılın en çok kaybeden milleti olan Türkler ise, kaybetmeye devam etmişlerdir. Onun için 5 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilerek öldürülen ünlü Özbek şairi A.Çolpan:
Bu imiş; bilgi- fen, hüner asrı
Bu imiş; yükselen beşer asrı
Hadisat öyle gösterdi ki; bu asır
Yalnız; şer ve şer ve şer asrı.
Göç, bazen istenerek başvurulan umuda yolculuğun adı, kimi zaman da mecburi bir yer değiştirme, bir sürgündür insanlık için. Kıtlık, salgın hastalık, kuraklık gibi tabii afetler sebebiyle meydana gelen göçler, asıl itibariyle bir umuda, hayale, hayata yolculuktur. Ancak, insanlara, yaşadıkları coğrafyada hayat hakkı verilmemesi dolayısıyla meydana gelen mecburi göçlerde, genellikle acı, ezilmişlik, vahşet, katliam ve ayaklar altına alınan insanlık onuru vardır. Bu tür göçler, aslında birer sürgündür. Başka bir deyişle, bu tür göçler, vahşetten, zulümden, ölümden kaçıştır.
Osmanlı’da Adâlet ve Şefkat
“Îla-yı Kelimetullah” ve “Nizâm-ı Âlem” ülküsüyle coşan Osmanlı orduları, İslam adaleti, İslam hoşgörüsüyle fetihler yapmış ve üç kıtaya yayılan geniş bir coğrafyayı Osmanlı Devleti’ne bağlamış idiler. Türklerin adaletini ve hoşgörüsünü tanıyan yerli halklardan birçoğu, savaşmadan Osmanlı’ya tabi olmayı kabul etmiş ve Türklerin adaletine sığınarak dillerini, dinlerini, kültürlerini korumuş, yaşatmışlardır. Türkler tarafından fethedilen geniş coğrafyada, yüzyıllar boyu, Türkler ile diğer milletlerle birlikte, barış ve adalet içinde kardeşçe yaşamışlardır.
Osmanlı Devleti fethettiği toprakları her bakımdan imar etmiş; yollar, köprüler, camiler, hanlar, hamamlar yapmış ve o bölgelere önemli sayıda Türk nüfusu aktararak tam anlamıyla vatanlaştırmıştır. Yüzyıllarca dünyanın tek süper gücü olan Osmanlı Devleti, gerilemeye ve toprak kaybetmeye başlayınca, Türkler önemli ölçüde göç olgusuyla karşı karşıya kalmışlardır.
Osmanlı’dan Sonra Zulüm ve İşkence
Osmanlı ordularının çekildiği coğrafyalardaki Türkler, yıllarca birlikte yaşadıkları ve hep şefkatle davrandıkları yerli komşuları tarafından, amansız ve acımasız bir baskı ve kırıma maruz bırakılmışlardır. İşte içinde büyük trajedileri, soykırımları barındıran bu göçlerin önemli bir bölümü Balkanlarda yaşanmıştır.
İkinci Viyana kuşatması da başarısızlıkla sonuçlanınca, Osmanlı ordusu tarihinde ilk defa geri çekilmiştir. Bu çekilmeyle birlikte Avusturyalılar, İstanbul’dan, çok önce, 1389 tarihinde Türkler tarafından fethedilen Üsküp’e kadar gelerek şehri yakmış ve birçok insanı kılıçtan geçirerek öldürmüşlerdir. 1687’dekı bu olay sırasında, Üsküp’te yaşama imkanı bulamayan Türkler, göçmek ya da kaçmak zorunda kalmış ve İstanbul’a gelerek Unkapanı civarında bir mahalle kurmuşlardır. Bu olay ve 1687 tarihi, Rumeli’den Anadolu’ya doğru yapılan göçlerin başlangıcını oluşturmuştur.
1687 tarihinde Üsküp’ten İstanbul’a yapılan göçten sonra, yaşadıkları yerlerde rahatsız edilen, baskıya uğrayan Türk toplulukları, çeşitli zamanlarda Anadolu’ya göçmeye devam etmişlerdir. Daha sonra yapılan göçlerden, 1774 tarihinde Balkanlar üzerinden gerçekleşen Kırım Türklerinin göçü, 1806 yılında Sırp ve Karadağ işyardan, 1829 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve özellikle, 1877/78 Osmanlı Rus savaşı İle 1912 Balkan savaşı sonrasında meydana, gelen göçler önemlidir.
Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte çeşitli bölgelerde yaşayan Türklere büyük baskılar uygulanmış ve göçe zorlanmışlardır. Özellikle Mora yarımadasında yaşayan Türkler büyük zulüm görmüş; kaçma fırsatı bulamayan 20,000 Türk hunharca katledilmiştir.
Rusların Yeşilköy yakınlarına kadar geldikleri 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlarını ilan etmişler, Bulgaristan ise özerk bir Prenslik haline getirilmiştir. Bu savaş sırasında ve sonrasında bir buçuk milyon İnsan göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir can güvenliği olmadan yollara çıkan bu insanlar, göç yo¬lunda saldırılara uğramış; işkenceye, tecavüze ve her türlü insanlık dışı uygulamaya maruz kalmış, büyük bir kısmı yollarda öldürülmüştür.
Bu göçler sırasında yaşananlar tam anlamıyla bir felakettir. Soykırımdan kurtulanların bir bölümü de açlık, hastalık ve sefaletten ölmüştür. Sağ olarak güvenli bölgelere ulaşabilenler, buralara yerleştirilmiş, Anadolu’ya gelenler ise Osmaniye, Reşadiye, İhsaniye gibi adlarla kurulan yeni yerlere yerleştirilmişlerdir.
1877/78 Osmanlı-Rus savaşından sonraki en büyük göç dalgası, 1912 Balkan savaşı sırasında yaşanmıştır. Dört küçük Balkan devletçiği, Osmanlı’nın orduyu terhis etmesini fırsat bilerek hücuma geçmiş ve Osmanlı’yı mağlup etmiştir. Türkler ancak İşkodra, Yanya ve Edirne’de direnebilmişlerdir. Savaş sırasında sivil Müslüman halk katliama uğramış, kaçabilenler canlarını kurtarmış ve İstanbul’a, Anadolu’ya yönelen yeni bir göç dalgası oluşmuştur. Balkan savaşlarından sonra Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü, Avrupa’daki nüfusunun ise % 69’unu kaybetmiştir.
Çok Hazin Manzaralar
Bütün bu savaşlar ve göçler sırasında her biri ayrı bir trajedi olan binlerce olay yaşanmıştır. Örnek olması bakımından bir Alman demiryolu memurunun 1878 savaşı hatıralarında yer alan bir notunu burada vermek istiyorum. Alman memur hatıralarında ,” Yolda dört yüz cesede rastladım. Üst üste yığılmışlardı ve hepsi çıplaktı. Kadın, erkek, çocuk hepsi önce karda, soğukta çıplak bırakılmış, sonra öldürülmüşlerdi. Bunların içinden iki yaşında bir çocuğu ben kurtardım” demektedir.
“Rumeli’den Türk Göçleri” adlı eserde, Bilal Şimşir 1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra başlayan ve 1912 Balkan savaşları sonrasında devam eden göçleri, Türk, Rus, Fransız, Bulgar ve İngiliz arşiv belgeleriyle ortaya koymaktadır.
Bu eserde yer alan yüzlerce belgede, göçün, açlığın, etnik arındırmanın, soykırımın ve korumasız kalan sivil insanların çaresizliğinin, insanlık ayıbı olan örneklerini görmek mümkündür. Örneğin bu belgelerden biri, Petersburg’da İngiliz Büyükelçisi Loftus tarafından Rus Dış İşleri Bakanı Gortchakow’a verilen notadır. Bu notada:
“Rus ilerlemesi karşısında Rumeli Türk halkının panik halinde toplu olarak göçtüğü ve bu göç sırasında 100.000 kişinin açlıktan ve soğuktan öldüğü belirtilerek, halkın telaş ve korkusunun giderilmesi için, Rusların bir bildiri yayınlaması gerektiği” belirtilmektedir.
Göçler Devam Ediyor…
Balkanlarda yaşanan katliamlarda Rus desteğindeki Bulgar birlikleri önemli rol oynamışlardır. Sadece Harmanlı katliamında 20.000 kişi katledilmiştir. Balkan savaşı sırasında meydana gelen göçte, yaklaşık olarak 600.000 Müslüman katledilmiştir. Bu 600.000 kişinin 200.000’inin Bulgar çeteleri tarafından katledildiği tahmin edilmektedir. 1821’deki Yunan ayaklanması ve bu ayaklanmaya ile birlikte başlatılan “etnik temizlik”, daha sonra uygulanan sürgün ve soykırımın başarılı bir örneğini oluşturmuştur!
Bütün bu coğrafyadaki nüfus hareketleri, aslında nasıl bir göçün, sürgün ve katliamın yaşandığını açıkça göstermektedir, örneğin, Girit’te 1821’de 160.000 Müslüman, 129.000 Hıristiyan yaşarken, 1911’de Müslüman nüfus 28. 000, Hıristiyan nüfus ise 307.000 olmuştur. J. McCharty de 1829 ile 1923 yıllan arasında Balkanlarda 5.000.000 sivil nüfusun eridiğini, yok olduğunu belirtmektedir. Eriyen ve yok olan bu sivil nüfusun tamamına yakını Müslü-manlardan oluşmaktadır.
Balkanlardan Anadolu’ya yapılan göçler Cumhuriyet döneminde de devam etti, Bu göçlerin bir bölümü “mübadele” yoluyla gerçekleşti. 1923 mübadelesinde Yunanistan’dan yaklaşık olarak 500.000 insan Türkiye’ye geldi. Yunanistan’da baskı ve zulüm gördükleri için, 1952-1969 yılları arasında mübadele anlaşmaları dışında 25.000 kişi daha Türkiye’ye göçmek, kaçmak zorunda kaldı.
Cumhuriyet döneminde Balkanlardan Türkiye’ye yapılan göçlerin en büyüğü Bulgaristan’dan oldu. 1925-1949 yıllan arasında 220.000, 1950-52 yıllan arasında 155.000, 1968-79 yılları arasında 115.000,1989 yılında ise yaklaşık olarak 230.000 kişi Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
Türkiye, bu son göçle, 2. Dünya Savaşından sonra Avru¬pa’da görülen en büyük göç hareketiyle karşı karşıya kaldı. Dönemin Bulgar yöneticileri, Türklerin en temel insani haklarını ellerinden aldılar. İsimlerini değiştirdiler, dillerini yasakladılar, mezarlıklarına müdahale ettiler, tarîhi ve mi¬marî eserlerini yıktılar, dinî ve millî kimliklerini yok etmek için büyük baskılar, sindirme ve asimilasyon politikalar uyguladılar.
Dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen bu maddi ve manevi soykırıma maalesef bütün dünya seyirci kaldı. Belene kampından dünya basınına yansıyan görüntüler ise, insanın tüylerini ürperten bir vahşet ve insanlık ayıbı olarak tarihde ki yerini aldı. Bu soykırımdan kaçanlarla birlikte, Cumhuriyet döneminde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insan sayısı yaklaşık olarak 800.000’e ulaştı. Bu rakam, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde aldığı göçlerin yaklaşık olarak % 48’ini oluşturmaktadır. Ayrıca Cumhuriyet döneminde Yugoslavya’dan 305.000, Romanya’dan 120.000 kişi Türkiye’ye göçtü.
Son Soykırım: Bosna!
1992 yılında bağımsızlığını ilan eden Sırplar, Bosna-Hersek ve diğer yerlerde büyük bir soykırım gerçekleştirdiler. Avrupa’nın ortasında gerçekleştirilen bu soykırımın görüntüleri bütün dünya gazetelerinde ve televizyonlarında yayınlandı. Âdeta canlı, yayınlarda soykırımlar yapılmaktaydı. Ancak öldürülenler Müslümanlar, olunca bütün dünya, Sırplar amaçlarına ulaşıncaya kadar seyretti. Bu vahşetten kaçabilen 20.000 insan Türkiye’ye getirildi. Bir bölümü Kırklareli’ndeki göçmen kamplarına, bir bölümü de İstanbul’un çeşitli semtlerinde oturan akrabalarının yanma yerleştirildi.
Göçler büyük acılarla doludur. Bütün zorlukların , acı ve trajedilerle dolu hikâyelerine rağmen, şunu da belirtmek gerekir ki, göçlerin Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rolü olmuştur. Önce 13. yüzyılda Moğollardan kaçarak gelenler, daha sonra da 19 ve 20. yüzyıllarında ki göçlerle gelenler Anadolu’nun Türkleşmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Kazaklar Ve Kozaklar



Kazaklar Ve Kozaklar
Almagül İSİNA
Dr. Almagül İSİNA
Yayın Tarihi : 07.11.2006
Stratejik Yorum No:280
Çoğumuz bulmacalarda sıkça rastlanan “Kazaklarda başbuğ” sorusunu “ataman ” şeklinde belki de yüzlerce kez yanılmadan cevaplamışızdır. Peki, bulmacalarda cevaplamakta zorlanmadığımız (aslında Kozak olması gereken) ancak kimlikleri konusunda bir türlü kesin bir sonuca varamadığımız bu “Kazak” (?) kelimesine son günlerde yazılı ve görsel basında değişik durumlarda karşılaşmaya başladık. Neden Kazak ve Kozaklarla ilgili bu kadar “anakronizm” yapılmaktadır? 20.10.2006 tarihinde Kazakistan`ın Atırav ili Teniz petrol işletmelerinde çalışan Kazak-Türk işçileri arasında meydana gelen kavga, Türk kamuoyunu,

“Çin’den Adriyatik’e kadar” yayılan 250 milyonluk Türk Dünyası konusunda bilinçlendirmeye ve bilgilendirmeye yönelik çalışmalarda bir takım eksikliklerin mevcut olduğunu ve konu üzerinde yapılan bilimsel araştırmaların büyük çoğunluğunun eski verileri tekrar etmenin ötesine gidemediğini ve doğal olarak güncel olmadığını da ortaya koymuştur.

Olaydan sonra gerek basında çıkan yazılar, gerekse okurların yorumlarından da açıkça anlaşılacağı üzere, Orta Asya Türkleri hala gerektiği seviyede tanıtılmamıştır. Öyle ki hatta genel anlamdaki Türk boyunun Kıpçak koluna mensup Müslüman Kazak Türkleri, bilimsel araştırmalardan uzak bilgiler esas alınarak, Rus Çarına itaat etmekten vazgeçen Slav ırkından bir Hıristiyan grubu olan (Kozaklarla ilgili ayrıntılara ulaşmak mümkündür) (2) (Rusçası “ Kazaki ” olup, kendilerini “ Kozaki ” şeklinde adlandıran ve çoğu zaman “ Don Kozakları”, kimi yazılarda “Kossaklar”, “Kazakya” denilen) Kozaklarla ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Slav asıllı Hıristiyan Kozaklarla, Kıpçak Türklerinden Müslüman Kazakların arasında, sadece isim benzerliği dışında en ufak bir ortak nokta ve kan bağı bulunmadığı gibi, Kazak Türkleri de, Kozaklardan Çar Rusya’sı döneminde tıpkı Osmanlı Türkleri gibi büyük darbeler yemişlerdir.

Slav Kozak ve Türk soyundan Kazak isimlerinin Türkçedeki benzerliği tamamen fonetik kurallardan kaynaklanmaktadır. Slav Kozakları tarih biliminde Kozaklar şeklinde anılmakta olup, ancak bu terime çoğu zaman uyulmadığından dolayı Kazak Türkleriyle karıştırılmaktadırlar.

Slav Kozakları bugünlerde Rusya, Ukrayna ve Orta Asya’nın bazı bölgelerinde ve Kırım’da; Kazak Türkleri ise Kazakistan Cumhuriyetinde (Çin, Moğolistan, Türkiye, Almanya, Afganistan, İran vb ülkelerde) yaşamaktadırlar.

Bilindiği üzere, Kazak Türkleri Orta Asya bozkırlarında yaşamışlar ve bazı yazılarda iddia edildiği gibi, ne “kayıklara binerek İstanbul’a saldırmaya gelmişlerdir (Kazak topraklarının dışa açılan deniz kıyısının bulunmadığı herkesçe malumdur), ne de “Osmanlı İmparatorluğuna darbe vurma girişimlerinde bulunmuşlardır.”

Ancak ne yazık ki talihsiz isim benzerliği yüzünden bilinçli veya bilinçsizce iki grubun karıştırılması ve yan yana birlikte anılması, Türk kamuoyunda Kazak halkına karşı istem dışı da olsa olumsuz tepkileri körüklenmektedir (3).

Söz konusu Kozaklar, “Kazaklar” şeklinde bazı internet sitelerinde Osmanlı İmparatorluğuna saldıran “hain ve vahşi” bir boy sıfatıyla “genişçe” işlenerek, kamuoyuna Kazakistan’da yaşayan Kazak Türklerinin “cetleri” sıfatıyla tanıtılmıştır (4). Bu tür yazılar tamamen yanıltıcı, kasıtlı ve bilimsel açıdan hiçbir temele dayalı olmayan eksik değerlendirmelerdir.

Başta büyük medya kuruluşları olmak üzere internet ortamının da söz konusu işçi kavgasından sonra Türk kamuoyunu bu şekilde yanıltma suretiyle, kardeş Kazak toplumuna karşı kışkırtmaları, Kazakistan’a ve Türkiye’ye bir yarar getirmeyecektir. Bu tür yazıların sadece reyting kaygısıyla kaleme alındığı, sağduyulu ve aydın Türk insanları tarafından gayet iyi anlaşılmaktadır (5).

Yukarıda kaynak gösterdiğimiz “ Özü’den Tuna’ya: Kazaklar ” isimli Aralık 2004 tarihinde Yeditepe yayınevi tarafından yayınlanmıştır (6). Ancak kitap, yazımızın başında da değindiğimiz Slav ırkından gelen Rus Kozaklarını araştırmakta olup, ismi ise yine karmaşık ve kamuoyunu yanıltıcı nitelikte “Kazaklardır”. Buradan da belli olduğu üzere, tarihçi bilim adamları bile hala Kazak ve Kozak terimi konusunda bir kargaşa içerisindedirler. Bilim adamları arasında bile hal böyleyken, sıradan bir vatandaşın Kazak-Kozak isimlerinin karıştırarak, bir yanılgıya düşmesi hiç de zor değildir. Söz konusu kitabın arka kapağında: “Kazak ve Kazaklık deyimleri, yerli araştırmalarımızda genel olarak ailesiz ve devletsiz olarak yaşayan, günümüz terminolojisinde terörize olmuş gruplara denk düşen toplum kesimlerini anlatmak üzere kullanılır. Kazakların kavmi bir boyutu olduğu düşünülmez. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük düşmanlarından birisi olan Kazakların XVII. yüzyıl ortalarına kadar gelen tarihi karanlıktır. Yabancı tarihçiler, Kazakları Ortodoks Hıristiyanlığın yılmaz savunucuları olarak gösterme çabalarına rağmen, onların aslında Türk tarihinin bütünüyle dışında yer alması gereken topluluklar olmadığı araştırmanın ulaştığı çarpıcı sonuçlardan birisidir (7)” gibi ifadeler yer almıştır. Kitabın isminin yanıltıcı bir biçimde “Kazaklar” şeklinde sunulmasının, akademik etik kuralları bakımından doğru olup olmadığına ancak tarih bilimi otoriteleri ve ilgili uzmanlar karar vereceklerdir .

Eserin- Kozaklar ve Kazaklar arasındaki farkı iyi bilmeyen bir okurun, bunu doğrudan Kazakistan’da yaşayan Kazak Türkleri olarak algılayabileceği olgusu göz önüne alındığında- son derece yanıltıcı bir yönlendirme içerdiğini belirtmekte yarar vardır. Konuyla ilgili en iyi açıklamalar, çeşitli dönemlerde çıkan bilgili Türk aydınlarının ve tanınan ilim adamlarının eserlerinde bulunmaktadır.

Slav asıllı Kozaklar günümüzde de Kırım Türkleri (8) başta olmak üzere, çeşitli Türk boylarına karşı beslemiş oldukları düşmanlık duygularını farklı şekillerde sürdürmektedirler (9). Hatta Kazakistan’ın batı kesiminde yaşamakta olan Kozaklar 1990–1991 yıllarında defalarca geleneksel kıyafetleriyle atlara binerek, sokaklarda gövde gösterisi gerçekleştirerek, bağımsız bölge talebinde bulunmuşlardır.

Kazak ve Kozak terimlerinin, kısa bir süre içerisinde ilgili bilim adamları tarafından belirginleştirilmesi lazım.

Sadece isim benzerliği yüzünden, hatta bir ulus bile olmayan bu grubun Osmanlı döneminde yapmış oldukları yağmalar ile zorbalıkları, Kazak Türklerine “yamama” ve mal etme çabalarının iyi niyet içerdiğini söylemek zordur.

Henüz çevrilme aşamasında olan Abhazya isimli ders kitabında: “XVII. y. Türk kıyılarına hafif kayıklarıyla Abhazya kıyılarına kadar gelen ve Pitsunda da dâhil olmak üzere bazı noktalarda duraklayan Don ve Dnyepr Kozaklarının saldırıları sıklaşmıştır… Kozakları Türklere karşı mücadelede kendi müttefikleri olarak değerlendiren Abhazlar, onlara çok büyük destek vermişlerdir. Don Kozaklarının efsanelerinde “Türk Müslümanlara” karşı “Hıristiyan Abhazlarla” birlikte yapılan seferlerine dair bilgiler yer almaktadır…” (10) denilmektedir.

Tarih biliminde çeşitli dönemlerde Rusçadaki isimlerinden hareketle “Kazaki ”, “ Kozaki” şeklinde isimlendirilen bu boy, Kazak bozkırlarına Çarlık Rusya döneminde göç ettirilmeye başlamıştır. Kazak ilim adamı Prof. Dr. Ordalı Konıratbay’ın kalem aldığı bir eserde Kozakların, Kazak bozkırlarına göçü ve yaptıkları zorbalıklar şu şekilde açıklanmaktadır:

” Çar yönetimi Kazakistan ve Orta Asya’yı (Türkistan’ı) tamamıyla işgal ettikten sonra, sömürge siyasetini planlı olarak güçlendirmeye başlamıştı. Yerli halk temsilcileri hükümet ve devlet yönetim idarelerine yaklaştırılmamıştır. Rusya, sömürge altına aldığı ülkeyi sömürmek ve Rusya’nın iç bölgelerindeki siyasi ve sosyal gerilimi yatıştırmak amacı ile Rus köylüleri ve Rus Kozak askerlerini Türkistan ülkesine göç ettirme işi hızlı bir şekilde yürütülmeye başlamıştır. Göçmen Kozaklar, yerli halktan (Kazaklardan) zor kullanma suretiyle alınan verimli ve bakir topraklı bölgelere yerleştirilmiştir, ülkenin asıl sahipleri ise topraklarından ve yurtlarından uzaklaştırılarak, iklimi elverişsiz, dağlı tepeli ve çorak bölgelere göçe zorlanmışlardır…

1917 yılında Geçici Hükümetin başında bulunan A.F. Kerenskiy 1915 yılında:" İngilizler ile Fransızlar sömürdükleri ülke halkına nasıl davrandılarsa, Ruslar da Müslüman Kazaklara aynen davranmalıdırlar " şeklinde nutuk atmıştı... Prjevalsk komünistleri Kazaklardan 25.000 desyatina toprak gasp ederek, oralara Ural Kozaklarını yerleştirmişlerdir, böylece Kuropatkin ve İskân İdaresinin (sömürgeci Çarlık Hükümetin) planı uygulanmış oldu”, “ Rus Kozakları , maddi bakımından varlıklı, yerli halkı sömürebilmek, yağma ve gasp etmek için hatta Rus köylüleriyle uzlaşmaya gelemeyen ve onlarla mücadele etmekte olan bir sosyal gruptur”…Turar Rıskul (Stalin tarafından katledilen Kazak asıllı liderdir-A.İSİNA) “ Çar hükümetinin sömürge siyasetini devam ettiren bir vârisi” sıfatıyla suçlar. Mevcut Sovyet hükümeti, eli silahlı Rus Kozakları ile Rus köylüleri üzerinde bir hâkimiyet kuramayacakları için bunun acısını ancak silahsız göçebelerden (Kazaklardan) çıkartabilmiştir” … Neticede sulanan toprak sahibi olamayan göçmen Rus Kozak köylüleri bir ekonomi krize girmişler ve Çar hükümeti ise bu krizden çıkmanın çözümü olarak yerli halkın (Kazakların) verimli topraklarını gasp ederek Kozaklara vermekten başka çare bulamamıştı… "Bu politika; özellikle , Rus Kozaklarının doyumsuz bir biçimde muazzam toprak parçasını asıl sahiplerinden gasp etme olaylarından sonra, Jetisu’daki toprak meselesini tırmandırmış ve doğal olarak Kazakların Jetisu’da 1916 yılındaki milli kurtuluş ayaklanmasının nedenlerinden birini oluşturmuştu… Rıskulov, Türkistan Cumhuriyetinin Anayasasına uygun bir şekilde kendine verilen yetki ve haklardan yararlanarak, Rus köylülerinin silahsızlandırılmasını, onların ekonomi durumunun yerli halkın durumu ile eşit hale getirilmesini, Rus köylüleri ve Rus Kozaklarının elindeki göçebe halkın topraklarının geri alınmasını sağladı… (11) ”

Bu alıntılardan da görüldüğü gibi, Kazak Türkleri, Çar Hükümetinin desteğini arkasına alan ayrılıkçı Rus Kozaklarından büyük zararlar görmüşlerdir. Hatta günümüzde bile Kozak grubunun çeşitli Türk boylarına karşı düşmanca hareket ettikleri yukarıda da belirtilmiştir (12).

Kozakların Osmanlı döneminde gerçekleştirdikleri çeşitli saldırı ve yağma faaliyetlerini, Kazak Türkleriyle özdeşleştirmeye yönelik kışkırtma amaçlı “aydınlatıcı” yazıların aynı zamanda Türk tarihini de saptırdığını özellikle vurgulamak gerekiyor.

Son olarak, herkesin bilmesi gereken bir durum var: söz konusu olay, Kazakistan ile Türkiye devletlerinin diplomatik ilişkilerinde herhangi bir soğukluk veya krize yol açmamıştır. Haliyle işçi kavgasını Kazak-Türk halkları arasında yaşanmış gibi çeşitli saptırma, yanıltma ve yanlış yönlendirmelere yönelik tüm çabalar başarılı olamayacaktır. Kavganın temelinde ise sosyal nedenlerin yanı sıra, kesin belli olmamakla birlikte Türk inşaat şirketlerinin Kazakistan’daki büyük başarılarından rahatsız olan dış güç odaklarının kışkırtma faaliyetlerinin yatması da ihtimaller arasındadır.

Olay; Kozakları kullanarak Kazak-Türk ilişkilerini zedelemeye çalışanların düşündükleri gibi körüklenmeye çalışılmasına rağmen, aksine her iki devletin ilgili kurumlarının ihmal ettikleri konularda daha sıkı ve ortak bir biçimde işbirliği yaparak, birlikte hareket etmeleri gerektiğini ortaya koymuştur.

*Dr., TASAM Orta Asya Uzmanı

Dipnotlar;

1. Türk-Asya Stratejik Araştırmaları Merkezi (TASAM), Orta Asya uzmanı.
2. Yücel Öztürk, http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=37879 Yeditepe Yayınları ; Aralık 2004, 1.baskı,
3. http://www.hurriyet .com.tr/yasam/ 3438962.asp? gid=57 , http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/5376833.asp?yazarid=28 gid=57
4. http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=194918
5. Prof. Dr. Nadir Devlet, Çağdaş Türk Dünyası (İstanbul: M.Ü. Yayınları No. 475, 1989).
s.147–168 Kazak adinin izahı: s.147. Çağdaş Türkler, (İstanbul: Çağ Yayınları 1993), s. 306’da ayni izah var. Bu kitap Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi’ne ek ve ayrıca Zaman gazetesi tarafından da okuyucularına dağıtıldığı için daha geniş kesime ulaşmıştı
6. Yücel Öztürk, http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=37879 Yeditepe Yayınları ; Aralık 2004, 1.baskı, 13.5x19.5, 486 sayfa, Türkçe, K.kapak. ISBN No: 9756480114
7.
8. http://www.usakgundem.com/haber.php?id=6528
9. http://www.millihareket.org/modules.php?name=HT-Icerik&ht_islem=goster&icerik=7
10. Abhazya Ders Kitabı, (İstoriya Abhazii) Ders Kitabı “Alaşara” Yayınevi, 1991. Suhum/Abhazya
11. Ordalı Konıratbay, Turar Rıskulov.Almatı, 1997/Kazakistan, ilmi monografi.
12. http://www.trt.gov.tr/wwwtrt/hdevam.aspx?hid=54084

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts