Wednesday, 17 October 2018

'Avrupa İslamı' fikrinin tarihsel kökenleri


'Avrupa İslamı' fikrinin tarihsel kökenleri

Avrupa “öteki”yi komşu olarak kabul etmeyen bir bağnazlık potansiyeline her devirde sahip oldu.
'Avrupa İslamı' fikrinin tarihsel kökenleri
İSTANBUL - Taceddin Kutay 
Avrupa’nın İslamiyetle tanışmasının hikayesini 50’li yıllarda yaşanan işçi göçüyle başlatan anlatılar, kıtanın İslamiyete yabancı bir yer olduğu algısını yaratır. Oysa Macaristan’ın doğusunda, Debrecen’in kuzeyinde yer alan Hajdúböszörmény şehri İslamiyetin Avrupa’daki köklerinin ne kadar eski olduğunu bizlere hatırlatır.
Büyük Macar kralı Aziz İstvan’ın 10. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte halkı kitleler halinde vaftiz olmuş ve Hıristiyanlığa geçiş başlamıştı. Buna mukabil Macarların tümden Hıristiyanlaşması söz konusu olmadı. Aksine Macarların bir kısmı Müslümanlaştı. Macarlaşan bu Müslümanlara “Böszörmény” adı verildi. Böszörménylerin aslında Macar olmadıkları ve Volga kıyılarından gelerek Macaristan’ı yurt tutan İsmaili Şii Türkler olduklarına yönelik iddialar var olmakla birlikte Macarca konuştukları biliniyor. Büyük Macar Prensi Géza’nın henüz 10. yüzyılda Müslüman Macarlara yaşamaları için bölgeler tahsis ettiğini biliyoruz. Dahası Macar tarihinin en önemli yazıtlarından olan Gesta Hungarorum Géza’nın bahşettiği bu topraklar arasında ülkenin baş şehri Budapeşte’nin de yer aldığından bahseder. Tuna nehrinin ikiye ayırdığı Budin ve Peşte kısımlarından oluşan şehrin Peşte kısmı, bu kaynağa bakılacak olursa, Géza tarafından Müslüman Böszörménylere verilmiş ve şehrin bu kısmı Müslümanlar tarafından kurulmuş olmalı.
Böszörményler Ortaçağ Macaristanında önemli ekonomik ve askeri roller oynamış bir topluluk olarak kaynaklarda yer alıyor. Ticaretle meşgul olmaları, bu topluluk üyelerinin Avusturya ve Almanya’ya kadar yayılmalarına sebep olmuş. Buna ilaveten Böszörményler güvenilir ve kabiliyetli askerler olarak tanınmışlardı; zira içkiye düşkün Macar askerlerinin arasından içki içmeyişleriyle kolayca sıyrılmış ve temayüz etmişlerdi. Böszörményler “şarap içmeyenler” olarak tanınıyorlardı. Buna mukabil, Böszörményler methedildikleri bu özellikleriyle aynı zamanda ayıplanıyorlardı. Şarap içmeyen “hilkat garibeleri” olarak görülen bu kimselere karşı içten içe bir öfke de büyümekteydi. Et yerken ayran içen, şaraptan “keyif almayı” bilmeyen bu “acayip” insanlar, Macar Kralı II. András’ın ünlü “Altın Fermanı” ile bir diğer nefret edilen topluluk olan Yahudilerle aynı statüye sahip kılındılar. Bu ferman onları belli kurallara bağlarken aynı zamanda korumaktaydı da. İçki Avrupalı zihninde Müslüman olanla olmayan arasında öyle belirleyici bir ayrım noktasıydı ki Gothold Ephraim Lessing “Türkler” isimli şiirinde şu ifadelere yer verir: “Türklerin ne güzel kızları vardır / Her biri sert namus bekçisidirler / İsteyen birden fazlasını alabilir / İşte Türk olma isteğim bundandır / Ne de dilerdim kendimi aşka vermeyi / Aşk ile huzurla bir ömür sürmeyi / Gelgelelim Türkler şarap içmezler / İşte Türk olmak istemeyişim bundandır”.
Böszörménylerin izlerine Osmanlı’nın Balkanlarda görülmeye başlandığı 14. yüzyıl’a kadar rastlamak mümkün. Öyle görülüyor ki Avrupa’nın içlerine doğru ilerleyen “Kafir Türkler” bu “Kafir Macar” topluluğa karşı gösterilen toleransın sonunu getirmiş, Böszörménylerin varlığına daha fazla tahammül edilemez olmuştu. Böszörménylerin zorla Hıristiyanlaştırıldığı tahmin ediliyor. Nasıl İslamlaştıklarına dair malumat sahibi olmadığımız Böszörménylerin akıbetlerine dair de elimizde çok fazla malumat yok. Ancak neticede onların ya “şarap içen” Macarlara dönüştüğünü yahut canlarından olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil.
Böszörményler elbette Avrupalıyı İslamiyetle ilk tanıştıran kimseler değildiler. Puvatya Savaşı’nda Emevi ordusunu mağlup eden Frank Kralı Karl Martell Avrupa’yı bu “habis” kitleden korumakla kıtanın hamisi konumuna yükselmişti. Martell’in başarısı o kadar büyük görülmüştü ki Franklar yıkılan Roma’yı tekrar ayağa kaldıran kimseler olarak görülmüş, Papalık tarafından kendilerine II. Roma unvanı verilmiş, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu tesis edilmişti. Buna mukabil Böszörményler kıtada yaşayan ve işgalci olarak görülmeyen, Müslümanlaşmış yerel bir topluluğun ilk örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Avrupa ve “öteki” ile yaşama kültürü

Böszörménylerin tarih sahnesinden çekildiği 14. yüzyıl Avrupası büyük pogromların tarih sahnesine çıktığı bir devirdi. Veba salgınından kırılan kıtada bir uğursuzluk nesnesi aranmaya başlanmış ve bulmakta da zorlanılmamıştı: Kıtada yaşayan Yahudiler kutsal ekmeğe hürmetsizlik ettikleri, Hıristiyan çocukları kaçırarak yedikleri, kutsal bakire heykellerine tecavüz ettikleri gibi garip iddialarla kovuşturmaya uğramış, 1348-1351 tarihleri arasında kıtanın pek çok bölgesinde katledilmişti. Yahudiler zaten tahammül edilen insanlardı ve IV. Karl kendilerini bir finans kaynağı olarak gördüğü için, bir fenalığa maruz kalmalarına kesinlikle rıza göstermemekteydi. Buna mukabil Yahudilerin nüfusu belli bölgelerde tahammül edilemeyecek orana ulaşmıştı. Özellikle Speyer, Worms ve Mainz şehirleri Yahudi nüfusun yoğunluğuyla rahatsızlık uyandırdığı şehirlerdi ve bu şehirlerde ekonomik üstünlük Yahudilerdeydi. “SWM” olarak kısaltıldığında İbranice “sarımsak” anlamına gelen “Şûm” şeklinde okunan bu şehirler mutlaka temizlenmeliydi. Bu sebeple kutsal topraklara yönelen haçlı seferleri bu şehirlere uğradı ve hatırı sayılır oranda Yahudi kılıçtan geçirildi, malları yağmalandı. Zaten talana niyetlenerek yola koyulan ordunun bir kısmı bu ganimetler sebebiyle geri döndü. IV. Karl Yahudilerden elde ettiği gelirden daha fazlasını Hıristiyan halktan elde ettiği demde Nürnberg Yahudilerinin yakılmasına göz yumdu. 562 Yahudi şehir surlarının dışında yakıldı. Günümüzde dünyaca ünlü Nürnberg Noel panayırının kurulduğu meydan, bu Yahudilerin mahallesinin yıkılmasıyla oluştu.
Avrupa’nın tarihi “öteki”nin varlığına tahammül edemeyiş hikayeleriyle doludur. Bartholomeos Gecesi Katliamı Fransa’da Protestan varlığına tahammülsüzlüğün neticesi olarak karşımıza çıktı. Ülkede Protestan bırakmamacasına kesen Katolikler sayesinde bir Fransız Hugenot Protestanlığından bahsetmemiz mümkün değil. Mezhep savaşlarının ünlü cuius regio-eius religio (iktidar kimdeyse onun dini geçerlidir) prensibi, bir bölgede farklı mezhepten kimselerin bulunmasına tahammül edilmeyeceğini ortaya koymuştu. Prusya Berlin şehrini kurduğunda, şehrin yarısına yakını Fransızca ve güney aksanlı Almanca konuşuyordu. Zira Fransa’da ve Bavyera-Avusturya bölgelerinde varlıklarına tahammül edilmeyen Protestanlar soluğu burada almışlardı. Müslümanlara ve Yahudilere karşı girişilen Reconquista sonrası İber yarımadasında yaşanan kıyım ve sürgünler, önceden üç dinin bir arada yaşadığı bölgeyi saf bir Hıristiyan bölgesi haline getirmişti. Portekizliler dinsel azınlıklardan arınmış ilk saf Hıristiyan krallık olmakla övünüyorlardı.
Yazımızın ebadı Avrupa’nın bin beş yüz senelik sergüzeşti içinde yaşanan “öteki” kıyımlarını daha fazla saymamıza mâni. Ancak bir hakikat ile karşı karşıyayız: Avrupa “öteki”yi komşu olarak kabul etmeyen bir bağnazlık potansiyeline her devirde sahip oldu. Farklı dinden ve kültürden komşularla bir arada yaşamaya yönelik bu hevessizliktendir ki Kıta Avrupasındaki şehirlerin hiç biri Pera’ya sahip bir İstanbul değildir. Bu iddiamıza istisna teşkil edecek yegane devlet Habsburg Avusturyası olmuştur. II. Josef’in Tolerans Fermanı ve Franz Josef’in Bosna’nın ilhakı sonrası İslamiyeti resmi din ilan etmesi gibi uygulamalar, Avusturya’yı bazı dönemlerde Kıta Avrupası’nın geri kalan kısmından farklı bir noktada değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır.

Avrupa’nın dinden anladığı

Avrupa’ya kimliğini veren Hıristiyanlık, dine yaklaşımı itibariyle Yahudilik ve İslmiyetten farklı bir karaktere sahiptir. Teşrî dinler olan İslamiyet ve Musevilik bireylerin günlük hayatlarına müdahale eden şeriatlara sahipken, Hıristiyanlık teşri bir din değildir ve ortaya bir şeriat koymaz. Buna ilaveten, söz konusu iki dinin sahip olduğu vahiy algısı Hıristiyanlıktaki vahiy algısından oldukça farklıdır. İsa Mesih “ete bürünmüş tanrı sözü”dür ve kendisinin havarisi Petrus aracılığıyla kurduğu Kilise yegane kurtuluş yoludur. Bu bakımdan bir Hristiyan için İncil İsa Mesih’e indirilmiş bir kitap değildir; aksine bizzat tanrı sözü olan Mesih’in hayatına yönelik ortaya konulan şahitlikleri ihtiva eden bir kitaplar bütünüdür. Din Kilise tarafından ortaya konulan ve Kilise idaresi tarafından dönemsel olarak dönüştürülmesi tabii karşılanan bir şeydir. Bu dönüşümlerin en tipik örneği VIII. Henri Tudor’un Anglikan Kilisesi’ni kurdurma hadisesidir. Kilise’nin aggiornamento olarak adlandırdığı prensip, Kiliseyi her devre uyum sağlayacak bir yapı olarak kurgulamıştır.
Siyaset-Kilise ilişkileri her dönemde farklılık arz etmiş, Hıristiyanlık bazı dönemlerde siyaset kurumunun ihtiyaçları doğrultusunda dönüşümler yaşamıştır. Kilise İnvestitur Kavgaları döneminde siyaset üzerinde belirleyici bir konumda bulunmuşken, bu iktidarını yitirmesinden sonra siyaset kurumu Kilise üzerinde belirleyici bir konuma yükselmişti. Bu hususlar göz önünde bulundurulmadan, “Avrupa İslamı” gibi bir fikrin nasıl ortaya çıktığı anlaşılamaz, zira dinin dönüştürülmesi fikrine nasıl gelinebildiği hususu, Avrupalının din olarak öğrendiği şeyin ne olduğuyla anlaşılabilir. Aydınlanma Kiliseyi hak iddia ettiği sahalardan geri çekilmeye, ancak etik rehberlik hudutlarında konumlanmaya zorlamıştı. Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de 19. yüzyılda Avrupa’nın “mucize dini”ni ortadan kaldıran ve “Etik dini”ni ortaya koyan bir dönüşüme sahne olmasıdır. Kilise ancak modern etik sınırlarında ahlaki öğütler vermekle yükümlü, sosyal faydaları olan bir kurum olarak tolere edilebilir. Günümüzde Kilisenin günlük hayatla ilgili yaptığı her türden çıkış Avrupa kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanmaktadır. Eşcinsellik karşısındaki tutumu, kürtaj eleştirisi gibi çıkışları Kilisenin, sınırlarını ihlal eden ve anlaşmayı çiğneyen bir kurum olarak algılanmasıyla sonuçlanmaktadır. Kilise modernitenin hayat anlayışına yönelik arızalar çıkarma lüksüne sahip olmamalıdır; düzen içinde arıza çıkarması düşünülemez.

“Avrupa İslamı” sosyal rahatsızlığı giderir mi?

Teşri bir din olmamasına rağmen Hıristiyanlığın Avrupa sosyal hayatı içinde rahatsızlık vermeyecek şekilde tedip edilmiş olması, teşri bir din olan İslamiyet’in, Avrupalı nazarında her geçen gün daha büyük rahatsızlık vesilesi olmasına yol açıyor. Zira Kıta’da sayıları her geçen gün artan Müslümanlar, dinleri uyarınca sürdürdükleri hayatlarıyla, Avrupalının iflah olmaz “öteki” nefretini canlandırıyor. Siyasiler tarafından dile getirilen entegrasyon sorunlarının her biri, haklı tarafları bir yana, bu zenofobik (yabancı düşmanı) yatkınlığı mazur göstermek üzere kullanılan argümanlar olarak karşımızda duruyor. Kamusal alanda karşılaşılan her başörtülü kadın, helal et satan her kasap dükkanı “öteki” ile yan yana yaşamayı sevmeyen Avrupalıyı öfkelendiriyor.
Bütün bunlara ilaveten, temel bir hak olarak ibadethanesine sahip olmak isteyen bu kimselerin inşa etmeyi planladığı her cami, Avrupa’da yeni tartışmalara sebep oluyor. İsviçre’de 2009 yılında düzenlenen referandumla gelen minare yasağı, Viyana’nın Brigittenau bölgesinde yapılması planlanan cami karşıtı gösteriler gibi İslamiyet karşıtı duruşlar Kıta’nın dört bir tarafına yayıldı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Müslümanların gündelik hayatlarını zorlaştırmaya yönelik kanun tekliflerinin ardı arkası gelmiyor. On seneyi aşkındır süren helal et tartışmaları, Müslümanlara kasaplık hayvanlarını İslami usullerle kesilme hakkının yasaklanması teklifleriyle başlamıştı. Yahudilerin “koşer” kesim haklarının emsal gösterilmesi bu tartışmaları muvakkaten durdurdu. Fakat hemen akabinde sünnet tartışması başladı. Küçük çocukların sünnet edilmesinin insan haklarına uymadığı savından hareketle yasaklanmasını öngören yasa tasarısı, yine Yahudi “hıtan”ının örnek gösterilmesiyle engellendi. Müslümanların temel haklarının Musevilikle arz ettiği paralellik nispetinde tolere ediliyor olması, Musevilikten ayrıştığı noktalarda tolere edilmemesine doğal olarak yol açıyor. Son dönemde giderek yükselen başörtüsü karşıtı sesler, Musevilikle bir paralellik ortaya konulamadığı için “tam gaz” yükseliyor.
“Avrupa İslamı” ile amaçlanan şeyin Avrupa’nın sosyal dokusu içinde arıza çıkarmayacak bir İslamiyet yaratmak olduğu, konu hakkında yapılan yorumların en masumu. Dini sosyal hayata uyumlu olacak şekilde dönüştürmek gibi bir kültüre sahip olan Avrupalı aklı, İslamiyeti de Hıristiyanlık gibi dönüştürülebilir bir din olarak algılamak istiyor. Buna karşın İslamiyetin böyle bir tabiatının olmadığına yönelik bütün itirazlar kulak ardı ediliyor. “Avrupa İslamı” ile elde edilmek istenen netice, İslamiyetin teşri özelliklerini mümkün mertebe yok etmek, böylelikle İslam dinini kamusal alanda daha az görünür kılmak. İslamiyeti Hıristiyanlık gibi bir etik kurum haline getirmek, “Avrupa İslamı” taleplerinin varmak istediği nihai netice olarak karşımızda duruyor. İslamiyetin, müntesiplerine etik tavsiyeler veren ve gündelik hayata yönelik talepler ortaya koymayan bir din haline getirilmesi, yarattıkları Avrupa Hıristiyanlığına benzer bir “Avrupa İslamı” ortaya çıkarmayı hedefliyor. Neticede İslamiyet, Tanrı’ya verilen isim hariç, Hıristiyanlıktan farksız bir din haline getirilmek isteniyor.
Üretilmek istenen bu "İslamiyetsiz İslamiyet"in sosyal huzursuzluklara bir çözüm olup olmayacağı ise ayrı bir tartışma konusu. Müslümanların Avrupalının “ötekisi” olma özelliklerinden azade olamayacağı gerçeği, dinlerinin dönüştürülmesi tartışmalarından bağımsız olarak sürüp gidecek bir olguyu göz önüne seriyor. Zira karşı karşıya bulunduğumuz düşmanlık, bin senelik İslamiyet karşıtlığından farklı bir hüviyete sahip. Avrupalı, İslamiyete duyduğu nefretinden farklı olarak, komşusu olan Müslümana yönelik bir nefret geliştirmiş durumda. Bin yıllık “öteki” ile yaşayamama refleksi devreye girmiş, ötekisiz, homojen bir yaşam alanı özlemi bu nefreti büyütür hale gelmiş durumda. Böszörménylerin yok olması ve sıradan Macarlara dönüşmeleri örneğinde olduğu gibi, asimilasyona uğramadıkları ve Müslüman kaldıkları sürece, Müslümanlar Avrupalının ötekisi olarak kalacaklar. Sahip oldukları dinin “Avrupa İslamı” gibi uyduruk bir din olmasının da herhangi bir önemi olmayacak. Zira Müslüman kimliği Müslümanları her zaman “öteki” olarak var kılacak. 11 Eylül paradigmasının zincirlerinden serbest bıraktığı bu düşmanlık, Avrupalı zihninde meşru bir “öteki karşıtlığı” olarak okunacak. Neticede “Avrupa İslamı” çabaları ötekine yapılmış bir zulümden öteye gitmeyecek.
[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]

Tuesday, 16 October 2018

Bir sosyal mühendislik projesi olarak 'Avusturya İslamı'


Bir sosyal mühendislik projesi olarak 'Avusturya İslamı'

“Avusturya İslamı” ilk etapta Avusturya sınırları içinde yaşayan 700 bin kadar Müslümanın “ehlileştirilmiş”, devlet otoritesine boyun eğmiş bir İslam anlayışını yaşamasını ve öngörüyor.

Bir sosyal mühendislik projesi olarak 'Avusturya İslamı'
İSTANBUL - Kazım Keskin
Avrupa kıtasında müstesna bir örnek olarak Avusturyaİslam’ı resmi din olarak kabul etmektedir. Ülkede İslam’a resmi statü tanınmasının tarihi 1912 yılına kadar gitmektedir. Bilindiği üzere, 1908 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu toprağı olan Bosna-Hersek’in bu tarihte Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilmesini takiben, bu devletin uyrukları arasında Müslümanlar da yer almış oldu. Bu yeni durum karşısında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, yaklaşan I. Dünya Savaşı’nda ordusunu Müslüman Boşnaklarla güçlendirme hedefini de gözeterek 1912 yılında İslam’a resmi dini statü tanıyan bir kanun çıkarmıştı. 60’lı yıllardan itibaren ise başta Türkiye olmak üzere, Mısır, Tunus ve Bosna-Hersek gibi ülkelerden çok sayıda Müslüman işçi ve öğrenci Avusturya’ya yerleşmişti. Bazı Avusturyalıların da İslam’ı seçmesiyle sayıları yüzbinleri bulan Müslümanlar, içinde bulunulan uluslararası siyasal konjonktürün de yardımıyla 1979 yılında Avusturya İslam Konseyi’ni (IGGiÖ) kurarak 1912 yılındaki kanuni düzenlemeden kaynaklanan resmi statüyü perçinlemiş oldular.
2015 ise yılında Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ve Avusturya Halk Partisi (ÖVP) hükümetince parlamentodan geçirilen Avusturya İslam Kanunu ile Müslümanların diğer büyük dini azınlıklar olan Yahudiler ve Protestanlar gibi devlet nazarında eşdeğer hukuki statüde görülmesine bir son verilmişti. Böylelikle Soğuk Savaş’ın bitiminden, hassaten de 11 Eylül 2001’den itibaren İslam ve Müslümanların aleyhinde gelişen konjonktürün, yükselen aşırı sağ siyaset ve medyanın eylem ve söylemleriyle de desteklenmesi sonucunda, Avusturya’da da İslam ve bağlıları bir yandan baskılanmaya çalışılırken diğer yandan da bir çerçeve içine hapsedilmek isteniyor.
İlk olarak 1992 yılında Suriye asıllı Alman vatandaşı Bassam Tibi tarafından gündeme getirilen “Avrupa İslamı” kavramının gölgesinde kalmış olsa da, özünde aynı amaca matuf olan “Avusturya İslamı”, ilk etapta Avusturya sınırları içinde yaşayan 700 bin kadar Müslümanın “ehlileştirilmiş”, devlet otoritesine boyun eğmiş bir İslam anlayışını yaşamasını öngörüyor. Yukarıda zikredilen uluslararası konjonktürün dönüşümünün yanı sıra, Türkiye’deki 28 Şubat döneminden hatırlayacağımız şekilde, Avusturya Müslümanlarının toplumsal hayat basamaklarını birer birer tırmanarak sınıfsal konumlarını güçlendirmeleri, Avusturya elitleri tarafından bir rahatsızlık unsuru olarak görülüyor. Bu vesileyle, daha önceleri sorun olarak görülmeyen, Müslüman bireylerin görünürlükleri ve sosyal alandaki etkinlikleri kısıtlanmaya başlandı. Avusturya medyasının önemli bir bölümünün de desteğiyle, başta Başbakan Sebastian Kurz (ÖVP) olmak üzere çok sayıda siyasetçi aracılığıyla, aşırı sağcı jargon resmi devlet söylemi haline dönüştü. Bu İslamofobik sürecin henüz başında olsak da, anaokullarında ve ilkokullarda başörtüsü takmanın yasaklanması, hapishanelerde Müslüman tutsakların okuyacağı kitapları belirleme yetkisinin Avusturya İslam Konseyi’nin elinden alınması, Müslümanlar aleyhine kamuoyu oluşturmak amacıyla düzmece raporlar hazırlatmak ve sokaklarda turistler dahil peçe takmanın yasaklanması gibi halihazırda gündeme getirilen uygulamalar, ilerleyen zamanlarda karşılaşacağımız tutumlara dair yeterince ipucu veriyor. Bu sürecin sonunda, baskılanmak istenen Müslümanların ortaya koyacakları tepkilere de bağlı olarak, ileri tarihlerde Müslümanlara ait kurumları tasfiye etmeye kadar varacak tedbirlerin öngörüldüğünü düşünmek için, tarihin tozlu sayfaları bize yeteri kadar malzeme veriyor. Bu çerçevede, İslam’ın Avusturya topraklarında günümüze kadar uzanan tarihini ana hatlarıyla 1912, 1979 ve 2015 yıllarını milat alarak okumak gerekirse; 2015 yılında başlayan ve Avusturya devletinin bir çeşit siyasal mühendislik hamlesi olarak da okunması mümkün olan “Avusturya İslamı”nın Müslümanlar tarafından kabul edilmemesi durumunda, devlet baskısının gün geçtikçe artacağı aşikardır.

“Avusturya İslamı”nın yerel aktörü kim?

“Avusturya İslamı”nın aslında “Avrupa İslamı”nın bir prototipi olduğu, Avusturya’nın da Avrupa coğrafyası için bir pilot bölge olarak değerlendirildiği ilk bakışta akla gelen hususlardandır. Bu durumda, kıta Avrupası coğrafyasında karşımıza iki çeşit sosyal mühendislik üretimi “İslam” çıkmaktadır: Birincisi Avrupa Birliği’nin bütünlüğünü koruması halinde vücut bulması planlanan “Avrupa İslamı”, diğeri ise ülkeler bazında geçerlilik kazandırılmaya çalışılan “Fransa İslamı”, “Avusturya İslamı”, “Almanya İslamı” ve benzeri ulus-devlet “İslamları”dır. İçinde bulunduğumuz konjonktür gereği, bu ikinci tür sosyal mühendislik çalışmasının, Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi, Avusturya’da da diğerinden daha önde olduğu söylenebilir.
“Avusturya İslamı” için en önemli yerel aktörün Adnan (Ednan) Aslan olduğu görülüyor. Almanya’da bir pedagog olarak eğitimini tamamlayan Adnan Aslan, köken olarak [Almanya’da sözde bir hilafet devleti kurduğunu ilan eden] Cemalettin Kaplan taraftarı bir yapılanmada yer almış olmasına rağmen, sorunsuz bir şekilde Almanya’dan Avusturya’ya gelip yerleşerek, burada önemli görevler üstlenmişti. Resmi anlamda herhangi bir dini eğitim almamış olan Aslan, önce Viyana Üniversitesi bünyesinde kurulan Din Pedagojisi bölümünde görev almış, sonra yine aynı üniversitede İslam ve Teoloji Araştırmaları Enstitüsü’nün başına getirilmişti. “Avusturya İslamı”nın Avrupa için değilse bile en azından Almanya için bir prototip olduğu düşüncesini akla getirircesine Almanya’dan bu ülkeye ge(tiri)len Adnan Aslan, tıpkı Avusturya’dan Almanya’ya giden (ya da götürülen) Lübnan vatandaşı Mouhanad Khorchide gibi, İslam’da herşeyin ölçüsünü belirleyenin Allah olduğu inancının zıddına, her şeyin ölçüsünü koyanın insan olduğu inancını savunan Mısırlı Nasr Hamid Ebu Zeyd’in mukallididir. Hümanizm felsefesinden yola çıkarak, İslam’a çerçeve çizmek isteyen bu üçlüden Aslan’ın, Avrupa düşüncesinin merkezinde de eski Yunan kökenli aynı felsefenin yattığını bildiğini ve “Avrupa/Avusturya İslamı”nı da buna göre şekillendirmek istediğini, kendisiyle yapılan bir röportajda dile getirmiş olduğu şu sözlerinden anlıyoruz: “Ben korkutucu Tanrı tasavvuru ile büyütüldüm. Avrupa’da okurken bu konularda farklı düşünmeye başladım. Avrupa’da özgürlük ortamında büyüyen insanların farklı düşündüklerini gördüm. Bir kız öğrenci arkadaşım bana arkadan sarıldığında hissettiklerimi hâlâ hatırlıyorum. Göğüslerini üzerimde hissettiğimde şöyle düşündüm: Ah, ne kadar da güzel bir duyguymuş bu! Ama o an bu duygularımı kabullenemedim. Eskiden kendimi iyi hissetmemem gerektiğini düşünürdüm. Şimdi bu takıntılardan kurtuldum. Artık biliyorum ki ben bir kadına bakıp bundan keyif alabilir, onunla gülüp dans edebilirim. Tanrı’ya diyorum ki: Sen bana geçmişte bazı kötülükler yapmış olsan da şimdi bunları telafi ediyorsun! Allah’la teolojik zorunluluklar olmadan da iletişim kurabiliyorum ve bu şekilde ona daha da yakınlaştım”.

Avusturyalı Müslümanlar ne yapmalılar?

Dünyaca ünlü Avusturyalı filozof Konrad Paul Liessmann’ın bir röportajında açıklıkla ortaya koyduğu gibi, “Avusturya İslamı” adı altında dayatılan anlayış çerçevesinde başta hukuk, siyaset ve eğitim alanları olmak üzere İslam’ın görünür olması istenmiyor. Müslümanların Avrupalı yaşam biçimine alternatif yaşam tarzlarını devam ettirmelerinin önüne geçebilmek içinse Liessmann, sınırlandırılmış yeni bir “İslam” çeşidine ihtiyaç olduğunu öne sürüyor ki Adnan Aslan’ın önderliğinde gerçekleştirilmeye çalışılan tam da budur. Avusturya İslam Yasası ile yürürlüğe konulduğu üzere, Avusturya dışından Müslüman din görevlilerinin ülkeye gelişlerinin önlenmesinin ve bu eğitimin Adnan Aslan’ın denetimindeki kurumlarda verilmek istenmesinin, Avusturya Müslümanlarının İslam anlayışının çerçevesini belirlemeye matuf bir çaba olduğu açıktır. Bu çerçevede Avusturya Müslümanlarına düşen en önemli görev, bu nevzuhur dini anlayışı pazarlayan kişi, kurum ve kuruluşların da kendilerini temsil edemeyeceklerini açıklıkla ortaya koymalarıdır. Eğer Müslümanlar 2015 yılında çıkarılan Avusturya İslam Yasası’nın taslak safhasındaki vurdumduymazlıklarını tekrarlayacak olurlarsa, çok yakın gelecekte İslam dışı bir “Avusturya İslamı”nı kabul etmek zorunda kalacaklardır.
[Avusturya ve Almanya iç siyaseti alanında uzmanlaşan Kazım Keskin halen Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmasına devam etmektedir]

'Avrupa’da İslâm' mı, 'Avrupa İslâmı' mı?



'Avrupa’da İslâm' mı, 'Avrupa İslâmı' mı?

Uzun süredir “Avrupa İslamı”, Avrupa’da alabildiğine gündemde olup tartışılan bir kavram.
'Avrupa’da İslâm' mı, 'Avrupa İslâmı' mı?
İSTANBUL - Prof. Dr. Özcan Hıdır
Uzun süredir “Avrupa İslamı”, Avrupa’da alabildiğine gündemde olup tartışılan bir kavram. “Almanya İslâmı”, “Fransa İslâmı”, “Hollanda İslâmı”, “İngiltere İslâmı”, “Amerikan İslâmı” ve “Avusturya İslâmı” gibi alt versiyonlara sahip bu kavram, özellikle 11 Eylül 2001 hadisesi sonrasında, sözü edilen ülkelerde olduğu gibi, Avrupa çapında da siyasî bir proje olarak karşımızda. Bu versiyonlar arasında, ilgili ülkelerin yerel şartlarına bağlı bazı farklar olsa da, bu durum meselenin özünü değiştirmiyor. Zira temel paradigmalar hemen her bir versiyonda aynı kalıyor.
Nitekim hemen hepsinde temel amaç, Müslümanların İslâmî kimlikleri-kişilikleriyle çelişse bile, Avrupa norm ve değerlerini içselleştirmeleri beklentisidir. Bu ise esasen kamusal alanda görünürlüğü en aza inmiş, hayata dair temel iddialarından mümkün olduğunca arınmış ve Avrupa’nın seküler toplum yapısına uygun hale getirilmiş, “görünür olmayan” bir İslâm anlayışını ifade ediyor. Şarkiyatçılar ve sosyal bilimcilerce (siyaset bilimci, sosyolog, antropolog) buna dair genişçe bir literatür de üretildi, üretiliyor. Bu manada, Batı’da İslâm ve Müslümanlarla alakalı hemen her önemli tartışmanın, “Avrupa İslâmı” projesiyle şu veya bu şekilde bağlantılı olduğunu söylemek mümkün.
“Avrupa İslâmı” üst projesiyle doğrudan bağlantılı olan bazı projeler, bazı ülkelerde somut meyvelerini vermeye de başladı. Nitekim Macron’un “Fransa İslâmı” adıyla dillendirip geçtiğimiz aylarda yayımlanan bir raporla belli oranda ete kemiğe bürünen projesi bunun en son ve somut versiyonu. “Avrupa İslâmı” dayatmaları konusunda önemli bir tecrübeye sahip olan Fransa’da, 300 sözde aydının imzaladığı ve Kur’an’ın ve İslâm’ın “reforme edilmesini” talep eden bildiri de, Macron’un “Fransız İslâmı” projesinden bağımsız değil. Almanya ve Avusturya’da da benzer projelerin devreye alınmaya başladığı biliniyor. İslâm’ın resmi din olarak kabul edildiği 1912 tarihli “İslâm Kanunu”nda kapsamlı değişiklikler yapan 2015 yılındaki “Avusturya İslâm yasası” ve akabindeki gelişmeler, bu İslâm projesinin Avusturya örneği olarak karşımızda. Almanya’daki Müslümanların ve geleneksel İslâmî temsil kurumlarının ve cemaatlerin geleceğini doğrudan etkileyecek yeni düzenlemeler, “Avrupa İslâmı”nın Almanya versiyonu olarak tezahür ediyor.
Şu halde bütün bunlar, Avrupa’daki “modern-ulusal İslâmlar”ın pilot uygulamaları olduğu gibi, daha geniş manada da bir üst “Avrupa İslâmı” projesinin alt versiyonlarıdır.

“Avrupa’da İslâm” mı, “Avrupa İslâm’ı” mı?

Bu başlıktaki soruyu “Avrupalı Müslümanlar mı” yoksa “Avrupa’da Müslümanlar mı” şeklinde de sorabiliriz. Bu iki durum arasında önemli bir farkın olduğu aşikâr. “Avrupa’da İslâm ve Müslümanlar” kavramlaştırması, Avrupa’daki Müslümanların “kendileri” olarak yaşamalarını, kimliklerini koruyarak sağlıklı bir entegrasyonla bulundukları ülkelere sosyokültürel, siyasî ve ekonomik olarak katkıda bulunmalarını ifade ediyor. Avrupa’ya özgü bir İslâm pratiğini, yorumunu kabul eden bir tutum benimseyen ve şu an cinsel taciz suçlamasıyla Fransa’da tutuklu olan Tarık Ramazan’ın genel yaklaşımının da bu yönde olduğu biliniyor.
Tabiatıyla burada Avrupa’daki Müslümanların bu katkıyı ne derece yapabildikleri, nasıl yapmaları gerektiği, bunun için gerekli yöntemin ne olduğuna dair kendi aralarındaki dinî, siyasî, sosyokültürel tartışmalar oldukça önemlidir. Nitekim bu tartışmalar, Avrupa’daki Müslümanların geleceğini yakından ilgilendiriyor. Ne var ki reaksiyoner tavırları ve edilgenlikleri sebebiyle, Müslümanlar tarafından bu tartışmaların yeterince ve olması gerektiği gibi yapıldığı pek söylenemez. Bununla birlikte, meselenin dinî/fıkhî boyutunun günümüzde “fıkhu’l-ekalliyyât” (azınlıklar fıkhı), “fıkhu’z-zarûrât” (zaruretler fıkhı), “maslahat-mekâsıd” (maslahatlar-gayeler) gibi konu başlıkları altında tartışılmakta olduğunu ve bu manada önemli bir literatürün de oluştuğunu belirtmek gerekir. Burada en temel problem, İslâm’ı iyi bilen, İslâmî metinlere vakıf olan alimlerin “bağlam”ı yeterince bilememeleri, buna karşılık bağlamı iyi bilen Müslümanların da İslâmî ilim ve metinlere yeterince vakıf olamamalarıdır.
Öte yandan “Avrupa İslâmı” ise yukarıda da kısmen işaret edildiği üzere, Avrupa norm ve değerlerine –özellikle de değerlerine– tastamam uyum sağlamış, Müslümanlar olarak toplumsal görünürlük ve iddialarından mümkün olduğunca arınmış, İslâm’ı yaşamayı özel alanlara hapsetmiş ve bunu gerekirse devletin yasaklamalarıyla da olsa gerçekleştirmiş bir anlayışı ifade ediyor. Bunun ise esasen dünyevileşmiş ve sekülerleşmiş bir İslâm anlayışına karşılık geldiği söylenebilir.
Bu anlamda Fransa, Almanya, Hollanda, Avusturya, İsviçre ve Belçika gibi önemli oranda Müslüman nüfus barındıran ülkelerde Müslümanlar “medenîleşerek”, ılımlaşarak, çerçevesi egemen devletlerce çizilmiş “ulusal pilot İslâmlar”ın bir parçası olacaklardır. Avrupa’daki “dinsiz dindarlık” tartışmalarında olduğu gibi, Müslümanlar için de hayata müdahale etmeyen, tabir yerinde ise deistik anlamda “pasif bir Tanrı” anlayışına sahip, Avrupa normlarına uymayan ayetlerin Kur’an’dan çıkarılmasına ses çıkarmayan Müslüman tipinin arzulandığı söylenebilir. Özel olarak yetiştirilip Müslümanlarla ilgili belli kürsü ve projelerin başına getirilen, kök ülkesine yabancılaşmış “devşirmeler”in bu konuda en önemli katkıyı sağlayan grup olduğunu da belirtmek gerekir. Ayrıca çoğunlukla İran, Hind-Pakistan, Somali, Mısır ve Suriye gibi İslâm ülkelerinden Batıya göç etmiş/iltica etmiş “ex-Müslümanlar” (İslâm’dan irtidat etmiş olanlar) ile yer yer Selefî, yer yer de Sûfî görünümleriyle karşılaştığımız bazı mühtedileri de bu meyanda sayabiliriz. Son yıllarda Müslümanları “ehlîleştirme” ve “Avrupa İslâmı” projelerini hayat geçirmekte sözü edilen bu grupların öncü rol oynadıkları, Müslümanlarla ilgili kurumların başına bu tür kimselerin getirildiğini görüyoruz.

İslâm ve Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi görülmüyor

Burada şu hususa da işaret etmek gerekir ki İslam ve Müslümanlarla ilgili bütün bu tartışmaların, aslında Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili benzer tartışmalar bağlamında ele alınıp yürütülmesi beklenirdi. Ancak pratikte öyle olmuyor; İslam ve Müslümanlarla ilgili projeler ve tartışmalar, bilhassa 11 Eylül sonrasında, genellikle “güvenlik”, “entegrasyon” ve daha doğru bir tabirle “kültürel asimilasyon” bağlamında tartışılıyor. Bu durum, Müslümanlara yönelik tartışmaların iyi niyetten yoksun olduğunu, doğru kavram ve yöntemlerle yapılmadığını, ön yargılı ve çifte standartlı tutumlarla yapıldığını gösteriyor. Bu meyanda, daha ziyade Avrupa’daki aşırı sağcı-ırkçı veya marjinal partilerin dillendirip diğer sağ-sol merkez partilerce de genellikle desteklenip yasalaşan veya yasalaşması istenen “sünnet yasağı”, “helâl kesim”, okullarda başörtüsünün yasaklanması, minare-ezan yasağı gibi tartışmalar da, “Avrupa İslâmı”nın öncü tartışmaları olarak görülebilir.
Ancak “helâl kesim” ve erkek çocukların sünnet edilmesi tartışmalarının özellikle üzerinde durmak gerek. Zira her iki tartışma da hem Yahudileri hem de Müslümanlar için temelde teolojik bir tartışma olduğu halde, Yahudiler söz konusu olduğunda bu dini bir hak olarak yorumlanıp özel düzenlemelerle istisnalar getirilirken, Müslümanlar hakkında pervasızca “entegrasyon”, “kamusal alan” veya “insan-çocuk hakları” ve “hayvan hakları” gibi kavramlar gündeme getirilip tartışılıyor. Yine Yahudiler ve Hıristiyanların eğitim kurumları veya üst çatı örgütleri söz konusu olduğunda, “dublex ordo” anlayışıyla kendilerine bütçe verilip müfredatı kendilerinin belirlemeleri, hocalarını kendilerinin tayin etmelerine genelde müsaade edilirken, istisnalar bir yana, Müslümanların üst çatı örgütlerine genelde müdahale ediliyor veya Müslümanları temsil eden üst kurullar tepeden atamalarla oluşturuluyor; bütçe verilmiyor, verilse bile aşırı müdahaleci bir anlayışla kontrol ediliyor.

“Avrupa İslâmı” tartışmasının oryantalist arka planı

Burada “İslâm’ın aslında Yahudi-Hıristiyan kültürünün anlamsız bir yorumu ve ilkel insan toplulukları için üretilmiş terakkiye mani ikinci sınıf bir inanç biçimi” olduğunu ileri süren klasik oryantalist söylemin rol oynadığını söyleyebiliriz. Ateist, deist, agnostik ve nihilist gibi kategorilerle dinden uzaklaşmanın yüzde 70’lere vardığı bugünün Avrupa toplumlarında bu politika, “tüm dinler anlamsızdır; ama en anlamsız ve ilkel olanı İslâm’dır” söylemiyle öne çıkıyor. Buna göre İslâm, Yahudi-Hıristiyan arka plana sahip oryantalistlerin gözünde “Yahudilik-Hıristiyanlığın kötü bir taklidi”, seküler-oryantalist söylemde ise “çağın gerekleriyle uyuşmayan”, “arkaik” bir inanç biçimi olarak görülüyor. Böylece “Avrupa İslâmı”nı benimsemesi beklenen Müslümanlara dolaylı olarak, bu dinî, inancı terk etmeleri veya sadece vicdanlarına hapsetmeleri halinde kendileri gibi “medenîleşip terakki edecekleri” telkininde bulunuluyor. Burada da aslında kültürel ırkçı, benmerkezci ve belki de öjenik bir bakışla merkeze alınan Avrupa norm ve değerlerine İslâm ve Müslümanların uydurulmaya çalışılması, modern, “ıslah edilmiş”, “ehlîleştirilmiş” bir İslâm inşa etme çabası belirgin olarak öne çıkıyor.
Günümüzde İslâm ve Müslümanlara yönelik bütün bu oryantalist arka plan, niteleme, etiketleme ve tanımlamalarda esasen şu ön kabul de çok belirgin ve son yıllarda en yetkili ağızlardan da açıkça dillendiriliyor: “İslâm ve Müslümanlar aslında Avrupa’ya ait değildir”. Bunun tersten okunuşu ise şudur: Müslümanlar şayet Avrupa’da yaşayıp gelecek inşa edeceklerse, ancak yukarıda bahsedilen “Avrupa İslâmı” çerçevesinde norm ve değerlerinden arınmış, sekülerleşip “ehlileşmiş” olarak Avrupa’da kendilerine yer bulabilirler; aksi durumda ise Avrupa/Batı İslâm ve Müslümanlara yurt olmaz. Aşırı sağın yükselişini –veya körüklenmesini–, Müslüman ve göçmen karşıtlığının artmasını, radikal-entegrist ve şiddet yanlısı Müslüman imajının sürekli öne çıkarılmasını, “çok kültürlülük sona erdi” söylemlerini ve dolayısıyla “kültüralist” ve “kültürel ırkçı” politikaların öne çıkmaya başlamasını da bu bağlamda düşünmek gerekir.
Şu halde, Avrupa’daki Müslümanların, kendileriyle ilgili bütün bu projelerin farkına varmalarının, bir Müslüman ülkesinde değil de “Avrupa’da Müslüman” olduklarının ve orada “Müslüman kalarak” oraya katkıda bulunmanın doğru yöntemleri üzerinde ciddiyetle durmalarının zamanı geldi de geçiyor.
[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesidir]

Demir İnşaat'ın Türk Şehri projesine Ukraynalılardan yoğun ilgi!



Yurt dışındaki ilk projesini 80 milyon dolarlık yatırımDemir İnÅŸaat'ın Türk Åžehri projesine Ukraynalılardan yoÄŸun ilgi!la Ukrayna'da hayata geçiren Demir İnşaat'ın "Türk Şehri" projesine Ukraynalılar yoğun ilgi gösteriyor.Demir İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Hamit Demir, proje hakkında bilgi verdi.

Demir İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Hamit Demir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ukrayna'nın Vinnitsya şehrinde 23 dönümlük arazi üzerinde inşa etmekte oldukları "Türk Şehri" projesine ilişkin bilgiler verdi.

Demir İnşaat'ın Türk Şehri projesine Ukraynalılardan yoğun ilgi!
Yurt dışındaki ilk projeleri olan Türk Şehri'nin, 23 dönüm arazi üzerine 4 etap inşa edileceğini dile getiren Demir, 200 konutluk ilk etabın kaba inşaatının yarıya geldiğini, 200 konutluk ikinci etapta ise inşaatın yeni başladığını söyledi.

Demir, ekim ayında inşaatına başladıkları, toplamda 650 daire ve oteli içeren projelerinin ilk etabı için talep topladıklarını ifade ederek, "Şu an satışı yapmadık. 13 Mayıs'ta satışları başlatacağız. Ancak talep toplamak için çıkardığımız 200 daireye talep geldi ve biz talep alımını durdurduk." dedi.

"Konutta kullanılan malzemenin yüzde 75'i yerli"

Demir, projelerinde kullandıkları malzemelerin yüzde 75'inin Türk ürünü olduğunu, asansöre kadar her şeyi Türkiye'den götürdüklerini, ihalede bunların yazılı olduğunu belirtti.

Projenin ismi Ukraynalılardan

Demir, buradaki arsayı aldıklarında Ukrayna'da Türkiye'ye ve Türklere karşı bakış açısının olumsuz olduğunu söyleyerek, "Ancak Ukrayna'da yaşanan karışıklıklar ve Kırım'ın Rusya tarafından geçici olarak işgal edilmesi sonrası, başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükumetimiz tepki gösterdi. Kırım'ın Rusya tarafından ilhak edilme çabalarına karşı Ukrayna'nın yanında olunduğu şeklindeki açıklamalar ve ekonomik destek çok olumlu yansıdı. Şu anda Ukraynalılar Türkiye'yi ve Türkleri çok seviyor." ifadelerini kullandı.

Projeye başladıklarında 800 bin nüfuslu şehirde anket düzenlediklerine dikkati çeken Demir, bu ankette 5 farklı isim teklifinde bulunduklarını aktardı.

Demir, "Projeye Vinnitsya City, Ukrayna City gibi beş farklı isim önerisinde bulunduk. Türk ismini önerilerde hiç kullanmamamıza rağmen yüzde 96 'Türk City' çıktı. 'Burayı Türk şehri yapın' dediler." dedi.

80 milyon dolarlık yatırım

Demir, otel ve 650 konuttan oluşan 4 etaplık proje ile arsa için toplam yatırım bedelinin 80 milyon dolar olacağı bilgisini verdi.




Wednesday, 10 October 2018

Cemal Kaşıkçı olayında yeni görüntüler! Esrarengiz Suudi ekip kamerada



Cemal Kaşıkçı olayında yeni görüntüler! Esrarengiz Suudi ekip kamerada

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ortadan kaybolması olayına ilişkin Suudi Arabistan'dan gelen 15 kişilik esrarengiz istihbarat timinin görüntüleri ortaya çıktı. Son dakika habere göre, görüntülerde uçakla Atatürk Havalimanı'na gelen 15 kişi, iki farklı otele yerleşiyor. Suudi Arabistan Konsolosluğu'na ve konsolosluk rezidansına giden şahıslar, ardından özel jetle Türkiye'den ayrılıyor.


Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ortadan kaybolması olayına ilişkin Suudi Arabistan'dan gelen 15 kişilik esrarengiz istihbarat timinin görüntüleri ortaya çıktı.
2 Ekim günü Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu'na girdikten sonra ortadan kaybolan Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın kaçırılması olayına karışan 15 kişilik esrarengiz istihbarat timin HZ SK1 ve HZ SK2 kuyruk numaralı iki ayrı Gulfstream IV tipi özel jetle Riyad'dan kalkıp Atatürk Havalimanı'na geldi. İki farklı otele yerleşen 15 kişilik ekip, ardından Suudi Arabistan Konsolosluğu'na ve konsolosluk rezidansına gitti. Ekip aynı gün akşam saatlerinde ise yine özel uçakla Türkiye'den ayrıldı.
Kameralara yansıyan görüntülerde Suudi heyeti taşıyan uçak Atatürk Havalimanı'na iniyor. Ardından zanlılar araçlarla konsolosluğa gidiyor. Zanlılar daha yine özel uçakla Türkiye'den ayrılıyor.
İŞTE ESRARENGİZ SUUDİ GRUBUN LİSTESİ
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ortadan kaybolması olayına karışan 15 kişilik esrarengiz istihbarat timinin, Türkiye’ye giriş yaparken Atatürk Havalimanı’ndaki görüntülerine de ulaşıldı. 2 Ekim'de HZ SK1 ve HZ SK2 kuyruk numaralı iki ayrı Gulfstream IV tipi özel jetle Riyad'dan kalkıp Atatürk Havalimanı'na inen kişiler şunlar:
1 - Meshal Saad M Albostani (1987 doğumlu): Saat 01:45'te pasaport noktasından geçti. Wyndham Grand Hotel'de kaldı. Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle 21:46'da pasaporttan çıkış yaptı.
2- Salah Muhammed A Tubaigy (1971 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na 2 Ekim'de 03:38'de Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi. Mövenpick Hotel'de kaldı. Saat 20:29'da yine özel jetle çıkış yaptı.
3- Naif Hassan S. Alarifi (1986 doğumlu): Tarifeli uçakla geldi, saat 16:12'de pasaporttan geçiş yaptı. Wyndham Grand Hotel'de kaldı. Saat 21:45'te Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle dönmek üzere çıkış yaptı.
4- Muhammed Saad H. Alzahrani (1988 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na tarifeli uçakla geldi, saat 16:29'da pasaporttan geçiş yaptı. Wyndham Grand Hotel'de kaldı. Saat 21:44'te yine Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle dönmek üzere pasaporttan çıkış yaptı.
5- Mansur Othman M. Abahüseyin (1972 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na tarifeli uçakla geldi, saat 16:13'te pasaporttan giriş yaptı. Wyndham Grand Hotel'de kaldı. Saat 21:45'te pasaporttan çıkış yaptı.
6- Halid Aedh G. Altaibi (1988 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na tarifeli uçakla geldi, saat 01:44'te pasaporttan giriş yaptı. Wyndham Grand Hotel'de kaldı. 20:28'de pasaporttan çıkış yaptı.
7- Abdulaziz Muhammed M. Alhawsawi (1987 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na tarifeli uçakla geldi, saat 01:43'te pasaporttan giriş yaptı. Wyndham Grand Hotel'de kaldı. Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle dönmek saat 20:28'de pasaporttan çıkış yaptı.
8- Waleed Abdullah M. Alsehri (1980 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi, saat 03:41'de giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. Yine özel jetle dönmek üzere saat 17:44'te çıkış yaptı.
9- Türki Müşerref M. Alsehri (1982 doğumlu): Özel jetle geldi, saat 03:39'da pasaporttan giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. Yine özel jetle dönmek üzere saat 17:44'te çıkış yaptı.
10- Thaar Ghaleb T. Alharbi (1979 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi, saat 03:41'de giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. Saat 17:44'te özel jetle döndü.
11 - Maher Abdulaziz M. Mutreb (1971 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na özel jetle geldi, saat 03:38'de pasaporttan giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. 17:49'da çıkış yaptı.
12- Fahad Shabib A. Albalawi (1985 doğumlu): Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi. Mövenpick Hotel'de kaldı. Yine özel jetle dönmek üzere saat 17:46'da çıkış yaptı.
13- Badr Lafi M. Alotaibi (1973 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi, saat 03:41'de pasaporttan giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. Yine özel jetle dönmek üzere saat 17:44'te çıkış yaptı.
14- Mustafa Muhammed M. Almadani (1961 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi, saat 03:41'de pasaporttan giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. Tarifeli uçakla gitmek üzere saat 00:18'de çıkış yaptı.
15- Saif Saad Q Alqahtani (1973 doğumlu): Atatürk Havalimanı'na Sky Prime Aviation adlı şirkete ait özel jetle geldi, pasaporttan saat 03:41'de giriş yaptı. Mövenpick Hotel'de kaldı. Tarifeli uçakla gitmek üzere saat 00:20'de pasaporttan çıkış yaptı.
AYNI GÜN JETLE DÖNDÜLER
Akşam'da yer alan habere göre, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın Suudi Arabistan Konsolosluğu'nda kaybolmasının ardındaki sis perdesini aralayacak görüntülere Akşam Gazeteci ulaştı. Kaşıkçı'nın kaybolduğu gün Atatürk Havalimanı'na inen 2 Suudi jetindeki 9 şahsın konsolosluk ve havalimanı hattındaki karanlık güzergahı dakika dakika kameralara takıldı. Görüntülerde Atatürk Havalimanı'na inen 9 Suudi kontrol noktasından geçip araçlarla önce otele ardından da konsolosluk binasına gidiyor. Ardından şüpheli Suudi timi aynı günün akşamı yine havalimanından jetlerle havalanıyor. İşte meçhul 9 Suudi şahsın Kaşıkçı’nın kaybolduğu 2 Ekim günü 17 saat 28 dakikalık İstanbul turu…
KAPALIÇARŞI'DAN BAVUL ALDILAR
Cemal Kaşıkçı'nın kaybolduğu gün özel iki jetle İstanbul’a gelen meçhul 9 Suudi’nin aynı gün Kapalıçarşı’dan bavul aldıkları tespit edildi. Yapılan incelemede Suudilerin dönüşte aldıkları bavulların yanlarında olmadığı belirlendi. Emniyet raporunda, uçağa binecek şahısların Genel Havacılık Terminali'ne girdikleri an yanlarında bulundurdukları valizlerin X-RAY cihazından geçip geçmediğinin kontrolünün de yapıldığı belirtiliyor ve şu bilgilere yer veriliyor:
"X-RAY güvenlik görevlisine 'Bu bagajlarda parçalanmış vücut parçalarının olması durumunda bunun cihazlardan geçtiği esnada görülüp görülemeyeceği' sorulduğunda güvenlik görevlisi, vücut parçalarına ait izlerin mutlak suretle cihazdan görülebileceği, dolayısıyla 7 yolcuya ait bagajlarda herhangi bir olumsuz görüntünün olmadığını beyan etmiştir. CCTV canlı izleme ünitesinden saat 22:00'de hareket eden özel jet ile alakalı olarak canlı izleme yapılmış, uçağın park alanı tespit edilmiş, o esnada kamera açılarının el verdiği ölçüde kayıt altına alınmıştır."
POLİS MEZAR ARIYOR
Şüphelilerin geçtiği güzergahlarda inceleme yapan polis yeni kazılmış mezar aramak için özel bir ekip kurdu. Tüm ihtimalleri değerlendiren polis uzman ekiplerle Kaşıkçı’nın öldürülüp gömülmüş olma ihtimali üzerinde duruyor.suudi1
suudi2suudi3
İŞTE SAAT SAAT YAŞANANLAR

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmasıyla ilgili olarak 150 kameranın incelendiği belirtildi. İncelenen kameralardaki binlerce dakikalık görüntüdeki şüpheli durumlar tek tek tespit ediliyor.
03.28: Suudi Arabistanlı 9 şüpheli şahıs 2 Ekim 2018 günü özel jetle saat 03.28’de Atatürk Havalimanı’na iniş yapıyor.
03.37: Şahıslar uçaktan indikten sonra saat 03.37’de Havalimanı E kapısından giriş yapıp pasaport kontrollerinden geçiyor.
05.05: Şüpheli şahıslar havalimanından konsolosluğa ait araçlarla ayrıldıktan sonra 05.05’te Levent’teki Mövenpick Otel’e giriş yapıyor.
13.14: Saat 13.14'te gazeteci Cemil Kaşıkçı Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na giriş yapıyor. O saatten sonra da bir daha haber alınamıyor.
09.40: Mövenpick Otel’e sabaha karşı giren 9 şahıs sabah saat 09.40 ve 09.55 ve 10.50’de otelden ayrı ayrı gruplar halinde çıkış yapıyor.
12.14: Saat 12.14’te Başkonsolosluk önünde araç hareketliliği başlıyor. Art arda gelen konsolosluk araçları binaya giriş yapıyor.
15.08: Kaşıkçı’nın konsolosluğa girişinden sonra saat 15.08’de 34 CC 2248 ve 34 CC 1865 plakalı konsolosluk araçları hızlı bir şekilde çıkış yapıyor.
15.11: Saat 15.11’de 34 CC 1865 plakalı Mercedes Vito marka araç konsolosluğa yanaşıyor. Kısa bir hareketliliğin ardından araç kapalı garaja giriş yapıyor.
17.33: Saat 17.33’te Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice A. geliyor. Çünkü Kaşıkçı "Çıkmazsam Türk Arap Medya Derneği'ne haber ver" demişti.
19.57: Saat 19.57 ve 20.11 saatleri arasında şahıslar, daha önceki gibi yine 3 grup halinde otelden ayrılarak konsolosluk araçlarına biniyor.
21.00: Şahıslardan 6’sı saat 17.40’ta Atatürk Havalimanı E kapısından çıkış yapıp özel jete biniyor. Son grup ise saat 21.00’de diğer özel jete binip gidiyor. 

Thursday, 4 October 2018

Güneş ışınları milli ekonomiyi 'aydınlattı'


Güneş ışınları milli ekonomiyi 'aydınlattı'

Kayseri Organize Sanayi Bölgesinde (KOSB) 1 milyon metrekarelik alanda kurulu güneş enerjisi santrallerinden elde edilen enerjiyle milli ekonomiye yıllık ortalama 10 milyon dolarlık katkı sağlanıyor.
Güneş ışınları milli ekonomiyi 'aydınlattı'
KAYSERİ - MURAT ASİL
Kayseri Organize Sanayi Bölgesinde (KOSB) 1 milyon metrekarelik alanda kurulu güneş enerjisi santrallerinden elde edilen enerjiyle milli ekonomiye yıllık ortalama 10 milyon dolarlık katkı sağlanıyor.
Bölgedeki fabrikaların elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla KOSB'un hemen yanında kurulan ve Türkiye'nin en büyük güneş enerjisi santrali olduğu belirtilen tesis, yıllık 51 megavat kurulu güce sahip.
Kayseri Organize Sanayi Bölgesi'ndeki fabrikaların gündüz tükettiği elektriğin yüzde 20'sini karşılayan bu tesis sayesinde doğalgaz tüketimi azalırken, yıllık 10 milyon dolarlık kaynağın da yurt içinde kalması sağlanıyor.
KOSB Yönetim Kurulu Başkanı Tahir Nursaçan, AA muhabirine, bin 300 fabrikanın bulunduğu bölgenin Türkiye'nin en büyük 5. organize sanayi bölgesi olduğunu söyledi.
Anadolu'nun en önemli üretim üssünde 75 bin kişinin istihdam edildiğini belirten Nursaçan, son yıllarda güneş enerjisi alanında yaptıkları yatırımlarla hem bölgeye hem de ülke ekonomisine katkı sağladıklarını söyledi.
Yaklaşık 1 milyon metrekarelik alanda kurulan güneş enerjisi tarlasında elektrik ürettiklerini anlatan Nursaçan, "Ülke olarak temiz enerjiye önem vermemiz lazım. Allah'ın bize bahşettiği güneşi enerjiye dönüştürmeye karar verdik. Hızlı hareket ederek bunu yaptık. Şu anda Türkiye'nin en büyük güneş enerjisi santraline Kayseri OSB olarak sahip olduk. Bugünkü kapasitemiz 51 megavat." dedi.
KOSB yönetimi olarak bu alanı çok önemsediklerini, göreve geldikleri günden itibaren yatırımlarını hız kesemeden sürdürdüklerini dile getiren Nursaçan, şunları kaydetti:
"Görevi devraldıktan sonra güneş enerjisinden elektrik üretimine daha ciddi yatırımlar yapma kararı aldık. Biz geldiğimizde 6 megavatlık bir üretim vardı. Yaptığımız yatırımla güneş enerjisinden 51 megavat üretim sağlar hale geldik. Yıl sonuna kadar da yaklaşık 5 megavata yakın ilave yapacağız. Buranın yıllık cirosu 10 milyon doları aşıyor. KOSB'nin altyapı sorunlarını bu tesisten elde ettiğimiz gelirle uzun yıllar sanayicimiz elini cebine sokmadan hizmet edeceğiz. Bu, Kayseri için iyi bir fırsat oldu."

Bin 300 fabrikanın elektriğinin yüzde 20'si güneşten

Nursaçan, tesis sayesinde Türkiye'nin ithal ettiği ürünlerin başında gelen doğalgazın tüketiminin de azaldığını, bu şekilde hem ülkenin doğal kaynağı olan güneşi değerlendirdiklerini hem de ülke ekonomisine katkı sağlandığını vurguladı.
Tesisten elde ettikleri enerjiyle 60 bin konutun aydınlatılabileceğini aktaran Nursaçan, şunları kaydetti:
"Kayseri Organize Sanayi Bölgesi'nde bin 300 fabrikamız var. Organize sanayi bölgesinin 24 saatte kullandığı elektriğin yüzde 10'unu buradan üretebiliyoruz. 8 saat bazında hesapladığımızda da yüzde 20'sini buradan elde edebiliyoruz. Kayseri'de bizden hariç İncesu ve Mimarsinan Organize Sanayi bölgeleri var. Bu tesisten ürettiğimiz enerjiyle her iki OSB'nin de 24 saatlik elektrik ihtiyacının tamamı karşılanabilir. Bizim için burası gurur kaynağı oldu. İlerleyen zamanlarda imkan olursa burasını büyütmek isteriz. Doğalgazı ithal ediyoruz. Burayı kurarak elbetteki cari açığımızın kapanması için katkıda bulunmuş olduk. Türkiye, dünyadaki en büyük güneş ortalamasına sahip ülkelerden biri, bunu iyi değerlendirmemiz lazım. İnşallah, bu teknolojileri üreten fabrikaları da Kayseri'ye kazandırmanın gayreti içinde olacağız."
https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/gunes-isinlari-milli-ekonomiyi-aydinlatti/1272439

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts