Friday, 19 October 2018

Sıfır Atık Projesine Bakanlıktan 179 tonluk katkı


Sıfır Atık Projesine Bakanlıktan 179 tonluk katkı

Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca Sıfır Atık Projesi ile ana hizmet binasında toplanan değerlendirilebilir atık miktarı 16 aylık süreçte 179 tonu buldu.
Sıfır Atık Projesine Bakanlıktan 179 tonluk katkı
ANKARA - Yıldız Nevin Gündoğmuş
Alınan bilgiye göre, Bakanlığın, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın himayesinde 2017'de hayata geçirdiği Sıfır Atık Projesi'nin ülke çapında duyurulması, yaygınlaştırılması, halkın bu yönde bilinçlendirilmesi, çalışmaların daha etkin, sistemli yürütülmesi ve tüm Türkiye'de uygulanması için yapılan çalışmalar devam ediyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından projenin uygulamaya geçmesinden itibaren ana hizmet binasında elde edilen 16 aylık değerlendirilebilir atık verileri paylaşıldı. Buna göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ana hizmet binasında projenin başladığı günden bu yana 179 ton değerlendirilebilir atık, kaynağında ayrı toplanarak ekonomiye kazandırıldı.
Proje ile şu ana kadar 111 ton kağıt-kartonun geri kazanımı sağlanarak, bin 887 ağacın kesilmesinin önüne geçilmiş oldu.
Ayrıca 39 ton plastik atığın geri dönüşümüyle de 636 varil petrolün kullanımından da tasarruf edildi. 6,3 ton cam atık ve 8,7 ton metal atığın dönüşümüyle toplam 18,7 ton hammaddeden tasarruf elde edilirken, 6,5 ton organik atıktan 2,5 ton kompost (bitki atıklarından yapılan gübre) üretildi.
Projeyle Bakanlık binasından çıkan 2,8 ton yemek artığı da sokak hayvanları için barınaklara gönderildi.
Öte yandan 3 bin 210 litre bitkisel atık yağın geri dönüşümüyle aynı oranda biyodizel, bin 130 litre atık yağın dönüşümüyle 700 litre madeni yağ ekonomiye kazandırıldı.
Elde edilen kazanımlar sonucunda da 686 bin 107 kilovatsaat enerji, 3 bin 108 metreküp su, bin 210 metreküp depolama alanının tasarrufu sağlandı, sera gazı salınımı ise 22,2 ton azaltıldı.

'Çevre Etiketi' dönemi başladı

'Çevre Etiketi' dönemi başladı

Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca hazırlanan ve bugün Resmi Gazete'de yayımlanan Çevre Etiketi Yönetmeliği ile Çevre Etiket Sistemi hayata geçiriliyor.

'Çevre Etiketi' dönemi başladı
ANKARA - YILDIZ NEVİN GÜNDOĞMUŞ
Türkiye'de üretilen, dağıtılan, ihraç edilen veya ithalat yoluyla piyasaya sunulan ürün ya da hizmetlerin çevreye duyarlı ve çevre dostu olduğunu gösteren Çevre Etiket Sistemi, hayata geçti.
Çevre Etiketi Yönetmeliği bugünkü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan yönetmelik, çevresel etkileri azaltılmış ürünlerin teşviği ve tüketicilere doğru, bilimsel temele dayalı, gönüllülük esaslı "Çevre Etiketi Sistemi"ni oluşturarak, sistemin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları içeriyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, AA muhabirine yaptığı açıklamada, çevre, insan, sağlık, iklim ve doğal yaşamı korumak istediklerini anlattı. Kurum, şunları ifade etti:
"Çevre Etiketi Sistemiyle hedefimiz, bir ürünün veya hizmetin üretim aşamasından kullanım ömrünün bittiği ana kadar geçen bütün süreçlerde çevre, insan, sağlık, iklim ve doğal yaşam üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmaktır. Çevre etiketi uygulamasının tüm ürün ve hizmet gruplarında yaygınlaştırılmasını hedefliyoruz. Amacımız vatandaşlarımızın çevre ve insan sağlığına zararlı olabilecek ürünlerle çevre dostu ürünler arasında ayrım yapmasını sağlamak."
Kurum, Yönetmelikte yer alan çevre etiketinin belirlenmesine ilişkin esasları ise şöyle sıraladı:
"İklim değişikliğine ve biyolojik çeşitlilik üzerinde olumsuz etki yapan enerji tüketiminin azaltılması ve yenilenebilir enerji kullanımının teşvik edilmesi. Ürün veya hizmetlerden kaynaklı atık oluşumu ve çevresel ortamın maruz kaldığı emisyonlar ile zararlı maddelerin bertarafı. Teknik olarak mümkün olan durumlarda, çevre ve sağlığa zararlı maddelerin daha güvenli maddeler veya yöntemlerle değiştirilmesi. Ürün veya hizmetlerin kullanım ömrünün uzatılması ve yeniden kullanılabilirliğinin sağlanması ya da bir başka ürüne dönüştürülmesi yoluyla çevresel etkilerinin en aza indirilmesi."
Çevre etiketi taşıyan ürün veya hizmetlerin bu kriterlere uygun olmasının önemine dikkati çeken Kurum, "Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin de mümkün olduğunca azaltılması yine dikkate alınacak hususlardan biri olacaktır." dedi.
Ürün veya hizmet grubu kriterlerinin geliştirilmesi ve uygulanmasında ürün veya hizmetin çevresel performansının iyileştirilmesiyle mali ve idari yük arasında denge sağlanacağını vurgulayan Kurum, "Küçük ve orta büyüklükte işletmelere orantısız idari ve ekonomik yük getirecek kriterler belirlenmemesine özen göstereceğiz. Ürün veya hizmetlerde daha yüksek çevre performansına ulaşılmasını hedefliyoruz." ifadelerini kullandı.

Çevre etiketine kimler müracaat edebilecek?

Kurum, çevre etiketi başvuru süreci ve değerlendirilmesine ilişkin olarak da "Üreticiler, imalatçılar, ihracatçılar, ithalatçılar, hizmet sağlayıcılar, toptancı ve perakende satıcılar çevre etiketi başvurusu yapabilecek. Bakanlığımıza sunulan başvuru dosyaları en geç 30 gün içinde incelenecek. Format olarak başvurusu uygun olarak değerlendirilenler, yapılacak teknik incelemenin arından Çevre Etiketi Kurulumuz nihai kararı verecektir." bilgisini verdi.

Kanserojen ürünlere etiket yok

Bakan Kurum, toksik, çevreye zararlı, kanserojen özellikleri taşıyan kimyasal içerikli ürünlerin çevre etiketi alamayacağını belirtti. Çevre etiketi alan ürünlerin yanlış, yanıltıcı veya çevre etiketi bütünlüğüne zarar verecek reklam, ifade, etiket veya logo kullanamayacağını da ifade eden Kurum, çevre etiketi kullanımının 4 yıl süre için verildiğini, bu sürenin sonunda tekrar müracaat edilmesi halinde aynı aşamalardan geçerek uzatılabileceğini bildirdi.
Yürürlükteki ürün veya hizmet grubu kriterlerine uygunluğu sağladığı sürece çevre etiketinin kullanılabileceğini anlatan Kurum, çevre etiketinin tanıtımı ve kullanılmasının teşvik edilmesi için de çeşitli kampanyalar ve çalışmalar yapılacağını da dile getirdi.

Dev yatırım 'Star Rafinerisi' açılıyor

Dev yatırım 'Star Rafinerisi' açılıyor

SOCAR Türkiye tarafından inşa edilen STAR Rafinerisi'nin açılış töreni, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın himayesinde İzmir-Aliağa'da gerçekleştirilecek.

Dev yatırım 'Star Rafinerisi' açılıyor
ANKARA 
Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR'ın iştiraki SOCAR Türkiye tarafından inşa edilen "STAR Rafinerisi"nin açılış töreni, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın himayesinde İzmir'in Aliağa ilçesinde gerçekleştirilecek.
Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezinden yapılan açıklamaya göre, dev yatırım Star Rafinerisi'nin Aliağa'da düzenlenecek açılış törenine, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Azerbaycan hükümetinin üyeleri, ilgili kurum ve kuruluşların temsilcileri, çeşitli enerji şirketlerinin yöneticileri ve üst düzey bürokratlar katılacak.
Türkiye'de özel sektörün tek noktaya yaptığı en büyük yatırımı olan STAR Rafinerisi, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde son yıllarda gerçekleştirilen en büyük petrol operasyonları arasında yer alıyor.
Rafineri, Türkiye'deki ilk "Stratejik Yatırım Teşvik Belgesi"ne sahip proje olma özelliği de taşıyor.
Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, törene iştirak edecek olan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev'le ikili görüşme yapması öngörülüyor.
Muhabir: Selma Kasap

Thursday, 18 October 2018

Doğu Akdeniz'de Türk gemisine tacize engelleme



Doğu Akdeniz'de Türk gemisine tacize engelleme

Doğu Akdeniz'de araştırma yapan Barbaros Hayrettin Paşa gemisini taciz eden Yunan fırkateyni, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı unsurlarınca engellendi.
Doğu Akdeniz'de Türk gemisine tacize engelleme
Barbaros Hayrettin Paşa gemisi
ANKARA
Doğu Akdeniz'de araştırma yapan Barbaros Hayrettin Paşa gemisini taciz eden Yunan fırkateyni, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı unsurlarınca engellendi.

Rakamlarla STAR Rafineri





http://www.socar.com.tr/star-rafineri.htmlRakamlarla 
STAR Rafineri
Petrol ürünleri ithalatında her yıl 1,5 milyar dolar tasarruf sağlayacak
Türkiye’nin işlenmiş petrol ürünü ihtiyacının %25’ini tek başına karşılayacak
Günde 214 bin varil ham petrol işleme kapasitesi
Günlük 34 bin metreküp ham petrol işleme kapasitesi
1.640 milyon metreküp depolama kapasitesi








Yılda 4,8 milyon ton düşük kükürtlü motorin üretilecek
Yılda 1,6 milyon ton jet yakıtı,
Yılda 1,6 milyon ton nafta üretilecek
Yılda 300 bin ton LPG üretecek.
 55.000 ton yerüstü borularının ağırlığı
 1.045.000 metrekare boyandı

6,3 Milyar Dolar Yatırım Değeri6,3 Milyar Dolar Yatırım Değeri



19.500 Kişi
19.500 KİŞİ
STAR RAFİNERİ İNŞAATININ EN YOĞUN 
DÖNEMİNDE ÇALIŞAN SAYISI

1.100 Kişi
1.100 KİŞİ
İŞLETME DÖNEMİNDE 
SAĞLANACAK İSTİHDAM SAYISI



6,3 Milyar Dolar Yatırım Değeri1,5 Milyar DolarCari açığın kapatılmasındaki katkısı her yıl için 1,5 milyar dolar


Türkiye petrokimya sektörünün dışa bağımlılığını azaltacak STAR Rafineri’de petrokimya sektörü için önemli hammaddeler olan nafta, ksilen ve reformat ile cari açığın önemli kalemlerini oluşturan dizel, jet yakıtı, LPG ve petrokok gibi petrol ürünlerinin üretimi gerçekleştirilecek.

STAR Rafineri: 6,3 Milyar Dolarlık Dev Yatırım

Türkiye’de reel sektörün tek noktaya yaptığı en büyük yatırım olan STAR Rafineri, SOCAR Türkiye’nin Rafineri - Petrokimya entegrasyonunu hayata geçiriyor. STAR Rafineri, inşaatın en yoğun olduğu dönemde 3.000’den fazlası mühendis, 14 ülkeden 19.500 kişiye istihdam sağladı.

STAR Rafineri’nin Türkiye İçin Önemi



Türkiye’nin işlenmiş petrol ürünü ihtiyacının %25’ini tek başına karşılayacak olan STAR Rafineri, aynı zamanda Türkiye’nin ilk Stratejik Teşvik Belgesini alan şirket. 

STAR Rafineri ülke ekonomisi ve sanayinin ihtiyaçları gözetilerek stratejik ürünlere odaklanıyor. Yıllık 10 milyon ton ham petrol işleme kapasitesine sahip STAR Rafineri’de, yılda 4,8 milyon ton dizel ve 1,6 milyon ton naftanın yanı sıra ülkemizdeki cari açığın önemli bileşenlerinden olan jet yakıtı ve LPG gibi petrol ürünlerinin de üretimi gerçekleştirilecek. STAR Rafineri, Türkiye’nin en büyük yerlileştirme projesi olarak petrol ürünleri ithalatında her yıl 1,5 milyar dolar civarında tasarruf sağlayacak. 

Farklı ham petrol türlerini işleme teknolojisi ve 63 tank ile yaklaşık 1 milyon 640 bin metreküp depolama kapasitesiyle STAR Rafineri, Türkiye’nin rekabet gücünü artıracak.



Sürdürülebilir Enerji

STAR Rafineri, üretimde sürdürülebilirliğin önemine inanıyor. Çalışmalarının sosyal ve çevresel etkileri düzenli olarak denetleniyor ve dünya çapında örnek çalışmalara imza atılıyor. Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Türkiye çevre mevzuatı ve uluslararası kabul görmüş çevre standartları çerçevesinde çalışmalarını yürütüyor.

STAR Rafineri, tek noktaya yapılan en büyük yatırım olmasının yanında, mühendislik tasarımı aşamasında, çevrenin bir bütün olarak en iyi şekilde korunmasını sağlamak amacıyla, ekonomik olarak uygulanabilecek en ileri teknolojiler ve bunların uygulanış biçimleri anlamına gelen “En İyi Mevcut Teknikler” (Best Available Techniques) esas aldı.http://www.socar.com.tr/star-rafineri.html





Dev yatırım 'Star Rafinerisi' yarın açılıyor


Dev yatırım 'Star Rafinerisi' yarın açılıyor

SOCAR Türkiye tarafından inşa edilen STAR Rafinerisi'nin açılış töreni, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın himayesinde yarın İzmir-Aliağa'da gerçekleştirilecek.

Dev yatırım 'Star Rafinerisi' yarın açılıyor
ANKARA 
Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR'ın iştiraki SOCAR Türkiye tarafından inşa edilen "STAR Rafinerisi"nin açılış töreni, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın himayesinde yarın İzmir'in Aliağa ilçesinde gerçekleştirilecek.
Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezinden yapılan açıklamaya göre, dev yatırım Star Rafinerisi'nin Aliağa'da yarın düzenlenecek açılış törenine, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Azerbaycan hükümetinin üyeleri, ilgili kurum ve kuruluşların temsilcileri, çeşitli enerji şirketlerinin yöneticileri ve üst düzey bürokratlar katılacak.
Türkiye'de özel sektörün tek noktaya yaptığı en büyük yatırımı olan STAR Rafinerisi, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde son yıllarda gerçekleştirilen en büyük petrol operasyonları arasında yer alıyor.
Rafineri, Türkiye'deki ilk "Stratejik Yatırım Teşvik Belgesi"ne sahip proje olma özelliği de taşıyor.

Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, törene iştirak edecek olan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev'le ikili görüşme yapması öngörülüyor.
Muhabir: Selma Kasap

Wednesday, 17 October 2018

Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri


Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri

Türkiye’nin Batı karşısındaki hiyerarşiyi reddeden arayışına yönelik tepki, kuşkusuz en açık şekilde medya bağlamında görünür olmaktadır.
Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri
İSTANBUL - Yusuf Özkır/Ali Aslan
Gazete, televizyon, internet siteleri ve dergi haberleri incelendiğinde Türkiye’nin yakın çekimden Batı medyasının kapsama alanında olduğu görülüyor. Türkiye karşıtı yayınların yoğun şekilde işlenmesiyse giderek bir alışkanlık haline dönüşmüş durumda. Bu türden yayınlar ana hatlarıyla dört kaynaktan hareket edilerek toparlanmakta ve içeriğe dönüştürülmektedir. Kaynaklardan birincisi BBC, AP, Reuters ve AFP gibi küresel ölçekte yayın yapan haber ajanslarının Türkiye’den aktardığı haberlerden oluşmaktadır. Haber ajanslarından alınan haberler, ana akım medyanın dışında yerel medyada mesela ABD’de veya Almanya’da bir yerel gazetede çarpıtılmış bir haber olarak karşımıza çıkabilmektedir.
İkincisi küresel bir networke sahip olan CNN, Spiegel, Fox, The Economist, Newsweek, Financial Times, New York Times ve Washington Post gibi küreselleşmiş medya organlarının Türkiye’de çalışan muhabirlerinin hazırladığı haber, görüntü, fotoğraf ve yorumlarından oluşmaktadır. Üçüncüsü ise özellikle son yıllarda gözle görülür şekilde artış yaşayan ve kamuoyunun ilgisini daha fazla çekmeye başlamış olan yabancı medyanın Türkiye’de doğrudan Türkçe olarak yayın yapan kuruluşlarını kapsamaktadır. BBC Türkçe, Amerika’nın Sesi ve Deutsche Welle gibi kuruluşlar burada ilk akla gelenler. Rusya’nın sahibi olduğu Sputnik ve Çin’in sahibi olduğu CRI Türk yayın organları da son yıllarda Türkiye gazetecilik piyasasına girmiş ve onlar da dönemsel özelliklere göre niteliği değişen yayınları ile öne çıkmaya başlamıştır. Dördüncüsü ve genellikle daha az tercih edileni ise doğrudan Türk medyasına başvurularak yapılan haberlerden oluşmaktadır.
Türkiye söz konusu olduğunda Batı kamuoyunun bilgi edinme aracı olarak öne çıkan dört yapıyı belirttikten sonra Türkiye konulu haberlerin büyük ölçüde nasıl sunulduğunu irdelemekte fayda var. Tam olarak bu kontekste 1970’li yıllarda dolaşıma sokulan Gündem Belirleme Kuramının özündeki “medya ne düşüneceğinize karar veremeyebilir. Fakat bir konu hakkında nasıl düşünmeniz gerektiği konusunda sizi yönlendirir” yaklaşımının meselenin bam teline dokunduğunu vurgulayalım. Çünkü haberde içerik, üretilen bir şeydir ve onun eşik bekçileri tarafından kamuoyuna hangi bağlamda ve nasıl bir çerçeve ile sunulduğu okuyucunun ve izleyicinin düşünme biçiminin yönünü tayin eder.
Batı medyasının Türkiye konulu haberlerinde genellikle Türkiye ile Batı arasında tarihsel arka planı bulunan siyasi bagajlara gönderme yapacak şekilde bir söylemin tercih edilmesi hem gündem belirleme çabasıyla kamuoyunun düşünce biçimini yönlendirmeyi hedeflemekte hem de Batı medyasının güç merkezleri ile olan bağımlılık veya sözcülük ilişkisine örnek oluşturmaktadır.

Oryantalizmin Kavramları

Geleneksel anlamda Türkiye karşıtı olduğu bilinen daha sağ ve muhafazakar yayınların dışında liberal ve demokrat olarak bilinen yayın organları bile işbirliği içinde aynı pencereden Türkiye’ye bakmaya başlamış durumdalar.
Arada bir objektif içerik üretimi yapılıyor olsa da bütünsel bakıldığında eleştiri sınırlarını zorlayacak şekilde negatif bir tutumun varlığı hemen hissedilmektedir. Gazete, dergi, internet sitesi ve televizyonların yer aldığı gündelik ve anlık yayınlar incelendiğinde bu yaklaşım biçiminin süreklilik kazandığı görülmektedir. Basın tarihçileri Batı’da kurgulanan bu türden haberlerin geçmişini 1860-1870’li yıllara kadar geriye götürmekle birlikte son dönemde yoğunlaşan haberlerin ana omurgasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yer aldığı görülmektedir. Bu türden haber ve yorumlara ilk elden bakıldığında Erdoğan “bazen diktatör, bazen otoriter ve bazen çıldırmış” türünden oryantalizmin kavram silsilesi ve politik müktesebatı dâhilinde ele alınmaktadır. The Economist’in 2013 yılında “Sultan veya Diktatör” manşetiyle Erdoğan’ı kapağa taşıması ve sonrasında tüm Batı medyasında bunun bir furya olarak devam ettirilmesi, gündelik olan ile tarihsel olan arasında kurulan ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca basın tarihçilerinin çizdiği rota, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar takip edildiğinde, Batı medyasının çıkarlarını tehlikede gördüğü süreçlerde bir günah keçisi bularak çeşitli bahanelerle Türkiye karşıtı pozisyonda mevzilendiğini göstermektedir. Bu tarihi akış içerisinde Batı medyası için isimler ve onlara isnat edilen eleştirinin niteliği değişmiş fakat aslında Türkiye’nin hedef alındığı gerçeği değişmemiştir.

PKK, FETÖ ve Osmanlı vurgusu

Son dönemde Batı medyasında yer alan Türkiye karşıtı içeriklerin omurgasını belirleyen üç temel konu var: Birincisi Türkiye’nin bölünmesi için çalışan PKK-PYD-YPG terörüyle mücadelenin ısrarla “Kürtlerle çatışma” şeklinde çerçevelenerek sunulmasıdır. Bunun sadece bir kavram kargaşası olduğunu düşünmek meseleyi basite indirgemek olur. Aynı ifadenin ısrarlı bir şekilde pek çok yayın organı tarafından kullanılması bu konu üzerinden belirli bir ajandanın varlığına işaret etmektedir. Türkiye’nin terör örgütü PKK ile Kürtler arasında ayrım yapılması konusundaki hassasiyetine rağmen bu söylemin tekrar edilmesi, Batı medyasının değişmeyen bir yaklaşımı olarak varlığını korumaktadır.
İkincisi 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra görünür olan yaklaşımdır. FETÖ üyelerinin gerçekleştirdiği askeri darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile meydanları dolduran milli irade tarafından püskürtülmesi, Batı kamuoyunda irrasyonel bir şekilde karşılanmış ve neredeyse “darbeyi neden devirdiniz” hissiyatında yayınlara neden olmuştu. Devamında ise bir taraftan FETÖ elebaşı Gülen’i aklayacak yayınlar yapılmış, darbeye direnen milyonların direnişi itibarsızlaştırılmaya çalışılmış ve eş zamanlı olarak FETÖ üyelerine yönelik operasyonlar demokratik değerlere yönelik yapılıyormuş gibi (aslında tam olarak anti demokratik) bir söylem üretilerek küresel piyasaları esir alacak şekilde çoğaltılmaya çalışılmıştı. Bu bağlamda hem ABD yönetiminin hem de Avrupa ülkelerinin yaklaşımları medya ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Yani Batı medyası ile siyasetçileri arasında bir eşzamanlılık söz konusudur.
Üçüncüsü Türkiye’nin bölgesel açılımlarını ve daha muhkem bir ülke inşa etme çabalarını mahkûm edecek bir söylemin dolaşıma sokulmasıdır. Türkiye siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda Ortadoğu’ya, Afrika’ya veya Balkanlar’a yöneldiğinde Batı medyasında yer alan içeriklerde mesele bir şekilde Osmanlı devleti dönemi ile ilişkilendirilerek yönlendirme yapılmaktadır. Türkiye terör örgütleri DEAŞ ve PKK-PYD’ye karşı kuzey Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarını yaptığı dönemlerde de aynı söylem farklı bir bağlamda güncellenmektedir. Türkiye’nin Osmanlı’nın egemenliğindeki bölgelere dönme konusunda çaba içinde olduğu türünden kışkırtıcı bir dil kullanılmaktadır. Üç durumda da aslında dolaylı olarak Türkiye’nin gerek ekonomik ilişkilerini geliştirmek için gerekse sınırlarını korumak için uyguladığı sert ve yumuşak politikaların önü kesilmek istenmekte ve Türkiye’nin Batı dışındaki politika seçenekleri esir alınmak istenmektedir.
Türkiye’nin bu türden medya baskısını dikkate almadığı ve kendi çıkarları doğrultusunda adımlarını attığı ise bir gerçektir. Batı medyasının böylesine önyargılı bir tonda yayınlarına devam etmesinin arkasında ise bu politikaların değiştirilmemiş olması yatıyor. Kuşkusuz Türkiye’nin özgüven sahibi bir ülke olarak kendi tezlerini anlatma, politikalarını uygulama konusundaki iradesi karşısında Batı medyası üç bağlamda bu karşıtlığını dışa vurmaktadır. Bu üç bağlamdan ilki olan ekonomik gerekçeleri daha önce irdelemiştik. Bu metinde ise siyasi gerekçelere odaklanılmaktadır. Daha sonra ise üçüncü maddede yer alan dini nedenler bağlamında bir analiz ile batı medyasında artık bir saplantı haline gelmiş olan Türkiye karşıtlığının arka planına ışık tutulması amaçlanmaktadır.

Siyasi nedenler

Batı medyasının veya bir bütün olarak Batının Türkiye karşıtlığının normatif bir tutum olduğu düşünülmemelidir. Dost-düşman ayrışması üzerinden belirlenen siyaset, spesifik olarak ise uluslararası siyaset alanında siyasi aktörlerin karşıtlarına dair ahlaki (iyi-kötü), hukuki (doğru-yanlış) ve hatta estetik (güzel-çirkin) yargılarda bulunması doğaldır. Düşman özünde bizden olmayanı, bizim dışımızda ve karşımızda olanı niteler. Dolayısıyla düşman kötü, çirkin, zararlı ya da aklını kaçırmış olmak zorunda değildir. Ancak düşmanın ayrı bir iradeyi temsil ettiğinin ortaya konabilmesi ve dostların mobilize edilebilmesi için bir şekilde ahlaken, hukuken ya da estetik açıdan aşağıda olduğu veya tehdit unsuru olduğu vurgulanmak zorundadır. Sıralanan bu gayrisiyasi iddialar, ayrışmanın içerik kazanarak ve yoğunlaşarak belirginleşmesine hizmet eder. Siyaset ahlak, hukuk, estetik ya da ekonomi gibi kendisine içerik sağlayan ikincil sektörlerin kategorilerini kullanarak hareket eder (bu alanlardaki tezlerini medya üzerinden kamuoyuna paylaşır) ancak tüm bu sektörlerin ötesinde ve üzerinde yer alır. O halde Türkiye’ye karşı ahlaki, hukuki ve hatta tıbbi-psikolojik (akıl sahibi olan-olmayan) kategorileri kullanarak eleştiri getiren Batı’nın Türkiye karşıtlığının, özünde siyasi olduğunu belirtmek gerekir. Medya tam olarak bu havza içerisinde su taşıyıcı ana yataklarından birini oluşturmaktadır.
Bu karşıtlığın altında Türkiye’nin özellikle son dönemde Batı ile olan ilişkilerini siyasileştirmesi yer almaktadır. Batı-Türkiye ilişkilerinin uzunca bir süre bir alt-üst ilişkisi görünümünde olduğunu, yani iki eşit aktör arasında olmaktan uzak bir görüntü çizdiğini iddia etmek abartı olmaz. İlişkilerin siyasileşmesinden kasıt, Batılı kimliğin ve iradenin tahakkümüne girerek otonomisini yitiren Türkiye’nin yeniden iradesine sahip çıkması ve böylece Batı’dan ayrışarak hiyerarşiyi reddetmesidir. Yaşanmakta olan bu ayrışmayla, bir zamanlar Batılı kimlikte bir araya gelen siyasi iradelerin birlikteliği sonlanmış, ortaya iki otonom ve eşit yapı çıkmış ve haliyle yeniden ilişkiler dost-düşman zeminine yerleşmeye başlamıştır. Batı’nın artan şekilde Türkiye’ye karşı kullandığı terbiye edici ve üstenci dil bir yandan yaşanmakta olan eşitlenmeyi ve ayrışmayı durdurmak ve geri çevirmeye yönelikken, diğer yandan ise bu tablo karşısındaki çaresizliği ve tepkiselliği yansıtmaktadır.

Otonomlaşmanın üç aşaması

Türkiye kendisine geldikçe Batı’yla ayrışmakta ve bu da zaman zaman sertlik kazanan sürtüşmelere sebep olmaktadır. Bu noktada bir devletin otonomlaşması nasıl gerçekleşir sorusu etrafında meseleyi biraz açmak gerekir. Burada üç aşamadan bahsedilebilir. İlk aşama, devletin iç siyasi alanının kontrolünü tamamıyla eline alması, iç siyasete dair kritik konularda son sözü söyleyecek noktaya gelmesi ve kendi kararlarını kendisinin almaya başlamasıdır. Bunun için en temelde devletin toplumsal meşruiyetinin güçlü olması, yani ülkeyi yönetenler ile yönetilenler arasındaki bağın sağlam olması gerekmektedir. Devlet-millet bağının sağlamlığı bu iki unsur arasındaki etkileşimi sağlayan kanalın yani siyaset kurumunun alanının genişlemesine bağlıdır. Devlet ile millet arasında mesafe diğer devletler tarafından kolaylıkla manipüle edilerek kararlara nüfuz etmelerinin yolunu açabilir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu’da birçok otoriter rejimin dışarıya bağımlılığının başlıca nedeni budur.
Türkiye’de 2000’li yıllarda yaşanan demokratikleşme süreci bu durumu değiştirmeye yönelikti. Siyaset kurumu üzerindeki bürokratik vesayet baskısı azaltılarak ve siyasetin belirleyiciliği artırılarak devletin toplumsal meşruiyeti ileri bir noktaya çekildi. Cumhurbaşkanlığı sisteminin tesis edilmesiyle zirve noktasına ulaşan kurumsal dönüşüm, bu noktada özellikle zikredilmelidir. Devletin toplumsal taleplere kulak vermesi ve buna uygun politikalar geliştirmesi devlet-millet bütünlüğünü sağladı. Bu bağlamda toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindarlar üzerindeki baskılar kaldırıldı ve yine demokratik açılımlar süreciyle çeşitli toplumsal gruplar siyasi düzene entegre edilmeye çalışıldı.
Ancak iç siyasetteki bu demokratikleşme ve otonomlaşma çabaları bir noktadan sonra Batılı medya ve siyasi aktörler tarafından sabote edilmeye çalışıldı. İç muhalefet ve bazı toplumsal gruplar yönlendirilerek bu demokratikleşme ve otonomlaşma süreci baltalanmak istendi. Mayıs 2013’te Gezi ile laik kesimler kışkırtıldı. 6-8 Ekim (2014) olaylarından Temmuz 2015’teki “hendek siyaseti”ne yayılan bir süreçte ise Kürt sosyolojisi etki altına alınmaya çalışıldı. 17-25 Aralık (2013) yargı darbe girişimiyle başlayıp 15 Temmuz başarısız darbe girişimiyle ivme kazanan FETÖ’yle mücadele süreci engellenmek istendi. Tüm bu kriz anları ülkede demokratikleşmenin kökleşmesi sayesinde belli maliyetler üretse de kazasız bir şekilde atlatıldı.
Otonomlaşma mücadelesinde ikinci aşamayı dış politika oluşturmaktadır. Bir devlet dış politika kararlarını ne ölçüde kendisi verebiliyorsa o kadar otonom demektir. Bu da kendi bölgesel ve uluslararası sistemin güç dengesindeki konumu tarafından belirlenir. Bölgesel hegemonyadan bağımlı bir devlet olmaya uzanan skaladaki pozisyonu, devletin otonomisini ortaya koyar. Diğerlerinin kendi düşünsel yapısını ve eylemlerini etkilemesinin önüne geçen ve diğer devletleri kendi etrafında toplayan devlet, en yüksek otonomiye sahip devlettir.
Türkiye, içerideki demokratikleşme sürecine paralel olarak bölgesindeki devletler ve toplumlar nazarındaki meşruiyetini ve etkinliğini artırmaya yönelik adımlar attı. İçeride kendi kimliğiyle barıştıkça ve kendisine geldikçe, bölgesiyle de daha sağlıklı ilişkiler kurmaya başladı. Bölgesiyle zihinsel olarak barıştı. Dış politikada uzunca bir süre devam ettirdiği bölgesel izolasyonist ve yabancılaşma yaklaşımını terk ederek bölge ülkeleri ve toplumlarıyla beraberliği ön plana çıkaran bir yaklaşım geliştirdi.
Ancak Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde zirve noktasına ulaşan dış politikada kendi bölgesiyle barışma ve nüfuz alanını genişletme stratejisi, doğal olarak Batı’nın ve bölgedeki statüko güçlerinin tepkisini çekti. Statüko güçleri Türkiye’nin bölgeye dönmesini kendilerine bir tehdit olarak algıladılar. Bu tehdit algılaması hem siyasi-askeri bir boyuta hem de ideolojik-kurumsal bir boyuta sahipti. Siyasi-askeri boyutta Türkiye’nin güçlenmesinin güç dağılımını değiştirerek kendilerini zayıflatacağını düşünürken, ideolojik-kurumsal boyutta ise Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı demokratik dönüşümün otoriter bir doğaya sahip kendi iç siyasi düzenlerini sarsacağının endişesini yaşadılar.
Batı açısından ise, Türkiye’nin bölgesine dönmesi bölgede Batılı güçlerin hareket alanını daraltması ve uluslararası siyaset düzleminde ise uzun süreçte küresel güç dengesini bozma potansiyeli nedeniyle istenmeyen bir durumdu. Bu sebeple Türkiye’nin bölgeye dönüşünün önüne geçmek için YPG-PKK’ya silah sağlamaktan siyasi ve diplomatik kol kanat germeye varan bir siyaseti benimsediler. Bölgede İsrail-BAE-Mısır-Suudi Arabistan’dan oluşan statükocu otoriter rejimleri bir blok haline getirip Türkiye’ye karşı cepheleştirmeye çalıştılar. DEAŞ üzerinden Türkiye’yi şiddet sarmalına sokmak ve hareket alanını daraltmak için çabaladılar. Ve son olarak, neo-Osmanlıcı tezlerle bölge halklarını Türkiye’ye karşı milliyetçilik üzerinden kışkırtmaya varan girişimlerde bulundular. Tüm bu süreçlerde Batı medyası bir Truva atı işlevi gördü ve siyasi aktörlerin politikaları, medyada sınırsız destek buldu. Türkiye karşıtı kampanyalar, organize bir şekilde devreye sokuldu. Türkiye ise Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonları ve İdlib mutabakatı ile bu çevreleme siyasetini zayıflattı. Ancak dış politikada daha fazla otonomi sağlamak adına bölgede elde etmek istediği nüfuzu ve liderlik pozisyonunu tam anlamıyla gerçekleştiremedi.
Otonomlaşma mücadelesinin üçüncü ve nihai aşamasını uluslararası siyaset oluşturur. Bu boyutta devletler tüm sistemi içine alacak şekilde güç dengesini kendi lehine çevirmenin peşinde olur. Büyük güç statüsü elde etmek, çok-kutuplu bir sistemi çift-kutuplu ya da tercihen tek-kutuplu bir sisteme dönüştürme mücadelesi verir. Küresel hegemonya peşinde koşar. Küresel iktidardan en fazla payı alarak en tepeye yerleşmeye çalışır. Böylece diğer devletlerin düşünce yapılarını ve eylemlerini kontrol etmeye ve şekillendirmeye çalışır. Sonuçta iktidar mücadelesinde tepeye yaklaştıkça daha otonom, aşağıya doğru indikçe daha az otonom ve bağımlı bir devlet haline gelir. Coğrafyadan yer altı kaynaklarına, nüfusa ve askeri kapasiteye; milli kültür ve toplumsal moral-motivasyondan diplomasiye ve yönetim tekniğine birçok unsur devletlerin birbiriyle etkileşim halinde otonomilerini yükseltir ya da azaltır.
Türkiye’nin uluslararası siyaset alanında otonomisinin istenen ölçüde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Türkiye günümüzde büyük güç statüsü elde etme mücadelesi vermektedir. Türk dış politikasının bu strateji etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Kendi sabit ve değişken kaynakları ve tarihi olarak büyük güç rolüne olan aşinalığı ülkeye bu anlamda büyük bir potansiyel sunmaktadır. Zaten Batı medyasında sair zamanlarda çıkan yorumlarda da Türkiye’nin tarihi birikiminden dolayı büyük güç olabilme kapasitesine vurgu yapılmakta ve buradan hareketle kurgular oluşturulmaktadır. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olarak yer almak istemesi, ısrarla sürdürülen “dünya beşten büyüktür” siyaseti ve küresel bir mesele olan Kudüs konusundaki hassasiyetlerini çok açık bir şekilde dile getirmesi büyük güç potansiyelini ortaya koymaktadır. Tam da bu sebeple Batılı medya organları ve siyasetinde Türkiye’ye yönelik öne sürülen endişeler, özellikle “Sultan,” “Saray,” “Halife” ve “imparatorluk” gibi ifadeleri barındıran karalama kampanyaları ve siyasi çıkışlar bu durumu gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin uzun süreçte küresel iktidardan pay almak isteyeceğini düşünmekte ve bunun önünü almak adına otonomlaşma sürecindeki önceki aşamalar olan ülkenin iç ve bölgesel otonomi arayışını baltalamaya çalışmaktadırlar.
Burada üç aşamada vurgulanan Türkiye’nin Batı karşısındaki hiyerarşiyi reddeden arayışına yönelik tepki kuşkusuz en açık şekilde medya bağlamında görünür olmaktadır. Medyanın kamuoyunun şekillendirilmesindeki güçlü etkisi bilindiği için onun mesajı taşıyıcı, dağıtıcı, yönlendirici ve çerçeveleme özellikleri olabildiğince kullanılmak istenmektedir. İç ve dış haber kaynakları kullanılarak erişilen içerikler, gazeteciliğin temel ilkelerinden ziyade Batıyı merkeze yerleştirerek siyasi çıkarlara ve tarihsel arka plana uyumlu şekilde dışarıya servis edilmektedir.
Batı medyasındaki Türkiye karşıtı yayınların artması ve sertleşmesi ile Türkiye’nin muhatapları karşısında hiyerarşiyi reddeden yeni bir düzen arayışının kesişmesi şaşırtıcı değildir. Bu bağlamda Türkiye’nin otonomlaşmasını tamamlaması Batı medyasındaki önyargılı haberlerin ve yorumların normalleşebilmesi için en iyi seçen olarak görünmektedir.
[İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]
[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olan Ali Aslan, aynı zamanda SETA Vakfı Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]

'Ezan sesini çok özleyeceğim'


'Ezan sesini çok özleyeceğim'

YTB'nin bursuyla geldiği Türkiye'de Müslüman olan Güney Koreli Mina Eom, "Ezan sesini çok özleyeceğim. Buradaki insanlardan gördüğüm yardım ve samimiyeti unutmayacağım." dedi.
'Ezan sesini çok özleyeceğim'
ANKARA - TEVFİK DURUL
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının (YTB) Türkiye Bursları programıyla geldiği Türkiye'de Müslüman olan Güney Koreli Mina Eom, ülkesine dönünce "ezan sesini çok özleyeceğini" söyledi.
YTB'nin "Türkiye Bursları" programı kapsamında 2014'de geldiği Türkiye'de Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümünde yüksek lisans programından mezun olarak ülkesine dönmeye hazırlanan Mina, neden Müslüman olduğu, Türkiye'deki anıları ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hediye etmek üzere çizdiği yağlı boya resmine ilişkin AA'ya açıklamalarda bulundu.
İlk defa turist olarak 2012'de Türkiye'ye geldiği sırada İstanbul'dan Şanlıurfa'ya otobüsle 20 saat süren bir yolculuk yaptığını ifade eden Mina, "Yanımda çocuklu bir abla oturuyordu. Yol uzun olduğu için mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. O zaman hiç Türkçe bilmediğimden bana anlattığı herşeye tamam cevabı verdim." diye konuştu.
Mina, yolculuğun sonunda otobüste tanıştığı kişinin kendisini evinde misafir ettiğini söyleyerek, "Orada bir hafta kaldım. Çok büyük bir ailesi vardı. Düğüne katıldım, birlikte dans ettik. Bana elbise ve ayakkabı verdiler. Çok ilgi gösterdiler." dedi.
Burada yaşadıklarından çok etkilendiğini aktaran Mina, şöyle devam etti:
"Türkçe öğrendikten sonra o aileyle tekrar konuştum ve beni neden misafir ettiklerini sordum. Aslında beni Japon sanmışlar. Samuray falan gibi olduğumu sanarak korkmuşlar biraz. Ama 'misafir ağırlamak bizim sorumluluğumuz' cevabını verdiler. Bu denli bir misafirperverlik dünyada çok nadir görülen bir olay."

Türkiye'deki kültürel zenginlik

Mina, Türkiye'deki güzel hatıralarından dolayı öğrenim için Türkiye'ye gelirken kafasında çok soru işareti olmadığının altını çizerek, antropoloji, arkeoloji veya tarih okumak için Türkiye'nin çok uygun bir ülke olduğuna değindi.
Türkiye'de çok farklı kültürlerin bir arada olduğunu anlatan Mina, YTB'nin sağladığı burslu eğitim imkanıyla dünyanın farklı bölgelerinden gelen insanlarla arkadaş olma fırsatı bulduğunu dile getirdi.
Mina, "Güney Kore küçük bir ülke olduğu için Ortadoğu veya Güney Amerika'dan insanlarla tanışma fırsatı çok yok. Ancak burada sadece okula gidiyorum ve Ortadoğu'dan Afrika'dan ve Amerika'dan insanlarla tanışıp arkadaş olabiliyorum." şeklinde konuştu.
Antropolojinin dünyada yayılan ırkçılık ve ayrımcılık gibi akımların önüne geçmekteki etkisinden bahseden Mina, "Beraber yemek yediğim, çay içtiğim bir arkadaşımdan, beraber camiye gidip namaz kıldığım arkadaşlarımdan hep bir şeyler öğreniyorum." ifadesini kullandı.
Mina, yüksek lisans eğitimini başarıyla tamamladığı için mutlu, ancak Türkiye'den ayrılacağı için üzgün olduğunu belirterek, "Ezan sesini çok özleyeceğim. Buradaki insanlardan gördüğüm yardım ve samimiyeti unutmayacağım. Borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Çünkü herkes Kore'ye gidemiyor." dedi.
Kendisine bu imkanı sağlayan YTB'ye teşekkürlerini sunan Mina, sözlerine şöyle devam etti:
"Sabah ezanı okunurken, çok duygulandım. Çünkü Kore'ye döndükten sonra bu sesi duyamayacağım. Türkiye'nin zor zamanlar yaşadığını biliyorum. Ama Türkiye'nin hiçbir zaman yalnız olmadığını hatırlamanızı istiyorum. Sizin bizi (Kore Savaşında) koruduğunuz gibi biz de (Türkiye için) Allah sizi korusun diye dua ederiz."

Nasıl Müslüman oldu?

Mina, Güney Kore'deyken İslamiyete ilgi duymaya başladığını söyleyerek, "Bu İslam nedir ki? İnsan hayatını neden bu kadar etkiliyor?" diye merak ettiğini söyledi.
Güney Kore'deki Müslümanları araştırdığını, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif tercümelerini okumaya başladığını aktaran Mina, Türkiye'ye geldikten sonra dil sınıfında Malezya, Pakistan, Çad ve Yemen gibi ülkelerden Müslüman arkadaşları olduğunu belirtti.
Mina, farklı ülke ve coğrafyalardan gelen insanların Müslümanlık çatısı altında hemen bağ kurup kardeş gibi olmalarından çok etkilendiğinin altını çizerek, "Hani insanlar, sokakta çok yakışıklı ya da çok güzel birini gördüğünde merak eder ya. Acaba hangi kuaföre gidiyor, elbisesini nerden almış diye. Ben de (Müslümanları) öyle merak ettim." ifadesini kullandı.
Çadlı bir arkadaşının nasıl iyi bir insan olduğunu merak ettiğini dile getiren Mina, "Aslında çok basitmiş. Sadece Kur'an-ı Kerim'e uyarak iyi insan olmuş." dedi.
Mina, Çadlı arkadaşının yanında Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olduğunu anlatarak, "Türk halkı, Müslüman olmama benden daha çok mutlu oldu. Dini kitaplar, başörtü, seccade hediye ettiler, namaza gittiklerinde benim için dua ettiler. Ben de onlar için dua ediyorum." şeklinde konuştu.

Ailesi Müslüman olmasını nasıl karşıladı?

Güney Kore'de Müslüman olmanın "çok hoş karşılanmadığı" değerlendirmesini yapan Mina, "Allah'a şükür annem ve babam çok açık insanlar. Benim istediklerime saygı duyarlar. Ben namaz kılarken kapıdan meraklı gözlerle izliyorlar. 'Bize de dua et' diyorlar. Karşı çıkmadılar." dedi.
Mina, yüksek lisans tezi için araştırma yapmak üzere gittiği Artvin'de tanıştığı bir Kore gazisiyle olan hatıralarını şu şekilde anlattı:
"Yolda yürürken biri 'Siz Koreli misiniz?' diye sordu. Şaşırdım. Çünkü Artvin küçük bir yer. Genelde insanlar (çekik gözlüleri) Çinli ya da Japon sanıyor. Ben 'siz nerden anladınız?' diye sordum. 'Ben Kore gazisiyim' dedi. Bir hafta beni misafir etti."
Mina, o zamandan bu yana hala irtibat halinde olduğu Kore gazisinden "Dedem" diye bahsederken, onun da kendisine "Torunum" diye hitap ettiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmek istiyor

Erdoğan'ın Güney Kore'ye yapacağı ilk ziyarette onunla görüşerek bir hediye sunmak istediğini dile getiren Mina, bu konuda Türk arkadaşlarının görüşüne başvurduğunu anlattı.
Mina, arkadaşının, Erdoğan'ın annesine olan sevgisinden bahsettiğini ve yakın zamanda onu kaybettiğini anlatarak, bu konuda bir yağlı boya resim çalışması yaptığını söyledi.
Erdoğan'ı rahmetli annesine sarılırken tasvir ettiği resmin arka planında ise Seul'deki tarihi hanedanlık sarayını çizdiğini anlatan Mina, "Ben yurt dışında gezerken hep ailemin de yanımda benimle beraber o güzellikleri görmesini isterdim. Resimde de Erdoğan'ın yurt dışı seyahatlerinde aynısını hissettiğini tahmin ederek, bunu ifade etmek istedim." dedi.
Yaptığı resmin altına da "Cennet annelerin ayakları altındadır." Hadis-i Şerifi'ni yazan Mina, Türk halkı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a büyük sevgi duyduğunu vurguladı.

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts