Wednesday, 7 December 2016

Cibuti Hakkında Ansiklopedik Bilgiler


Cibuti (Arapçaجيبوتي okunuşu: CībūtīFransızcaDjiboutiSomaliceJabuuti), resmi adı Cibuti CumhuriyetiDoğu Afrika'da küçük bir ülke. Komşuları: Kuzeyde Eritre, batıda ve güneyde Etiyopya, güneydoğusunda ise SomaliKızıldeniz'e ve Umman Denizi'nin Aden Körfezi'ne kıyısı vardır. Arap Yarımadası'nda bulunan Yemen'e 20 kilometre uzaklıktadır. Başkenti Cibuti şehri'dir. Halkın %95'i Müslüman'dır.

Tarih[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Cibuti tarihi
Cibuti Cumhuriyeti 27 Haziran 1977 günü Fransa'dan bağımsızlığını ilan etti. Cibuti, hala "Fransız Somalilandı" olarak adlandırılmaktadır. Cibuti'ye bundan yaklaşık 1,000 yıl önce Arap Yarımadası'ndan göçen Müslüman Somalililer ve Afarlar yerleşmiştir.[1]

Demografi[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Cibuti demografisi
Ülkedeki iki büyük etnik grup Somalililerin İssa klanı ve Afarlar'dır. Ülkede Fransız sömürge dönemlerinden kalan insanlar olmakla birlikte büyük bir Arap nüfus da barındırmaktadır. 1990'lı yıllarda yapılan Cibuti İç Savaşı sırasında büyük bir Afar ve İssa kaybı yaşanmıştır.

Dil[değiştir | kaynağı değiştir]

Fransızca ve Arapça ülkenin resmi dilleri olmakla birlikte Somalice ve Afarca da geniş yayılım bulmuştur.

Din[değiştir | kaynağı değiştir]

Cibuti'nin en önemli dini İslam'dır. Tıpkı diğer İslam ülkeleri gibi Cibuti'de de her köy ve kasabada bir cami bulunur. Cibuti halkının %94'ü (2012 tahminine göre 740.000) Müslümandır. Müslümanların çoğu Sünniliğin Şafiilik mezhebine bağlıdır. Müslümanlıktan sonra diğer önemli din Hıristiyanlıktır.[1]

Coğrafya[değiştir | kaynağı değiştir]

Cibuti kuzeydoğu Afrika'da Umman Denizi'ne bağlı Aden Körfezi ve Kızıldeniz kıyısında bulunur. Ülkenin 314 kilometre kıyısı bulunmakla birlikte 113 kilometre Eritre ile, 337 kilometre Etiyopya ile ve 58 kilometre Somali ile (toplam 506 kilometre) sınırı vardır.Cibuti Büyük Rift Vadisi üzerinde yer alır.
Cibuti'nin, 23.200 km2 gibi küçük bir yüzölçüme sâhip olmasına rağmen, üç farklı fizikî yapısı mevcuttur. Kıyı bölgesi ile yüksek yayla bölgesini en yüksek noktası 1500 m’yi bulan dağlık bölge ayırmaktadır. Yayla bölgesi yer yer derin vâdilerle bölünmüş vaziyettedir. Irmakların mevcut olmadığı Cibuti’de bir çöküntü sonucu meydana geldiği anlaşılan Hanle Ovasında mevcut iki göl vardır. Alalı ve Assal ismindeki göller tuz gölü olup, bunlardan Assal deniz seviyesinden 150 metre aşağıdadır.
Sıcak ve kurak bir iklime sâhip olan Cibuti’de senelik sıcaklık ortalaması 32 °C civârındadır. Yağış dağlık bölgelerde kıyı bölgesine nazaran biraz daha fazladır. Yıllık yağış ortalaması kıyı şeridinde 130 mm iken, dağlık bölgelerde 500 mm. civârındadır.
Bitki örtüsü çok cılızdır. Yer yer görülen fundalıklar ve otlaklar hâricinde dağlık bölgelerde az da olsa zayıf ormanlara rastlanır. Tuz göllerindeki tuz ülkenin sâhip olduğu en önemli kaynaktır. Tatlı su gölleri ve dereleri bulunmayan ülke başka hiçbir tabiî kaynağa sâhip değildir.
Cibuti devletinin şu anki stratejisi sahip olduğu iyi jeostratejik konumundan faydalanmaktır. Ülkenin Bab'el Mandeb Boğaza açılımı ve istikrarlı oluşu başlıca avantajlarıdır. Özgürlüğünü ilan ettiğinden beri Cibuti, Fransa'nın dünyadaki en büyük askeri üssünü (yaklaşık 3000 asker) ve 2002'den beri de çok önemli bir Amerikan askeri üssünü barındırmaktadır. Devlet bu üslerden sırasıyla yıllık 30 milyon avro ve 30 milyon dolar gelir elde etmektedir. Devlet bu gelirlerin hemen hemen tamamını ülkenin en önemli gelir kaynağı olan limanın geliştirilmesine yönelik projeler için kullanmaktadır.
Cibuti limanı 1892'den beri faaliyet göstermektedir. Liman, 1998 yılında patlayan Etiyopya ile Eritre arasındaki savaş sırasında büyük değişim yaşadı. Eritre bağımsızlığını kazandıktan sonra Etiyopya kıyısız bir ülkeye dönüşmüş ve Assab Limanını kullanmaktaydı. Bu iki ülke arasında savaş patlayınca Etiyopya tüm alışverişini Cibuti Limanı üzerinden gerçekleştirmeye mecburdu. Ayrıca Birleşik Arap Emirleri ve Dubai Ports World (DPW) tan gelen büyük yatırımlar limanın geliştirmesinde büyük rol oynamıştır. Dubai Ports World( dünyanın 3. en büyük liman işletmecisi) 2000 yılından beri limanı yönetmektedir.
Ülke, Dorale'de daha gelişmiş ve 3. kuşak gemileri karşılayabilen yeni bir limanın inşaatını tamamlamıştır. Dorale limanı ayrıca 400 Milyon dolarlık yatırımla yapılan 20 hektarlık büyük bir serbest bölgesi içermektedir.USAID, Afrika' ya gönderilecek gıda yardımını bu bölgede depolamaktadır. 2006 yılında hizmete giren petrol terminali ise 153 milyon dolara mal olmuştur.
Ülkenin en önemli iş ortağı Fransa'dır, fakat Çin de diğer Afrika ülkelere olduğu gibi Cibuti'ye büyük ilgi göstermektedir. Nisan 2008' de Cumhurbaşkan İsmail Omar Geulleh Başkent Cibuti'den 15 km uzaklıkta bulunan Moucha Adalarında kumarhane ve lüks oteller inşa etmek isteyen Çin projesini açıklamıştır. Turizm bu ülkede hala az gelişmiştir. 

Türkiye'ye Afrika'da yeni ihracat kapısı


Türkiye'ye Afrika'da yeni ihracat kapısı

Cibuti, Türk ürünlerinin Afrika'ya daha kolay ve hızlı şekilde ulaşmasını sağlamak amacıyla, Türkiye'ye 5 milyon metrekarelik serbest bölge alanı tahsis etti.
Türkiye'ye Afrika'da yeni ihracat kapısı
ANKARA - Erdal Çelikel
Cibuti, Türk ürünlerinin Afrika'ya daha kolay ve hızlı şekilde ulaşmasını sağlamak amacıyla, Türkiye'ye 5 milyon metrekarelik serbest bölge alanı ayırdı.
Cibuti'nin Ankara Büyükelçisi Aden Hüseyin Abdillahi, AA muhabirine yaptığı açıklamada, iki ülke arasında 2012 yılından bu yana enerji, sağlık, eğitim ve yatırım konularında birçok anlaşma imzalandığını, ayrıca iş çevrelerinin katılımıyla çeşitli toplantılar düzenlendiğini anlattı.
Türkiye'nin Cibuti'ye ihracatının son 5 yılda 2 kattan fazla artarak 100 milyon dolara yaklaştığına işaret eden Abdillhahi, bu rakamın ülkesinin Türkiye'den yaptığı ithalatı tam olarak yansıtmadığını ifade etti.
Cibuti'nin serbest bölgeler kanalıyla çok önemli tutarda ithalat yaptığını söyleyen Abdillahi, "Kanaatimce Türkiye'den yaptığımız ithalat 150 milyon dolardan fazla. Çünkü birçok ürün serbest bölgelere geliyor ve daha sonra buralardan Cibuti'ye ulaşıyor. Bugün Cibuti'deki her dükkan ve süpermarkette Türk ürünlerini görebilirsiniz." dedi.

"Bölgenin Türkiye'den ithalatı 2 milyar dolara ulaşabilir"

Cibuti'nin yüzölçümü olarak küçük bir ülke olmasına karşın, Kızıl Deniz'in ve Doğu Afrika'nın giriş noktasında bulunması nedeniyle stratejik öneme sahip olduğunu dile getiren Abdillahi, şöyle devam etti:
"Ülke olarak, son 6-7 yılda, bölgedeki ana ortağımız Etiyopya ile önemli tutarlarda liman tesisleri, demiryolları, otoyol ve bankacılık alanında yatırımlar yaptık. Bunu yatırımcıların yolunu açmak için gerçekleştirdik. Ülkemin bulunduğu bölgede potansiyel çok yüksek. Bu bölge Türkiye'den yıllık 600 milyon dolar civarında ithalat yapıyor. Etiyopya yılda yüzde 8-9, Cibuti yüzde 6,7 düzeyinde büyüyor. Bölgedeki 200 milyonluk tüketici düşünüldüğünde 600 milyon dolarlık ithalat çok büyük değil. Bu tutarı artırmamız gerekiyor. Biz bunu gelecek yıllarda kolaylıkla 2 milyar dolar düzeyine çıkarabileceğimize inanıyoruz."

"Türk ürünleri 200 milyon tüketiciye ulaşacak"

Cibuti'de Türkiye için tahsis edilen serbest bölge alanına ilişkin bilgi veren Abdillahi, küresel dünyada iş yapma şekillerinin değiştiğine işaret etti.
Serbest bölgelerin tüketicilere daha yakın olma imkanı tanıdığını dile getiren Abdillahi, "Eğer bir Türk Ekonomi Bölgesi kurarsak Türkiye ham madde, endüstriyel tarım ürünleri, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi ürünleri buraya kolaylıkla ihraç edebilir. Bu, iş yapma şeklini değiştirecek ve en az 200 milyon tüketiciye Türk ürünlerinin çok kolay ve hızlı bir şekilde ulaşılmasını sağlayacak." dedi.
Abdillahi, Türkiye ve Cibuti'nin bu konu üzerinde çalıştıklarını, kurulacak serbest bölgenin yatırımcılar açısından çok büyük bir fırsat yaratacağını ifade etti.
Serbest bölge için ihtiyaç duyulan lojistik ve altyapının hazır olduğunu anlatan Abdillahi, "Yüksek verimli limanlarımız var. Afrika'da ender bulunan demiryolu ve elektrik hatlarını sağladık. Otoyollar yapıyoruz ve Türkiye için limanın yanına 5 milyon metrekarelik bir alanı serbest bölge için tahsis ettik. Bununla ilgili kanun Cibuti Devlet Başkanı tarafından Kasım 2015'te imzalandı." diye konuştu. 

"Yatırımcıları çekmek için tedbirler aldık"

Serbest bölgenin ticari ilişkilere sağlayacağı katkıya vurgu yapan Abdillahi, iki ülke arasındaki ticarette iyi bir ivme yakalandığını ve bu ivmenin serbest bölgeyle daha da artacağından emin olduğunu belirtti.
Bölgenin ekonomik olarak çok büyük ve istikrarlı olduğunu dile getiren Abdillahi, "Örneğin Etiyopya, Afrika'nın en büyük ve nüfus olarak en kalabalık ülkelerinden biri. Bu ülkede birçok Türk girişimcinin yatırımı var. Türk firmalarının Etiyopya'da 3 milyar dolar civarında yatırımı bulunuyor." ifadesini kullandı.
Abdillahi, yatırımcıları ülkesine çekmek için gerekli tüm tedbirleri alarak yatırım yollarını açtıklarını kaydetti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Hedefimiz 54 büyükelçiliği Afrika'da kurabilmek


Cumhurbaşkanı Erdoğan: Hedefimiz 54 büyükelçiliği Afrika'da kurabilmek

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Benin Cumhurbaşkanı Talon ile düzenlediği ortak basın toplantısında, "Hedefimiz 54 ülkede, 54 büyükelçiliği Afrika'da kurabilmektir." dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Hedefimiz 54 büyükelçiliği Afrika'da kurabilmek
Fotoğraf: AA/Halil Sağırkaya
ANKARA
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Hedefimiz 54 ülkede, 54 büyükelçiliği Afrika'da kurabilmektir. Çünkü her ülke irili, ufaklı, ne olursa olsun bizim için bir değerdir ve her ülkenin de Birleşmiş Milletlerde, ufağı, büyüğü yok, hepsinin bir rey hakkı vardır. Dolayısıyla bizim için hepsi önem ifade ediyor, dolayısıyla bu dostluğumuzu, dayanışmamızı da bir arada sürdürebilmek için bizim Afrika ile olan bağlarımız çok daha güçlü olmalıdır diye düşünüyorum." dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Benin Cumhurbaşkanı Patrice Talon, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde, baş başa ve heyetler arası gerçekleştirdikleri görüşmelerin ardından ortak basın toplantısı düzenledi.
Talon'a ziyaretlerinden dolayı teşekkür eden Erdoğan, 15 Temmuz'da Türkiye'de ordunun içerisine sızan bir grup Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensubunun, asker kıyafetine bürünmüş örgütün giriştiği darbe olayının akamete uğratılması ve püskürtülmesinin ardından Talon'un yaptığı ziyaretin manidar olduğunu ifade etti.
Erdoğan, ziyaret kapsamında imzalanan 5 anlaşmayla Türkiye-Benin arasında çok farklı bir sürecin başlayacağını belirtti.
Görüşmelerin samimi bir havada geçtiğini, ikili görüşmenin ardından heyetlerin bir araya geldiğini dile getiren Erdoğan, heyetler arası görüşmede Türkiye'nin büyükelçilik binasının gündeme geldiğini ve Talon'un büyükelçilik için Türkiye'ye yeni bir yer verilmesi teklifini sunduğunu bildirdi.
Büyükelçilik binası inşaatının tamamlanmasının ardından Benin'e ziyarete gidebileceğini söylediğini aktaran Erdoğan, mimarların yerinde incelemelerde bulunmasından sonra proje çalışmasının başlatılacağını ifade etti.
Cumhurbaşkanı Talon'un başarılı bir iş adamı olduğunu ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunun Benin'e çok farklı bir vizyon katacağına inandığını belirterek, "Değerli dostuma onun şahsında tüm Benin halkına, halkımın selamlarını özellikle iletiyorum." dedi.
Erdoğan, 14 yıl önce göreve geldiklerinde Türkiye'nin Afrika'daki büyükelçilik sayısının 12 olduğunu, bu sayının şimdi 39'a ulaştığını dile getirerek, "Hedefimiz 54 ülkede, 54 büyükelçiliği Afrika'da kurabilmektir. Çünkü her ülke irili, ufaklı, ne olursa olsun bizim için bir değerdir ve her ülkenin de Birleşmiş Milletlerde, ufağı, büyüğü yok, hepsinin bir rey hakkı vardır. Dolayısıyla bizim için hepsi önem ifade ediyor, dolayısıyla bu dostluğumuzu, dayanışmamızı da bir arada sürdürebilmek için bizim Afrika ile olan bağlarımız çok daha güçlü olmalıdır diye düşünüyorum." değerlendirmesinde bulundu.

'"Dostumuza düşman olana, biz dost olmayız' dediler"

En az gelişmiş ülkeler toplantısının kısa bir süre önce Türkiye'de gerçekleştirildiğini hatırlatan Erdoğan, toplantıya Afrika'dan gelen konuklarla birçok konuyu etraflıca inceleme imkanı bulduklarını belirtti. Erdoğan, "Şu anda 54 farklı Afrika ülkesinden yaklaşık 4 bin 500 öğrenci, gerek devletimizin gerekse gönüllü kuruluşlarımızın desteğiyle Türkiye'de eğitim alıyor. Bunun yanında Benin'den de 87 öğrenci şu anda ülkemizde eğitim öğretim alıyor. İnşallah önümüzdeki dönemde bu sayıyı daha da artırma imkanımız var." dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Kendileri de ifade ettiler ikili görüşmemizde, 'Fetonun üç tane okulu var bizde' dediler, 'Ben hemen bu okulları kapatacağım, bunları kamulaştıracağım' ve Maarif Vakfımızla, inşallah, bunları birlikte çalıştırmak suretiyle bu süreci aşmış olacağız. Şu ifade de bizler için gerçekten çok çok anlamlı, 'Bizim dostumuza düşman olana, biz dost olmayız' dediler." diye konuştu.
İki ülke arasında 90 milyon dolarlık ticaret hacmi olduğunu söyleyen Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Artık bu ticaret hacmini, böyle başarılı bir iş adamının başında olduğu bir Benin'le Türkiye inşallah daha ilerilere taşıyacaktır, bundan hiç endişem yok. İş adamlarımızı kısa sürede süratle Benin'e göndereceğiz ve Benin'deki iş adamlarıyla bizim iş adamlarımız şöyle ikili çalışmaları öncelikle bir başlatsınlar, karşılıklı adımlar atılabilir, üçüncü ülkelerde müşterek yatırımlara girilebilir. Bunun da başarılı adımlarını atmak suretiyle ben inanıyorum ki Benin ve Türkiye'nin Afrika'daki bu çalışmaları çok daha büyük bir zenginlik kazanır ve Afrika'da farklı bir vizyonu da böylece oluşturmuş olurlar."
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Afrika'nın sorunlarına en iyi çözümlerin yine Afrikalı kardeşlerimiz tarafından getirilebileceğine inanan bir siyasetçiyim. Onların her daim yanlarında olacak yol arkadaşlarına, kara gün dostlarına ihtiyaçları olduğuna inanıyorum ve böyle bakıyorum, değerlendirmem bu." ifadelerini kullandı.

"Afrika kıtasının geleceği aydınlıktır"

Afrika açılımını başlattıkları 2005 yılını, Afrika yılı ilan ettiklerini ve o yıl Afrika'da olduklarını anımsatan Erdoğan, şunları kaydetti:
"En az gelişmiş ülkeler kategorisinde 48 ülkeden 34'ünün Afrika'dan olması, bizleri tabii ziyadesiyle üzmüştür. Bu acı tabloda esas sorumlular asırlar boyunca Afrika insanının kaynaklarını sömüren altınını, tüm madenlerini o sömürgeci ülkelerdir. Nitekim Benin de yine sömürülen ülkelerden bir tanesiydi ve şimdi bağımsızlığına kavuşmuş bir Benin olarak kendi ayakları üzerinde kalkması bizim iftihar vesilemiz olacaktır ama şunu iddia ile söylüyorum Afrika kıtasının geleceği aydınlıktır, parlaktır bundan hiç endişem yok. Afrikalı kardeşlerimiz ekonomik kalkınma bakımından da hak ettiği yerlere muhakkak gelecektir, bundan da hiç şüphem yok."
Darbe girişimi sonrasında sergilediği dayanışma dolayısıyla Cumhurbaşkanı Talon'a teşekkürlerini ileten Erdoğan, "Bu ziyaretin her iki ülke arasında aydınlık yarınlara vesile olmasını diliyorum. Bugün imzalanan bu beş anlaşma ile de güçlü bir geleceğin inşa edileceğine olan inancımı tekrar tazeliyorum." dedi.
Ortak basın toplantısı öncesinde iki ülke arasındaki protokol, anlaşma ve mutabakat muhtıraları Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Benin Cumhurbaşkanı Talon'un huzurunda imzalandı.
İki ülke hükümetleri arasında Nakdi Yardım Uygulama Protokolü, Milli Savunma Bakanı Fikri Işık ile Benin Dışişleri ve İş Birliği Bakanı Aurelien Agbenonci imzaladı.
Eğitim Alanında İş Birliği Anlaşması ise Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz ile Agbenonci tarafından imza altına alındı.
İki ülke arasındaki Güvenlik İş Birliği Anlaşmasını, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Agbenonci imzaladı.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ile Benin Dışişleri ve İş Birliği Bakanlığı arasında Bilişim Teknolojileri Alanında İş Birliğine İlişkin Mutabakat Muhtırası ile Arşiv Alanında İş Birliğine İlişkin Mutabakat Muhtırası'na, Soylu ile Agbenonci imza koydu.
Muhabir: Enes Kaplan-Kemal Karadağ



Tuesday, 6 December 2016

ARAKAN BAĞLAMINDA Myanmar’ın ASEAN üyeliğinin yeniden değerlendirilmeye açılması


 ASEAN’ın temelleri  8 Ağustos 1967’de Bangkok’ta kurucu üyelerin  imzaladıkları beş maddelik bildirgeyle atılmıştı. Sözkonusu bildirgede ASEAN’ın kuruluş amaçları; ekonomik, sosyal, kültürel, teknik, eğitim ve diğer alanlarda işbirliği gerçekleştirilmesi ile adalet kavramına, hukuka ve Birleşmiş Milletler ilkelerine saygı çerçevesinde bölgesel barış ve istikrarın sağlanması olarak belirlenen ASEAN'ın, Arakanlı Müslümanlar sorununu çözme konusunda inisiyatif alıp almayacağı konusu uluslar arası bi tartışma konusu oldu. 

Tabi bu arada ,Arakanlı Müslümanların sadece Malezya ve Endonezya’da değil, Tayland gibi bölgedeki diğer bazı ülkelerde de siyasi ve toplumsal statülerinin belirsizliği içerisinde hayat sürdükleri konusunun gündeme taşınacak olması da tartışmanın bir başka boyutu. Esed Rejimi'nin ve Baas Rejimi'nin suriyelilere ve ıraklılara yaptığı baskı uluslar arası tepki çekerken biraaz da uzakdoğu'ya kafa çevirip "orada neler oluyor ?" u sorgulamamız ve kendi vicdanımızda "biz orada olsaydık nasıl hissederdik" i yaşamamız lazım. 

SOYKIRIM,SÜRGÜN,TECAVÜZ,TEDHİŞ,VESAİRE VESAİRE.... 

 Bunlar hiç kimsenin yaşamasını istemediğimiz, ancak son 350 yıllık Türk,Arap,Kürt,AZERİ,Filist,ESKİ SOVTÜRK,UYGUR,BALKAN VB birçok topluluğun yaşamak zorunda bırakıldığı tarihsel,etnik,dini ve kültürel süreçler olarak önümüze çıktı. Artık herkesin de bildiği  bir motto var oda . " dünya 5'ten büyüktür.!" bu bağlamda yanlız Arakan'lı kardeşlerimiz için değil tüm dünyadaki masum insanlar için "dur! " demek ve karşı mücadeleye girmek zorundayız. Elbette Myanmar devletinin  teröristlerle mücadelesi meşru müdafa hakkıdır, amenna  ancak köyünde karnını doyurmaktan aciz, hertürlü vatandaşlık hak ve ödevlerinden mahrum bırakılan müslüman masum halk hariç! hatta bu konuda self determination da etkili bir çözüm yolu olarak ortaya konulabilir tabiki garantör ülke olarak sadece Türkiye değil; Çin, Malezya ve Endonezya’da hatta Pakistan ve Japonya£nın da dahil olduğu GAGİT (GÜNEY OĞU ASYA GÜVENLİK VE İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ ) KURULARAK ASKERİ MÜDAHALE SEÇENEĞİ DE AKTİF HALDE OLMAK KOŞULUYLA SORUN ÇÖZÜME KAVUŞTURLMAYA ÇALIŞILABİLİR.

Bu çiftlikte büyük balık küçük balığı yemiyor



Kahramanmaraş’ta balık üreticisi, çiftliğinde balıkların birbirine zarar vermemesi için boylama makinesi üretti.



Kahramanmaraş’ın Onikişubat ilçesine bağlı Kılavuzlu mevkiinde 100 dekarlık baraj göleti üzerinde balık üretim çiftliği olan Fatih Şeker (56), 14 yıllık araştırmanın sonucu boylama makinesini geliştirerek, patentini aldığı makineyi yurt içi başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesine satışını yapıyor.
 
  Boylama makinesi sayesinde kendi çiftliğinde balıkların stresten uzak olarak birbirine zarar vermeden yetiştirildiğini kaydeden Fatih Şeker, boylama makinesi sayesinde maliyeti yarı yarıya düşürdüğünü, verimi de aynı oranda artırdığını söyledi.
 
  15 bin TL harcadığı makine sayesinde yarım gramdan 600 grama kadar balıkları boylayabildiğini belirten Fatih Şeker, “Eski yöntemle 3 gün süren ve aç bırakılan balıkların işlemleri şimdi bir saat sürüyor. Aç kalmadıkları için stresten uzaklaşan balıklar böylece birbirlerine saldırmıyor” dedi.
 
Buluşunu yaptığı balık boylama makinesini Norveç fuarlarına taşıyarak ülke ekonomisine katkı sağlamayı amaçladığını söyleyen Fatih Şeker, “Bu balıklarımızı elle boyladığımız için çok maliyet ve işçilik giderlerimiz yüksekti. Dedik ki biz bunu geliştirelim. Bu maliyetimizi daha aza indirelim, verimliliğimizi artıralım. Çünkü bir balığı boylamak için, üç gün önceden yem veremiyorsun. 3 gün aç bırakıyorsun, sonra boyluyorsun. Ondan sonra bu bir gramaj kaybı, yem kaybı ve balıkların strese girmesine sebep oluyordu. Balıkları boylayan bir makine düşündük. Avrupa’da numuneleri vardı, Türkiye’de maalesef yoktu. Biz dedik, kendimize bir makine yapalım. Ve bir makineye bakarak onun benzerini yaptık. Sonra bu makineyi geliştirdik. 3 elemanın 8 saatte boylama yapmış olduğu balık miktarı tonajını bu makine vasıtasıyla tek bir elemanla 1 saatte yapıyoruz. Üstelik de 3 gün aç bırakma yerine, akşam yemini attığında sabahleyin o havuzu, o kafesi 1 saat içerisinde boylama yapıyor, balıklar strese girmiyor, zaman kaybı olmuyor. Et kaybı olmuyor. Balık hastalanma riski aza düşüyor. Balıkların boylanması çiftliklerde elzemdir. Neden elzemdir, şunun için: Balıklar büyük ve küçük aynı havuzda olduğu sürece birbirlerine zarar verir, birbirlerini ısırır, büyükler küçükleri yer. Ve onun gelişimi ile ölümüne sebep olur. Gelişimi durur. Onun için her ay rantabl bir şekilde bir üretim yapabilmek için her ay mutlaka balıkların boylanması gerekir. Bu makine bir havuzda bulunan 3 bir grubu 3 boya, 3 sınıfa ayırıyor, 3 gramaja ayırtıyor. O şekilde boylama yapıyor. Makinede son dönemlerde geliştirdiğimiz ve birçok ülkeye ihracat ediyoruz elhamdülillah şu anda, hem yurt içi, hem yurt dışı. Bu makineler yapılmadan önce yurt dışından geliyordu. Biz bu makineleri yaptıktan sonra yurt dışından gelişini engellediğimiz gibi yurt dışına ihracatına başlamış bulunmaktayız. Öyle bir şey geliştirmek bize nasip oldu ki elhamdülillah, 1 makine de yarım gramdan 500-600 rama kadar boylayabiliyoruz. Tek bir makineyle yarım gramdan 600 grama kadar balıkları sınıflandırıyoruz. Hijyen ve hassas bir şekilde boylamayı gerçekleştiren bir makine yapmayı Cenabı Hak bize nasip eyledi. Bunun şu andaki satış fiyatımız 15 bin TL. Norveç’te uluslararası daha büyük fuarlar var. Buralara inşallah bunu götürüp buralarda tanıtımını yapıp hem ülke ekonomisine, hem sektörün kalkınmasına, hem kendi bütçemize ve ekonomimize katkı sağlaması için elimizden geleni yapacağız” diye konuştu.

Malezya’dan Arakan çıkışı ve ASEAN’da reform ihtimali


Malezya’dan Arakan çıkışı ve ASEAN’da reform ihtimali

Kuala Lumpur’da yaklaşık on bin kişinin katılımıyla gerçekleştirilen Arakan’a destek gösterisi, gösteriyi organize eden kurumlar ve liderlerin söylemleriyle ASEAN özelinde yeni bir tartışmayı gündeme getirmeye aday.
Malezya’dan Arakan çıkışı ve ASEAN’da reform ihtimali
KUALA LUMPUR  - Mehmet Özay
Myanmar’da 9 Ekim'den bu yana Arakan Müslümanlarına yönelik zulüm ve şiddetin ‘etnik soykırıma’ evrildiği konusunda beliren güçlü kanaatler son günlerde bölgede ilk defa tanık olunan tepkileri de beraberinde getiriyor. Bu anlamda pazar günü Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da yaklaşık on bin kişinin katılımıyla gerçekleştirilen Arakan’a destek gösterisi, niceliksel katılımın ötesinde gösteriyi organize eden kurumlar ve liderlerin söylemleriyle ASEANözelinde yeni bir tartışmayı gündeme getirmeye aday.

Malezya’dan üst düzeyde tepki

Söz konusu gösteri, Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) Genel Başkanı ve Başbakan Necib bin Rezak ve Malezya İslam Partisi (PAS) Genel Başkanı ve Uluslararası İslam Alimleri Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Abdülhadi Awang’ın katılımıyla gerçekleştirildi. Bu gelişme kuşkusuz ki, bugüne kadar Malezya’da Arakan konusunda siyasi bir iradenin ortaya konulması ve bunun yüksek sesle dile getirilmesi adına çok önemli bir adım.
Myanmar’ın Bengal Körfezi’ne bakan batı eyaleti Arakan’da 2012 yılı mayıs ve haziran aylarında yaşanan saldırılar ve göçler sonrasında Malezya’da uluslararası konferanslar ve gösteriler tertip edildiğine tanık olunmuştu. Ancak Malezya Başbakanı tarafından, pazar günkü gösteride yaptığı konuşmada tanık olunduğu gibi net mesajlar verilmemişti.
Başbakan Necib bin Rezak ve PAS Genel Başkanı Hadi Awang, konuşmalarında İslami hassasiyetler ve ümmet olgusu üzerinden birliğe işaret ederken, Myanmar hükümetini zulme ve soykırıma neden olmakla eleştirdiler ve bugüne kadar uluslararası tepkilere rağmen, bu süreci sonlandırma konusunda gerekli adımları atmamakla sorumlu olduğuna dikkati çektiler. Myanmar hükümetinin başkanlık ofisinden geçen cuma günü yapılan ve Başbakan Necib bin Rezak’ın söz konusu gösteriye katılmaması, aksi halde bunun ASEAN sözleşmesine göre ülkenin iç işlerine karışmak anlamı taşıyacağı yönündeki uyarısına verilen karşılık tam da bununla ilgiliydi.

Myanmar’da ordu nüfuzu ve ASEAN üyeliği

Başbakan Necib, konuşmasında Malezya hükümeti veya kendisinin Myanmar’ın içişlerine karışmasının söz konusu olmadığını, aksine Arakan’da yaşananların bir insanlık suçu olduğunu ve bu çerçevede sessiz kalmama sorumluluklarını yerine getirmekte olduklarına işaret etti. Bu görüşünün de ASEAN sözleşmesinde yer alan insan hakları konusundaki bağlayıcı kararlarla ilgili olduğunu hatırlatırken, Myanmar hükümetinin bu maddeleri niçin görmezden geldiğini de sorguladı. Başbakan bir adım daha ileri giderek, Myanmar’ın ASEAN üyeliğinin yeniden değerlendirilmeye açılması önerisini gündeme taşıdı.
Gösteriye Malezya’daki bazı sivil toplum kuruluşları da katkıda bulunurken, siyasi liderlerin yaptıkları açıklamalara destek verdiler. Konuyla ilgili olarak AA’ya konuşan merkezi İstanbul’da bulunan Uluslararası İslami Sivil Toplum Kuruluşları (IDSB) Güneydoğu Asya sorumlusu Ahmet Azam Abdurrahman, Başbakan Necib bin Rezak ve PAS genel başkanının konuşmalarında Myanmar hükumetine iletilen önemli mesajlar olduğunu söyledi. Ahmet Azam, “Arakanlı Müslümanlara yönelik saldırıların ardında ‘de facto’ hükümet olan ordu bulunuyor” görüşünü dile getirirken, bir anlamda Başbakan Necib bin Rezak’ın Arakan’daki gelişmeler karşısında Su Çi’yi sorumluluğa davet eden açıklamasının neye tekabül ettiği ve ne tür süreçlerle ilintili olduğunu da ortaya koyuyor.
Öte yandan, Malezya Müslüman Öğrenci Derneği (ABIM) Dış İlişkiler Sorumlusu Adli Zakuan ise başbakanın konuşmasında soykırım uygulayan Myanmar’ın ASEAN üyeliğinin yeniden değerlendirilmeye açılması görüşünü öne çıkardı. Adli Zakuan, Myanmar devletinin Arakanlı Müslümanlara yönelik dışlayıcı ve yok sayıcı yaklaşımının yeni olmadığını ortaya koyma adına, “İnsan hakları uygulamaları dolayısıyla, 1997 yılında Myanmar’ın ASEAN üyeliğine o dönem de ABIM olarak karşı çıkmıştık” cümlesi, Myanmar’da Arakanlı Müslümanlar sorununun, en azından 2012 yılı öncesinde de var olduğunu hatırlatması bağlamında önem arz ediyor.

ASEAN'da siyasi kriz ihtimali

Malezya ve Myanmar hükümetlerini karşı karşıya getiren bu süreç, Arakanlı Müslümanların maruz kaldığı insani durumun ötesinde, ASEAN bağlamında siyasi bir krize evrilme olasılığı taşıyor. Malezya’da bizzat başbakan ve bazı bakanlar tarafından hükümet adına yapılan bu açıklamaların, ülkedeki geleneksel Müslüman kitlelerin bağlı olduğu PAS tarafından desteklenmesi, konunun sadece Malezya özelinde kalmayacağı, örneğin Endonezya’da da zaten var olan duyarlılığın giderek güçlü bir temsiliyette karşılık bulacağı ihtimalini artırıyor.
Bununla birlikte, halen varlığını sürdüren diğer bazı bölgesel meselelerden hareketle, ASEAN’ın siyasi birlik konusunda istikrarlı bir yapı oluşturmasından söz edilememesi, önümüzdeki süreçte Arakanlı Müslümanlar konusunda Myanmar’a yönelik ne gibi ciddi bir yaptırımın gündeme getirilebileceğini de şüpheli kılıyor. Kaldı ki, Myanmar özelinde bugüne kadar insan hakları konusundaki uyarıların temelde ABD ve Avrupa Birliği’nden gelmesi nedeniyle, bölge ülkelerinin bu alanda inisiyatif almamasıyla bir tür ‘dışa bağımlılık’ sergileniyordu. Bununla birlikte, ABD’de seçimlerden sonraki gelişmeler, yeni yılla birlikte göreve başlayacak yeni yönetimin Asya-Pasifik bölgesindeki sorunlara, bu çerçevede Myanmar’da genel anlamda insan hakları meselesine ve özelde Arakanlı Müslümanların durumuna yönelik reform mahiyetindeki açılımları ne kadar sürdürülebilir şekilde gündeme getireceğini de belirsiz kılıyor.

Yasadışı göçmen sorunu ve BM Mülteciler Sözleşmesi

Bu noktada bazı istatistiki verilerle Arakanlı göçmenlerin durumuna yakından bakmak mümkün. ASEAN’a üye ülkeler içinde Malezya’da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kayıtlı yaklaşık 55 bin Arakanlı Müslüman bulunuyor. Ayrıca, Tayland başta olmak üzere, diğer bazı ülkelerdeki Arakanlılar da dikkate alındığında sayısı yüzbinlere ulaşan bir kitlenin varlığı ile karşılaşılıyor. Özellikle 2012 yılından bu yana teknelerle göç maceralarının önemli bir bölümünün sonlandığı yer olan Endonezya’da da Arakanlıların varlığından söz etmek mümkün. Bununla birlikte, Arakanlı Müslümanların söz konusu ülkelerde hukuki statülerinin bulunmadığı da bir gerçek.
Bu noktada, ABIM sorumlusunun dile getirdiği üzere, Malezya hükümeti bir yandan Myanmar’ı eleştirirken, öte yandan ülkedeki Arakanlıları her an soruşturmaya tabi tutabilecek bir yasal sürecin mevcut olduğu ve bunun işletilmesinin bazı kişi ve kurumların inisiyatifine terk edildiği gerçeği ortada duruyor. Bunun temel nedeni, Malezya başta olmak üzere ASEAN’a üye ülkelerde BM Mülteciler Sözleşmesinin halen imzalanmamış olması. Bugüne kadar, örneğin Malezya ve Endonezya’da bu kitlenin şu veya bu şekilde yaşam sürmesinde sivil toplum kuruluşları ile geniş Müslüman kamuoyunun ‘yumuşak’ baskısından söz etmek gerekir. Bu çerçevede, 2015 yılında ASEAN dönem başkanlığını yürüten Malezya hükümeti nezdinde girişimlerde bulunan bazı sivil toplum kuruluşlarının, Myanmar’ın ASEAN üyeliğinin tartışmaya açılmasını gündeme getirdikleri hatırlatılabilir.

ASEAN yapısal değişikliğe muhtaç

Bu gelişmeler çerçevesinde, Myanmar devletinin Arakanlı Müslümanlar sorununu çözme konusunda inisiyatif alıp almayacağı bir yana, yeni bir durumun ortaya çıkmakta olduğu söylenebilir. Birincisi, ASEAN sözleşmesindeki “üye ülkelerin birbirlerinin içişlerine karışmaması” maddesinin yeniden ele alınması gerektiği. İkincisi ise yukarıda değinildiği üzere, Arakanlı Müslümanların sadece Malezya ve Endonezya’da değil, Tayland gibi bölgedeki diğer bazı ülkelerde de siyasi ve toplumsal statülerinin belirsizliği içerisinde hayat sürdükleri konusunun gündeme taşınacak olması. Her iki durum da ASEAN genel sekreterliği marifetiyle ele alınacak. Başta Arakanlı Müslümanlar olmak üzere bölgedeki yasadışı göç akışları ve göçmenlerin statüsü, ‘insan hakları temelinde’ yeni bir çerçeveye oturtulmayı bekliyor.
ASEAN’a üye ülkelerden, aralarında Kamboçya ve Filipinler olan birkaçı hariç diğerlerinin Birleşmiş Milletler Mülteciler Sözleşmesi’ni halen imzalamamış olması başlı başına bir sorun. Bu durumun, geçen yıl Malezya yönetimince gündeme getirilen ‘insan odaklı ASEAN’ konseptiyle bağdaşmadığı da apaçık ortada. Bugün Malezya hükümetinin siyasi bir irade olarak ön plana çıkarmaya çalıştığı Arakanlı Müslümanlar meselesiyle ilgili, ülkede yaşayan Arakanlılara yönelik yasal göçmenlik hakkından mahrumiyet ve bunun neden olduğu sosyo-kültürel, ekonomik koşullar ortada ikircikli bir durum olduğuna işaret ediyor.
Her ne kadar geçen hafta İçişleri Bakanı Ahmet Zahidi Hamid, “Malezya olarak Arakanlılara doğum yapma hakkı veriyoruz” demiş olsa da mevcut durumda Malezya’daki söz konusu kitlenin, Arakanlıların geniş bir çerçeveden bakılmayı gerektiren sosyo-kültürel ve ekonomik varlıkları içindeki yeri oldukça sınırlı. Öyle ki, ABIM Dış İlişkiler Sorumlusu Adli Zakuan bu konuyu daha geniş bir çerçevede değerlendirerek, ‘Başbakan Necib bin Rezak’ın gösterideki konuşmasının ümit verici olduğunu, ancak bunun yansımalarının pratikte karşılık bulmasıyla Arakanlıların maruz kaldığı zorlukların en azından bir bölümünün çözüme kavuşturulabileceğini’ ifade ederek daha yapılacak çok iş olduğunun altını çiziyordu.

son dakika! son dakika! son dakika! : Almanya'da on binlerce kişi işinden olacak!


Almanya'da on binlerce kişi işinden olacak

Almanya'da çeşitli alanlarda faaliyet gösteren önemli firmalar, yeniden yapılanma ve maliyetleri azaltma kapsamında on binlerce çalışanının işine son vermeyi planlıyor.
http://aa.com.tr/tr/info/infografik/2940

Trump’ın Ortadoğu’yla sınavı: Kaos mu yeni bir düzen mi?


Trump’ın Ortadoğu’yla sınavı: Kaos mu yeni bir düzen mi?

ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın Ortadoğu’da nasıl bir politika izleyeceği hem bölge ülkelerini hem de Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Trump’ın Ortadoğu’yla sınavı: Kaos mu yeni bir düzen mi?
İSTANBUL - PROF.DR. NURŞİN A. GÜNEY
ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın Ortadoğu’da nasıl bir politika izleyeceği hem bölge ülkelerini hem de Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Obama yönetimi döneminde uygulanan geriden idare politikasıyla bölgede mezhepsel ve etnik fay hatlarının kırılmasını teşvik eden vekalet savaşlarına göz yumulunca Libya, Suriye, Irak ve hatta Lübnan gibi ülkelerde merkezi hükümetler çöktü. Sonuç, bölgede istikrarsızlık ve bu istikrarsız ortamın beslediği terör ve iç çatışmalardı.
ABD’nin seçilen başkanı Trump’ın Obama’dan devraldığı miras da bu oldu, yani enkaz haline gelen bir Ortadoğu. Türkiye için ise cevabı aranan en önemli soru şu: Obama sonrası enkaz haline gelen bu Ortadoğu’da Trump, Obama dönemi politikalarına başka bir söylem ile devam mı edecek yoksa yeni bir düzen oluşturmayı mı seçecek? Eğer Trump ve ekibi Ortadoğu’da yeni bir düzen oluşturma seçeneğine ağırlık verirse o zaman bu düzeni hangi bölge güçleriyle beraber oluşturacağı da elbette Ankara’yı doğrudan ilgilendirecek bir karar olacak.
Aslında Ankara Trump’ı bekleyen bu kritik kararların öneminin farkında. Bu nedenle Obama döneminde iyice gerilen ve Clinton’ın başkan seçilmesi halinde daha da gerileceği düşünülen Ankara-Washington ilişkilerinin geleceği ile ilgili temkinli bir iyimserlik havası Trump’ın seçimleri kazanmasıyla beraber Türkiye’de hakim olmaya başladı. Seçimin hemen ertesinde gerçekleşen Erdoğan-Trump telefon konuşması ve Trump’ın kızının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a siyasi bir figür olarak beğenisini dillendirmesi gazetelere yansıdığında Türkiye’deki genel kanı, Trump’ın başkanlığı altında Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir başlangıcın ve iyileşmenin yaşanacağı yönündeydi. Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinin inişli-çıkışlı doğasını bilenler şüpheciliği elden bırakmıyor ve Trump ile ekibinin Ortadoğu konusunda vereceği gerçek sinyallere kadar beklememiz gerektiğini söylüyordu. Seçimlerin üzerinden geçen süre zarfında seçilmiş Başkan Trump ekibini birer-ikişer belirledi ama hala kesin değerlendirmelerden ziyade gelecek ABD yönetiminin Ortadoğu konusunda ne yapacağını senaryolar üzerinden tartışabiliyoruz.

Trump ekibini bekleyen konjonktür

Bu muğlaklığın pek çok nedeni var. Öncelikle Trump’ın ekibinin (Flynn, Pence, Pompeo, Priebus, Sessions, Bannon ve Mattis) genel duruş ve fikirleri iç politikayı ilgilendiren konularda genel cumhuriyetçi, muhafazakar yönelim açısından çok şey söylüyor ama bu ekibin dış politika ve güvenlik politikaları söz konusu olduğunda, caydırıcılığı gücü görünür kılarak sağlayan bir yönelim mi, pragmatist bir yönelim mi yoksa yeni-muhafazakar bir yönelim mi benimseyeceği henüz belli değil. Unutulmamalı; Eisenhower, Nixon ve Reagen Cumhuriyetçi anlayış içerisinde kalmalarına rağmen farklı tercihler sergileyebilmişlerdi. Washington DC’de hâkim bürokratik ve örgütsel yönelimin (çok sık duyduğumuz ünlü establishment) hangi Cumhuriyetçi dış politika ve güvenlik anlayışını daha kolay sindireceği akıllardaki ayrı bir soru. Keza dış politikanın geleceği ve Ortadoğu’ya yönelik seçimlerin neler olabileceğini asıl belirleyecek unsurun; Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum, Irak-Suriye hattındaki mücadele ve bölgesel olduğu kadar küresel düzeyde de Amerika-Rusya ilişkilerinin seyri olduğu hatırlanmalı.
Bu noktadan yola çıkarak Trump ve ekibinin altını tutarlı bir biçimde çizdikleri Ortadoğu’ya yönelik üç siyasi önceliği sıralayalım- ki Irak-Suriye hattında yoğunlaşan mücadelenin geleceğiyle ilgili hangi senaryoların olası olduğunu ve bu senaryoların Türkiye’ye ne vaat ettiğini tartışabilelim. Trump ve ekibinin Ortadoğu’ya yönelik olarak verdikleri karışık sinyaller içerisinde üç nokta sürekli olarak tekrarlanıyor -ki bunlardan ilki ve altı en güçlü biçimde çizileni, Trump’ın DEAŞ’ı bitirme sözü. Trump DEAŞ’ı bitirirken Amerikan’ın bir kara müdahalesinde bulunmayacağını da söylüyor, yani ikinci öncelik terörizmle mücadeleyi ABD’nin Ortadoğu’ya bizzat girmeden yapması. Üçüncü öncelik ise Ortadoğu’da bölge devletleriyle işbirliğinin gerçekleşmesi. Aslında üç önceliğin birbirine uygun bir paket ortaya çıkardığını yadsıyamayız. Bu uyuma rağmen işi karmaşıklaştıran unsurlar da var ki bunlardan en önemli bugünkü Ortadoğu siyasal konjonktürü.
Hafızalarımızı zorlarsak Obama Doktrini’nin kaleme alındığı ilk yıllarda bölge devletleriyle işbirliği ABD’nin Bush yönetiminden farklı olarak masaya koyduğu bir enstrüman gibi duruyordu. Hatta bu bölgede otoriter liderler ve diktatörlerle statükonun/istikrarın korunması anlamına geldiği için demokrasiyi önceleyen çevrelerce de eleştiriliyordu. 2011’i izleyen dönemde sokaklar otokrasiler, askeri yönetimler ve diktatörler karşısında ayaklandığında ABD’nin tercihi bölgenin istikrarsızlaşmasını besleyen seçici çıkar odaklı müdahale yönünde oldu ama her halükarda ABD’nin ilişki kurmaya ya da karşı gelmeye alışık olduğu yönetimler birer birer devrildi. Kısaca, Trump’ın işi, bölge ülkeleriyle iyi geçinmek konusunda, Obama’dan daha zor olacak, çünkü bugünün Ortadoğu’su çözülen devletlerden yükselen çoğul bir kaosun Ortadoğu’su.

Trump’ın Ortadoğu’da seçenekleri

Bu zorluğu aşmak için Trump ve ekibi aşina oldukları formüle tutunabilirler ve geleneksel müttefikleri olarak bir zamanların statüko eksenine yani Türkiye, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan’a öncelik vermeyi ve bu hattı desteklemeyi seçebilirler. Elbette statükonun manası Ortadoğu’da çok değişti ve Ankara-Kahire-Tel-Aviv ve Riyad’ın her konuda anlaşabileceklerini söylediğimiz günler geçmişte kaldı. Ancak bu bölgesel aktörlerin güvenlik meselesi üzerinden İran-Hizbullah hattının güçlenmesinden duydukları rahatsızlığı ve terörizmin ortak sorunları olduğu gerçeğini unutmamak gerek. Bu bağlamda DEAŞ odaklı başlayacak ortak bir terörizmle mücadele gündemi pekâlâ oluşturulabilir ve Trump’ın seçim çalışmaları sırasında sıkça vurguladığı İran’ın Ortadoğu’da artan ve mezhep savaşları üzerinden Irak’tan Yemen’e uzanan etkisi dengelenebilir.
Trump ve ekibini bekleyen ikinci seçenek bizi biraz daha karmaşık hesaplar üzerine düşünmeye itiyor. Trump’ın DEAŞ terörizmini önceleyen politikasının Türkiye için sorun yaratan kısmı da bu seçeneğin rasyonalizasyonunda gizli. Trump yaptığı pek çok konuşmada, Suriye’de DEAŞ’la mücadelede varlık gösteren ve özellikle Fırat Kalkanı altında etkinliği daha da artan ÖSO unsurlarının kim olduğunu bilmediğini söyleyip durdu. Bu bakış açısı 'Suriye’de rejimin karşısında olan herkes teröristtir' diyen Rus bakış açısıyla örtüşüyor. Dolayısıyla Trump’ın ekibi askeri olarak zayıf ve parçalı olarak algıladıkları ÖSO yerine Rusya ve Rejimi desteklemeyi seçebilir ki, bu Halep’in Rejime verilmesi demektir. Bu doğrultuda yapılacak bir tercih iki açıdan Türkiye’nin aleyhine bir tercih olacaktır. Öncelikle Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonunda da önem arz eden ÖSO’nun sıkışması anlamına gelecek, maddi ve manevi açıdan sıkışan ÖSO’yu kontrol altında tutmak Türkiye açısından imkansız değil ama daha zor olacaktır.
İkincisi ve daha önemlisi Halep’in düşmesi ile Türkiye’ye yönelik yeni bir göç dalgası başlayacaktır. Bu ihtimal karşısında gereken ayarlamaları yapmaktan Ankara geri durmuyor. Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sık sık altını çizdiği ilke, Fırat Kalkanı’nın amacının Suriye ve Halep’i işgal etmek olmadığı, vurgulanmaya devam ediyor. Bu herkese olduğu kadar ÖSO’ya da bir hatırlatma ama Türkiye Suriye’nin geleceğinde Suriye’deki muhalif unsurların yer alması gerektiği fikrinden de vaz geçmiş değil. Bu nedenle Halep’e yardım koridoru açılması gibi konular üzerinden Rusya ile sürdürülen pazarlık önemli ve anlamlı. Nitekim Türkiye-Rusya diyaloğunun geldiği noktada Moskova’nın, Fırat Kalkanı Suriye’deki Rus etki ve nüfuz alanına girmedikçe Türkiye’nin desteğinde yürütülen operasyona ses çıkartmayacağını anlıyoruz.
El-Bab’da Türkiye-Rusya stratejik diyaloğu bu zor denge üzerinden yürürken ABD’nin bu resim karşısında yaptığı tercihi, yani Rusya-Rejim tercihini, sorgulayıp sorgulamayacağı önemli bir soru. Trump, Rusya ile iyi ilişkiler kurmaktan dem vuruyordu ama Moskova ile iyi geçinmek ayrı bir şey, Obama yönetimini İran konusunda suçlarken Suriye’yi Rusya’ya vermek ayrı bir şey. Bu nedenle iki hususa yönelik Trump ekibinin tavrı henüz netleşmedi: 1) - ABD ne kadar iddialı, ne kadar etkili bir Rusya ile iyi ilişkiler kurabilir? Yani Rusya konusunda ABD’nin kırmızı çizgisi ne? 2) - PYD/YPG bu tabloda ABD için yararlı bir enstrüman olmaya devam edecek mi?

Türkiye’yi bekleyen senaryolar

Bu iki husus konusunda Türkiye’nin tavrı açık: PYD/YPG de DEAŞ’ın varlığı da kabul edilemez, yani Ankara terörizmle mücadeleyi teröristleri kullanarak yapacak her türlü plana karşı çıkacaktır. Bu noktada Fırat Kalkanı Suriye’nin kuzeyinde amacına uygun biçimde devam edecektir. Söz konusu operasyonun çok karmaşık bir zeminde devam eden askeri bir operasyon olduğu da düşünülürse operasyon riskleri de zaman zaman kendisini hissettirecektir. Bu nedenle de ABD’nin yeni yönetim ekibinin kafası PYD konusunda netleşmedikçe Türkiye-Rusya diyaloğu ve bu diyaloğun çerçevesinde ortaya çıkan sınırlar önemli olacaktır.
ABD’yi yönetecek ekibin, güçlenecek Rusya’dan rahatsız olabileceği bir anın gelebileceğini, dolayısıyla PYD seçeneğinin kullanılabilir bir seçenek olmaktan bir günde çıkmasının çok mümkün görünmediğini dillendiren uzmanlar var. Haklılar, dış politika dönüşümler kadar devamlılığı da barındırır çünkü hiçbir aktör stratejik yatırımlarını bir günde rafa kaldırıp stratejik hataların maliyetini hanesine işlemek istemez. Öyleyse aynı kısır döngü içerisine mi düşeceğiz, kötü senaryo hep/devamlı Türkiye’ye dayatılacak mı diyenlere iyi senaryo ihtimali için ipuçlarını da verelim:
ABD’nin askeri açıdan sahaya inmeyeceği bir gelecekten bahsediyoruz. Bu gelecekte ne kadar isterlerse istesinler ne Esed ne İran Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlayamaz. Konvansiyonel askeri kapasiteleri açısından önem atfettiğimiz Rusya ise Suriye’de almak istediğini almış ve limanları ele geçirip Akdeniz’de varlık edinmiş görünüyor. Bugün içinde bulunduğu askeri ve ekonomik zorluklar altında elde ettiği kazanımları tehlikeye düşürüp tüm Suriye’yi Esed için kazanmak Moskova’nın aklından geçmiyor. Türkiye ise terörden temizlenmiş bir kuşak ve bu kuşağın gelecekteki güvenliği garantilenmedikçe askeri, siyasi ve diplomatik olarak sahada olacak. Bu noktada rekabetin niteliği bölgeselden ve taktik düzeyden stratejik düzeye çıktığında ABD sahada bir NATO müttefiki olduğunu hatırlayabilir ki Obama Yönetimi bunu unutmuştu. Üstelik Ankara Fırat Kalkanı operasyonunda başarılı olan Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması girişimlerinin de (PKK/DEAŞ terörü, FETÖ/PDY’nin üç kere denediği iktidarı devirme teşebbüsü, iktisadi baskılar vb) başarıya ulaşmadığını ABD’ye sürekli hatırlatacaktır. Tüm bunlar (hatırlamalar, hatırlatmalar, ABD-Rusya dengesinin etkin bir biçimde kullanılması için aynı anda sahada ve masada var olma zorluğunu üstlenmek) sonucunda Türkiye terörizmden arındırılmış, mültecilerin dönebilmesi için gerekli yatırımın yapılabileceği bir komşu alanın garantörü olabilir.
Trump’ın ve ekibinin düşüneceği çok konu, senaryoya bağlı olarak gidilebilecek pek çok yol var ancak sempati-rasyonalite dengesinde Ankara ile de ilişkileri bir nebze düzeltme umuduyla yola çıkacak ekibin farklı saldırılar karşısında direnmiş Türkiye’ye bir şeyler vermesi gerektiği söyleniyor. Verilecek şey, elbette FETÖ’nün lider kadrosu da olabilir ki bu hususun Ankara açısından PKK kadar önemli olduğu bilinmekte. Ancak ABD iç hukukunun işleyişi nedeniyle kısa sürede ve sadece yönetimin inisiyatifi ile adım atılması güç olabileceğinden belki de parmaklar Suriye’de iyi senaryoya doğru kayar.
Nurşin A. Güney. Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı- BİLGESAM Başkan Yardımcısı
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Fırat Kalkanı'nda kritik eşik: El-Bab ve sonrası



Türk ordusu destekli ÖSO güçlerinin El-Bab’a ulaşması ile o tarihe kadar nispeten bir uzlaşının olduğu Fırat Kalkanı konusunda itirazlar yükselmeye başladı. Bunun temel nedeni El-Bab’ın coğrafi anlamda stratejik önemi.
Fırat Kalkanı'nda kritik eşik: El-Bab ve sonrası
İSTANBUL - Oytun Orhan. Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Uzmanı
Türkiye’nin Suriye’de başlattığı Fırat Kalkanı operasyonunun ilk aşaması sınır hattının DEAŞ unsurlarından temizlenmesiydi. Türk ordusu destekli Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı güçlerin Cerablus’u alarak sınır hattı üzerinden Çobanbey’e ulaşmasıyla ilk aşama başarı ile tamamlanmış ve DEAŞ ile Türkiye arasındaki sınırdaşlığa son verilmişti.
Operasyonun ikinci aşaması fiili güvenli bölgeye güneye doğru derinlik kazandırılmasıydı. Bu çerçevede Fırat Kalkanı operasyonu köy köy ilerledi ve sınır üzerindeki ince hat güneye doğru genişlemeye başladı. Türkiye operasyonun en başından itibaren nihai hedeflerin El-Bab ve Münbiç olacağını ifade etmişti. Kasım 2016 sonu itibarıyla Fırat Kalkanı operasyonu El-Bab kapısına dayandı.
Türkiye ve ÖSO’nun El-Bab’a ulaşması ile o tarihe kadar nispeten bir uzlaşının olduğu Fırat Kalkanı konusunda itirazlar yükselmeye başladı. Bunun temel nedeni El-Bab’ın coğrafi anlamda stratejik önemi. El-Bab’ı ele geçiren güç, batıda Afrin, doğuda Rakka ve Münbiç ve güneyde de Halep şehir merkezine ulaşmak için çok kritik bir köprübaşı ele geçirmiş olacak.
Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonu ile temel hedeflerinden biri PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’nin Türkiye sınırlarında bütüncül bir bölge oluşturmasını engellemekti. Operasyonun bu hedefe hizmet etmesi açısından El-Bab’ın ele geçirilmesi zorunlu zira YPG’nin halen El-Bab veya daha güneyi üzerinden Afrin-Kobani bağlantısını sağlama imkanı bulunuyor. Ancak Türkiye açısından El-Bab’ın ele geçirilmesi ile sorun bitmiyor. Türkiye El-Bab’ı ele geçirmeyi sonraki aşamalarda Münbiç, Afrin ve hatta Rakka’daki YPG varlığı ile mücadelenin bir parçası olarak görüyor. Dolayısıyla Türkiye açısından El-Bab hayati ama nihai hedefe giden yolda sadece bir aşama.

Rejimin askeri operasyonları dış güçlerin kontrolünde

Türkiye’nin El-Bab sınırlarına dayanması ve YPG’yi de hedef alması ile birlikte o döneme kadar ciddi bir karşı çıkış sergilemeyen Suriye rejiminin pozisyonunu değiştirmeye başladığına şahit olundu. Suriye ilk olarak Ekim 2016 ayı içinde “hava sahalarına girecek Türk uçaklarının düşürüleceği” tehdidinde bulundu. Bundan yaklaşık bir ay sonra da El-Bab kırsalında gerçekleşen hava saldırısı sonucunda 4 Türk askeri hayatını kaybetti. Bu saldırıya ilişkin olarak ilk akla gelen soru Suriye rejiminin bunu Rusya desteği, yönlendirmesi ya da en azından onayı ile mi gerçekleştirdiğiydi. Zira bu tespit El-Bab’a ilerlemesi planlanan Fırat Kalkanı’nın geleceği açısından kritik öneme sahip. Türkiye ve Rusya arasında yapılan görüşmelerde saldırıda Rusya’nın dahli olmadığı anlaşıldı.
Suriye rejimi 6 yıla yakın süredir devam eden iç savaşın ardından giderek zayıfladı ve dış destekçilerine olan bağımlılığı arttı. Bu bağımlılık o denli fazla ki belli devlet kurumları ve sahada yürütülen askeri operasyonlar tamamen ülke dışı güçlerin kontrolüne geçti. Zaman içinde rejimin kendi içinde farklı fraksiyonlar doğdu. Dolayısıyla Suriye’nin davranışlarını anlamaya çalışırken rejim içindeki çelişkiler bağlamında değerlendirme yapmak açıklayıcı olabilir.

Suriye'de 'Haşdi Şabi' hazırlığı

İran bir taraftan Esed rejimine destek olurken diğer taraftan rejimin giderek zayıflamasının verdiği imkanlardan faydalanarak ülkedeki konumunu güçlendirdi ve askeri varlığını artırdı. DEAŞ’ın Irak’ta yarattığı fırsatı kullanan İran, Şii milis güçler (Haşdi Şabi) üzerinden Irak’ı neredeyse yönetir hale gelmişti. İran benzer bir durumu Suriye’de de yaratma peşinde. İran, Suriye ordusunun milis güçlere artan bağımlılığından faydalanarak kendi kurduğu, finanse ettiği, yönlendirdiği birçok farklı ülkeden milis gücü Suriye sahasına sürdü. Son olarak kasım ayının ortasında İran destekli Hizbullah, Lübnan sınırları dışında ilk kez Suriye’de çok büyük bir askeri geçit töreni yaptı. Bunu takiben Suriye’de Iraklı Haşdi Şabi benzeri bir yapılanmanın kurulacağı haberleri basına yansıdı.
Bu yapının Hizbullah başta olmak üzere İran destekli diğer yabancı milis güçlerden oluşacağı açıklandı. Bu muhtemelen Rusya’nın da uzun vadede görmek istediği Suriye değil. Dolayısıyla İran ve Rusya rejime destek verse de her iki aktörün Suriye’nin geleceğine ilişkin bakışlarında farklar var. Nitekim Suriye muhalefeti zayıfladıkça bu çelişkiler daha görünür hale geliyor. Bu tespit ve Türk askerlerinin hayatını kaybettiği saldırı sonrası Rusya’nın pozisyonu bir arada düşünüldüğünde bunun Rusya desteği olmaksızın gerçekleşmiş olma ihtimali yüksek görünüyor.

İran, rejim ve YPG’nin çıkarları örtüşüyor

Suriye rejimi ve İran Türkiye’nin El-Bab’a girerek Halep’i menzil altına almasını istemiyor. Muhaliflerin El-Bab’a girmesi Halep merkezin kuzeyinden bir cephe açılması ihtimalini barındırıyor. Bu nedenle rejim ve İran Halep ile El-Bab arasında tampon bölge oluşturmak amacında. Tam bu noktada rejim, İran ve YPG’nin çıkarları örtüşüyor. Türkiye’nin El-Bab’a yaklaşmasına paralel YPG de batıdan Afrin ve doğudan Münbiç tarafından El-Bab’a ilerlemeye başladı. Bu da Türkiye ve muhaliflerin El-Bab’a çok yaklaşmalarına rağmen halen ele geçirememiş olmalarını açıklayan nedenlerden biri. Zira El-Bab çevresindeki güçlerin bir kısmı Münbiç tarafına kaydırılmak durumunda kaldı ve son haftalarda muhalifler ile YPG arasında çatışmalar yaşandı. Yine rejim desteği altında “yerel Arap ve Kürtlerden oluştuğu” iddia edilen Şehba Tugayı adı altında silahlı yapılar oluşturuldu ve bu gruplar kuruluş amaçlarını “Türkiye ile mücadele” olarak açıkladı. İran ve Suriye rejimi bu şekilde Türkiye ile sınır paylaşmadan araya YPG’yi yerleştirmek istiyor. Bu da YPG’nin Afrin ve Ayn El-Arap (Kobani) bağlantısını sağlama hedefi ile örtüşüyor.
Sonuç olarak Türkiye’nin El-Bab hedefinin önünde üç engel görünüyor. Bunlar sırasıyla Suriye rejimi, İran ve YPG. Eğer bu tespit geçerli ise Türkiye’nin El-Bab’a ilerleyişini diğer aktörlere doğru şekilde anlatabilmesi, hedefinin sınırları konusunda net olabilmesi durumunda El-Bab ve Münbiç’e ilerlemesi açısından elinin güçlü olduğu söylenebilir. Ancak El-Bab’ın ele geçirilme amacının doğru anlatılamaması Türkiye karşıtı cepheyi genişletir ve ilerlemeyi imkansız hale getirebilir.

Rusya'nın önceliği kazanımlarını korumak

İran ve Rusya arasında Suriye konusundaki çelişkiler derinleştikçe Türkiye ve Rusya arasında işbirliği için daha fazla imkan doğabilir. İki ülke Halep, Esed’in geleceği gibi konularda farklı pozisyonda. Ancak Rusya artık Suriye’de sınırlarına ulaştı ve savaşı sürdürmekten ziyade kazanımlarını korumak amacında. Rusya, İran ve Suriye’den farklı olarak iç savaşı hiçbir taviz vermeden bitirmenin mümkün olmadığının farkında. Bunun için de Türkiye’ye ihtiyacı var. Türkiye’nin kendi güvenlik endişeleri sınırları içinde hareket ederek ilerlemesi durumunda Rusya’nın çok itiraz geliştirmeyeceği öngörülebilir. Ancak bütün çelişkilere rağmen Rusya’nın Suriye’deki en yakın müttefikinin halen rejim olduğu gerçeğini de unutmamak gerekiyor.
Türkiye bütün bu zorlukları aşabilirse El-Bab sonrasındaki hedefi Münbiç olacaktır. Münbiç’te ise Türkiye’nin karşısına bu sefer YPG ile birlikte ABD çıkabilir. Ancak ABD ile daha önce Münbiç konusunda varılan mutabakat, Türkiye’nin sahadaki askeri varlığı ve Türkiye’nin Münbiç’e hayati önem vermesi Türkiye’yi öne çıkarıyor. ABD daha önceden YPG’ye “Fırat’ın batısında yalnızsın” mesajı vermişti. ABD hava korumasından mahrum YPG’nin sadece ABD’den alacağı silah yardımları ile Fırat Kalkanı’na uzun süre direnmesi zor görünüyor. Ancak Fırat Kalkanı’nın alanı genişledikçe Türkiye’nin Suriye’ye daha fazla kaynak aktarması ve daha fazla Suriyeli muhalif ile birlikte hareket etmesi gerektiği de ortada. Farklı cephelerin açılması Fırat Kalkanı’nda zaafiyete yol açabilir.
El-Bab ve Münbiç ele geçecek olursa Fırat Kalkanı’nın başlangıcında açıklanan hedeflere ulaşılmış olacak. Ancak bunlar taktiksel hedefler. Stratejik hedef Suriye’nin kuzeyinden tüm terör unsurlarının temizlenmesi. Azez-Cerablus hattının terörden arındırılması Afrin ve Fırat’ın doğusundaki YPG ve Rakka’daki DEAŞ varlığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Dolayısıyla Fırat Kalkanı operasyonunun sonraki hedeflerinin bu bölgeler olmasını beklemek gerekiyor.

Monday, 5 December 2016

Kamu ve özel sektörün çevresel gelirleri arttı


Kamu ve özel sektörün çevresel gelirleri arttı

Kamu ve özel sektörün yaptığı toplam çevresel harcama 2012-2015 döneminde yüzde 47,5 artarak 26 milyar lira düzeyine ulaştı.
Kamu ve özel sektörün çevresel gelirleri arttı
ANKARA - ERDAL ÇELİKEL
Kamu ve özel sektörün yaptığı çevresel harcamaların toplam tutarı 2012-2015 döneminde yüzde 47,5 artarak 26 milyar lira düzeyine ulaşırken, aynı dönemde elde edilen çevresel gelirler yüzde 43 artışla 21,3 milyar liraya yükseldi.
AA muhabirinin Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden derlediği bilgilere göre, çevresel faaliyetler sonucunda açığa çıkan yan ürün, atık ve hurda satışıyla, işletmelere ve belediyelere verilen çevresel hizmetlerden gelir elde ediliyor. Aynı zamanda, çevre temizlik vergisi, kaynak suları harcı, kanalizasyon harcamalarına katılım payı, su tesisleri harcamalarına katılım payı ve diğer çevresel vergiler de belediyelerin gelir hanesine yazılıyor.
Buna kapsamda, 2012 yılında kamu ve özel sektör toplam 12 milyar 959 milyon lira tutarında çevresel gelir elde etti. Söz konusu dönemde 12 milyar 848 milyon lirası kamuya, 3 milyar 734 milyar lirası özel sektöre ait olmak üzere 16 milyar 582 milyon liralık çevresel harcama yapıldı.
Anılan tutarlar sonraki yıllarda sürekli artış göstererek, 2015 sonu itibarıyla çevresel harcama bazında 26 milyar 935 milyon liraya, çevresel gelir bazında da 21 milyar 287 milyon liraya ulaştı. Böylece çevresel harcamalar 2012 yılına göre yüzde 47,5, çevresel gelirler de yüzde 43 arttı.

17 bin ilave istihdam sağlandı

Kamu ve özel sektörün çevresel harcamalarındaki artış bu alana ilişkin istihdam verilerine de yansıdı.
Bu açıdan bakıldığında çevresel faaliyetlerde 2012 yılında 64 bin kişi istihdam edilirken, bu sayı 2015 sonu itibarıyla 81 bine ulaştı. Böylece söz konusu dönemde çevresel faaliyetlerde çalıştırılmak üzere 17 bin ilave istihdam sağlanmış oldu.

En fazla harcama atık yönetimine yapıldı

Çevresel harcamaların hangi alanları içerdiğine bakıldığında, geçen yıl itibarıyla gerçekleştirilen 25 milyar 935 milyon liralık harcamanın yüzde 38,7'sini atık yönetimi hizmetleri, yüzde 34'ünü su hizmetleri, yüzde 18,4'ünü atıksu yönetimi hizmetleri, yüzde 8,9'unu da diğer konularda yapılan çevresel harcamalar oluşturdu.
Söz konusu harcamalar 2012 yılı verileri ile karşılaştırıldığında atık yönetimi hizmetlerinin payı 0,6 puan, diğer konularda yapılan çevresel harcamaların payı 8,9 puan düşerken, su hizmetlerinin payı 6,3, atıksu yönetimi hizmetlerinin payı 3,2 puan artış gösterdi.

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts