Tuesday, 26 December 2017

Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’in Türkiye Ziyareti


Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’in Türkiye Ziyareti
Ahmet KAVAS
Ahmet KAVAS
Yayın Tarihi : 22.1.2008
1950’li yıllarda sömürgecilikten kurtulmaya başlayan Afrika’da kurulan bağımsız devlet sayısı 1990’lı yıllara gelindiğinde 53’ü buldu. Bu devletler arasında 454 km2 ile Seyşeller ve 964 km2 ile Sao Tome ve Principe gibi bazı ada devletleri yüzölçümleri itibarıyla bin kilometrekareyi geçmemektedir. Ama bunun yanında kıta içinde Sudan, Cezayir ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi yüzölçümü iki buçuk milyon kilometre kare civarında olan devasa ülkeler de var. Özellikle Sudan 2.505.810 km2’lik yüzölçümü ile kıtanın en büyük, dünyanın ise onuncu sırada en çok topraklarına sahip ülkesidir. Nil Nehri’nin ülkenin güneyinden kuzeyine uzanması bu ülkeye ayrı bir zenginlik katmaktadır. Yine 40 milyona ulaşan nüfusuyla hem bölgesinde hem de kıta içinde önemli bir ağırlığa sahip bulunmaktadır.
 
Türkiye-Sudan münasebetleri 16. yüzyılın başına kadar gitmektedir. Ancak Türklerin Afrika’nın bu bölgesiyle ilk temasları dokuzuncu yüzyılda Kahire merkezli kurdukları Tolunoğulları, İhşitler, Eyyûbiler ve Memlûkler dönemlerine kadar uzanmaktadır. Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ın idaresini Memlûkler’den almasından sonra Osmanlı Devleti’nin Kızıldeniz’in batı sahillerine, yani bugünkü Sudan devleti topraklarına ilgi duyduğunu biliyoruz. Afrika’da kurduğu Mısır, Trablusgarp (Libya), Tunus ve Cezayir eyaletleri dışında beşincisini Sudan ve Etiyopya topraklarında oluşturdu ve Habeş eyaleti adı verilen bu idarenin merkezi genelde Sudan’ın Kızıldeniz sahilindeki Sevakin adası oldu. Buraya tayin edilen beylerbeyileri genelde bu adada ikamet ettiler. 19. yüzyılın başında Mısır valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa ise 1820’li yılların başında Sudan’ın iç bölgelerine de ilgi duydu ve kendisinden sonra yerine geçe oğullarının döneminde bugünkü modern Sudan devletinin sınırları oluşturuldu. Dahası, başkent Hartum başta olmak üzere pek çok büyük şehir bu dönemde inşa edildi. Hatta 1821-1882 yılları arasındaki bu döneme “Türkiye” denilmektedir.
 
Türkiye ile Sudan bin yılı aşan ortak tarihe sahip iki ülkedir. Osmanlı Devleti’nin bu bölgedeki varlığının temel sebebi Kızıldeniz havzasını 16. yüzyıldaki Portekiz işgaline karşı korumak içindi. 19. yüzyılda ise özellikle İtalyan işgali başta olmak üzere Avrupa sömürgeciliğine karşı Kızıldeniz havzasını muhafaza etmekti. Ne var ki 1882 yılında Mısır ile birlikte Sudan da İngiltere’nin işgaline maruz kaldı. İki millet arasında oluşan kardeşlik ve dostluk duygusu Habeş eyaleti sınırları içinde olduğu kadar, iç kısımlardaki Func, Kordofan ve Darfûr sultanlıklarıyla da devam ettirildi. Mısır’a bağlı “hükümdarlık” adıyla 60 yıl idare edilen dönem iki millet arasındaki yakın münasebetlerin en üst seviyeye çıkmasına sebep oldu.
 
Afrika ülkeleri içinde en az bölünen ülke Sudan olup o da bağımsızlık sonrasında içine sürüklendiği karışıklıklarla bu sürece dahil edilmek istenmektedir. Ülkenin güneyindeki sınırlı sayıda bulunan Hristiyan azınlığın eski sömürgeci devletlerin desteğiyle başlattığı direniş hareketi 2005 yılında merkezi hükümetle karşılıklı bir anlaşma yapılarak sona erdirildi ve yerini barış ortamına bıraktı. Fakat daha bu süreç tamamlanmadan ülkenin batısındaki Darfur’da bir çatışma ortamı oluşturuldu. Çatışmanın sadece Cencavid tarafı merkezi hükümetle işbirliği içinde yer alırken diğer üç taraf ise ordu birlikleriyle çatışmaya başladı. Avrupa devletleri ve ABD’nin de desteklediği bu üç direniş hareketi bölgeyi giderek yaşanmaz hale getirdi. Sudan ordusu ve güvenlik kuvvetlerine karşı saldırılara merkezi hükümet cevap verince her iki taraftan da büyük kayıplar oldu. Ne var ki, Darfur ile ilgili haberler dünya medyasında taraflı olarak yer almaktadır. Hartum yönetimi, ordu ve güvenlik kuvvetleri ile onlara destek olan Cencavidler ile bunlara karşı direniş gösterenlerin tarafında toplam 10.000 kişilik bir kayıp olduğunu bildirse de dünya medyası bugün 200.000-350.000 arasında ölü olduğu şeklinde çok abartılı rakamlar vermektedir. Darfur’un toplam altı milyon nüfusunun 2 ile 2,5 milyonunun yer değiştirdiğini, 4 milyon civarındaki geriye kalanının da açlıkla yüzyüze olduğunu iddia etmektedirler. Oysa Sudan devleti direniş hareketleri başladığından bu tarafa Darfur’un %90’ının idaresinde olduğunu ve çarpışmaların sadece %10’luk kısmında yaşandığını bildirmektedir. Genel kanaat Darfur’da bir insanlık dramının yaşandığı yönündedir. Sudan’da huzuru sağlamak için Birleşmiş Milletler ABD’nin yönlendirmesiyle dünyada ilk defa en büyük barış gücünü buraya yerleştirmek istemektedir. Sudan ise Afrika Birliği ile birlikte yürütülecek bu barış gücü içinde eski sömürgeci Avrupalı devletlerin askerlerini ve diğer görevlilerini görmek istemediği için bu karma barış gücünün ülkesinde mevzilenmesine bir türlü tam onay vermiyor.
 
Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in Türkiye Ziyareti
 
1956 yılından bugüne kadar aradan geçen 57 yıl boyunca Türkiye ile Sudan ilişkileri diplomatik olarak sınırlı ziyaretlerle geçiştirildi. İlk defa Türkiye tarafından başbakan Recep Tayip Erdoğan Sudan’da, hatta Darfur’a kadar gitti. Sudan tarafından ise ilk defa devlet başkanlığı düzeyinde 21 Ocak 2008 tarihinde Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirildi. Çin’in Afrika’daki giderek artan varlığından son derece rahatsız olan ABD ve Avrupa Birliği üyesi ülkeler Türkiye’nin Sudan ile yakınlaşmasını müspet bir adım olarak değerlendirmek durumundadır. Çünkü her iki tarafın dostluğu temel alan bu yaklaşımı sayesinde Sudan hakkında ileri sürülen iddiaların barışçı bir ortamda çözümlenmesine de yardımcı olacaktır.
 
Ömer el-Beşir’in Türkiye ziyareti Sudan’ın kıta içinde ve dış dünyada yalnızlığa zorlandığı ortamdan çıkması için önemli bir adımdır. Böylece Türkiye de bulunduğu coğrafyada yaşanan Irak olayları, Filistin meselesi gibi sıkıntılarla çok taraflı bir görüşme ortamı oluşturmakta, Afrika’da çözümsüz gibi görülen Darfur meselesinde de Sudan devletini doğrudan muhatap almaktadır. Diğer taraftan bu bölgede yaşanan insanlık dramına yerinde çok amaçlı yardım eli uzatarak kalıcı bir çözüm için çalışmaktadır. Türkiye uluslararası toplum nezdinde güvenilir bir ülke konumunu elde ederken dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan sıkıntıların çözümü için barış ortamı tesisinde etkin görevler üstlenmektedir.
 
Sudan devlet başkanı bu ziyaretiyle Türkiye’nin dünya siyasetindeki rolünü önemsediğini gösterirken, Türk iş adamlarının da son yıllarda ülkesine giderek artan ilgisini en üst seviyeye çıkarmayı hedeflemektedir. Gelinen bu nokta şunu göstermektedir ki 1990’lı yılların sonunda Türk dış politikasının önde gelen diplomatlarından Büyükelçi Numan Hazar’ın hazırladığı “Afrika Açılım Planı” çerçevesinde önerilen adımların 2000’li yıllarda bu konulara kararlılıkla eğilen hükümet politikalarıyla giderek büyümesidir.
 
2005 yılının Türk hükümeti tarafından “Afrika’ya Açılım Yılı” ilan edilmesi bu kıta ile münasebetlere olumlu manada büyük bir ivme kazandırdı. Artık Türk diplomasisinin öncelikli konuları arasında Afrika kıtası da hak ettiği yeri almakta ve uluslararası ilişkilerinde bu kıta ülkeleri ile kalıcı işbirliği anlaşmaları yapılmaktadır. Kısacası Türkiye bu girişimleriyle geçmişteki dostluk ve kardeşlik mirasına dönerken, Afrika ülkeleri de bu ilgiye kayıtsız kalmadıklarını göstermektedirler.
Diğer Yazıları

Afrika'nın kapısı: Sevakin Adası


Afrika'nın kapısı: Sevakin Adası


19. yüzyıla kadar Osmanlı toprağı olan Sevakin AdasıCumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Sudan ziyaretinde en ilgi çeken duraklarından biri oldu.
Sudan ziyareti kapsamında ülkenin kuzeyindeki Port Sudan'dan Sevakin Adası'na geçen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansının (TİKA) restore ettiği Hanefi Camisi'nde namaz kıldı. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 19. yüzyıla kadar Osmanlı'nın toprağı olan Sevakin Ada'sının tarihi önemine vurgu yaparak, "Sevakin Adası'nı bize belli bir süre tahsis etseniz de biz bu adayı aslına uygun olarak yeniden inşa ve ihya etsek. Ömer El-Beşir kardeşim 'tamam' dedi. Burayı inşa ve ihya ne demek biliyor musunuz? Burayı yerle bir edenlere şu cevabı vermiş olacağız. Siz geldiğiniz buraları yerle bir ettiniz. Sizin o buraları yerle bir etmeniz, bizim sakalımızı tıraş etmeye benzer. Unutmayın ki biz burayı öyle bir inşa ve ihya edeceğiz ki kesilen sakal çok daha gür biter, siz bunu göreceksiniz." dedi. 
Türkiye, 2011'den bu yana adayı turizm sektörüne kazandırmak isteyen Sudan'a destek veriyor. 
TİKA, adada Hanefi ve Şafi camilerinin yer aldığı kompleksin restorasyonunu ve çevre düzenlemesini tamamladı.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1821'de inşa edilen ve gümrük işlemlerinin yapıldığı tarihi binayı da aslına uygun restore eden TİKA, binanın önüne ayrıca seyir iskelesi inşa etti. Kurum, Muhafaza Binası'nın yenileme çalışmalarına 2016'dan bu yana devam ediyor. 

Sevakin Adası

Sudan'ın kuzeydoğusunda, Kızıldeniz kıyısında bir liman kenti olan Sevakin Adası, Türkiye için tarihi öneme sahip.
Yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan ada, ticari ve ekonomik öneminden dolayı Sudanlılar tarafından "Afrika'ya açılan kapı" olarak nitelendiriliyor.
Sevakin Adası, geçmişte Nubye bölgesinin en önemli limanıydı. Osmanlı döneminde Kızıldeniz ve Hicaz'ın denizden gelecek tehlikelere karşı güvenliği Sevakin Adası üzerinden sağlanıyordu.
Sevakin Adası, bugünkü Eritre, Cibuti ve Kuzey Somali'yi kapsayan Habeş eyaleti valilerinin ikamet adresiydi.
Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesiyle Türk topraklarına katılan ada, eyaletin merkezi konumundaydı. Kızıldeniz ve Hicaz'ın güvenliğini Sevakin Adası'ndan sağlayan Osmanlı İmparatorluğu, bölgeye önce kaleler ardından idari binalar, camiler, hanlar, hamamlar inşa etti. Kızıldeniz, "ticaretin kilit noktası" olan Sevakin Adası sayesinde "Osmanlı'nın iç denizi" haline geldi.
Adada tarihi Osmanlı Limanı'nın yanı sıra Gümrük Binası, Hanefi ve Şafi camileri gibi önemli eserler bulunuyor. 

Lozan Antlaşması ile Mısır'a bırakıldı

1882'de İngilizler'in Mısır'ı işgaliyle fiilen Türk hakimiyetinden çıkan Sevakin Adası, 1923'de imzalanan Lozan Antlaşması'nın 17. maddesi uyarınca İngiliz işgalindeki Mısır'a bırakıldı.
Ada, 1956 yılında, İngilizlere karşı bağımsızlığını kazanan Sudan topraklarının parçası oldu.
Afrika'dan hac kafilelerinin deniz yoluyla kutsal topraklara uğurlandığı Sevakin Adası'nda 40 binden fazla Sudanlı yaşıyor.
Ekonomi ve altyapının yok denecek kadar az olduğu ada sakinleri, balıkçılık yaparak hayata tutunmaya çalışıyor.
Ada sakinleri, iş bulma umuduyla son yıllarda Kızıldeniz eyaleti merkez şehri Port Sudan'a göç ediyor.

Eski güzelliğine kavuşmayı bekleyen Osmanlı mirası​

Sudan'ın doğusundaki Kızıldeniz sahilinde ülkenin en önemli limanı Port Sudan'ın güney tarafında kalan ve başkent Hartum'a 560 kilometre uzaklıkta bulunan, 66 metre rakıma ve 20 kilometrekare alana sahip Sevakin Adası'nda 370’den fazla yerleşim birimi ve hükümet kurumları yer alıyor.

Mazisindeki yüksek mimari düzey ve güçlü tarihin ardından gelen yıkımla adeta harabe şehre dönüşen mercan adası Sevakin, yeniden eski güzelliğine kavuşmayı bekliyor.
Adaya "Sevakin" adının verilmesine dair ise çeşitli rivayetler bulunuyor. "İskan" anlamındaki Sevakin olduğunu söyleyenlerin yanı sıra eski Mısır dilinde, "Şavahin" adının daha sonra Sevakin kelimesine dönüştüğü ileri sürülüyor. 

Bunlar içinde en dikkati çeken adanın tarihinin Süleyman Peygamber dönemine dayandığı iddiası. Bu görüşü savunanlar Sevakin adının, hapishaneler anlamına gelen "Sucun" kelimesinden geldiğini ifade ediyor. Buna göre Süleyman Peygamber döneminde insanlardan ve cinlerden kanuna aykırı davrananlar bu adada hapis cezasına çarptırılıyormuş. 
Adadaki mimari eserlerin yüksek olması nedeniyle "bu yapıları cinlerden başkası yapamaz" anlamına gelen "Seva- Cin (Cin Yapısı)" ifadesinin "Sevakin'e" dönüştüğü de konuyla ilgili ortaya konulan görüşler arasında yer alıyor.  

Süleyman Peygamber'den Osmanlı'ya uzanan engin tarih

Süleyman Peygamber ve Saba Melikesi Belkıs'tan Batlamyus, Yunanlılar, eski Mısırlılar ve Osmanlılara kadar uzanan derin bir tarihi zenginliğe sahip ada, geniş hayale imkan veren geçmişiyle engin bir egzotizm kazandırıyor.
Ebu Muhammed el-Hasan bin Ahmed El-Hemdani'nin 10'uncu asırda yazdığı tarih kitaplarındaki bilgilere göre, bugün Eritre'deki Massava kenti olarak bilinen Badi limanından vazgeçildikten sonra "eski bir belde" olan Sevakin'in yıldızının parladığı belirtiliyor. 
İbni Battuta gibi önemli seyyahların da ziyaret ettiği Sevakin'in restoresinin, Türkiye'nin desteğiyle yapılması daha önce de konuşuluyordu. Ancak bu yönde ilk ciddi adım dün Erdoğan'ın bu kente yaptığı ziyaretle atılmış oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Sevakin Adası’nın belli bir süre Türkiye'ye tahsis edilerek aslına uygun yeniden inşasını talep etti. Sudan Devlet Başkanı Beşir de bunu memnuniyetle karşıladı.

Yerel yetkililer “adanın imar edilecek olmasından” memnun

Türkiye’nin turizm bölgesine dönüştürmek istediği Sevakin adasının yeniden imar edilmesi kararı yerel yetkililer tarafından da memnuniyetle karşılandı.
Sevakin yetkililerinden Halid Sadan, ziyaret sırasında yaptığı açıklamada, tarihi kentin yeniden imarının, turizm ve yatırımları canlandıracağını söyledi.
Bölgenin yıkımından İngiltere’yi sorumlu tutan Sadan, "Sevakin İslami izler taşıyan bir adaydı. Sömürgeciler İslami izleri silmek için onu ihmal ve tahrip etti." dedi.
Sevakin Adası Belediye Başkanı Mahmud el-Emin, "Sevakin adası, adeta Afrika’nın doğusundaki ve Kızıldeniz sahilindeki İslam topraklarının başkentiydi." ifadelerini kullandı.
Kızıldeniz Valisi Ali Ahmed Hamid de Sevakin adasının uzun süreler Osmanlı hakimiyeti altında kaldığını belirtti.
Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş, Sudanlı mevkidaşı Muhammed Ebu Zeyd ile Sevakin’de turizmin geliştirilmesi ve tarihi eserlerin restorasyonu konusunda anlaşmalar imzaladı.
HARTUM - ABDULLAH ULUYURT /  AHMED YUNUS ABAKAR

Friday, 22 December 2017

Dünya nüfusunun yüzde 82’si ABD'nin Kudüs kararına karşı


ABD Başkanı Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasına BM Genel Kurulu oylamasında karşı çıkan 128 ülkenin toplam nüfusu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 82’sini oluşturuyor.

Dünya nüfusunun yüzde 82’si ABD'nin Kudüs kararına karşı                                                          Grafik: AA/Yasin Demirci
ANKARA
ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’e ilişkin kararının İslam ülkeleri başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde tepkiyle karşılanması, dün BM Genel Kurulu’nda ezici üstünlüğe ulaşan bir destekle tepki görmüştü. 
ABD yönetiminin tüm tehditlerine rağmen BM’deki oylamada karşı cephesinde yer alan ülkelerin nüfusu, devletlerin sayısına kıyaslandığı çok daha ağırlıklı bir durum oluşturuyor.
ABD’nin kararına karşı çıkan, BM kararının kabul edilmesine “evet” diyen 128 ülkenin toplam nüfusu yaklaşık 6 milyar 187 milyonu buluyor. Bu rakam, yeryüzündeki toplam 7,5 milyarlık nüfusun yüzde 82,5'ini oluşturuyor.
Trump’la birlikte hareket ederek karara ret oyu veren 8 ülkenin ve ABD’nin yaklaşık toplam 380 milyonluk nüfusunun dünya nüfusuna oranı ise sadece yüzde 5,1’i buluyor.
BM Genel Kurulu’ndaki oylamaya katılmamayı tercih eden ve toplam 290 milyon civarında nüfusa sahip 21 ülkenin dünya nüfusu içindeki payı yüzde 3,8’e denk geliyor.
Oylamada çekimser kalan 35 ülke ise yaklaşık 650 milyon insanlar dünya nüfusunun yüzde 8,6’sını barındırıyor.
Bu tabloya göre yeryüzündeki her 10 kişiden en az 8’i, ABD’nin Ortadoğu’da barış umutlarına kökten darbe vuran kararının karşısında yer alıyor.

http://aa.com.tr/tr/dunya/dunya-nufusunun-yuzde-82-si-abdnin-kudus-kararina-karsi/1012217

Suudi Arabistan-BAE ittifakı ve KİK'in geleceği



Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan arasında yeni bir siyasi ve askeri ittifakın oluştuğunun açıklanması, birçok Arap analisti, bu yeni ittifakın Körfez İşbirliği Konseyi'nin yerini alacağına dair bir spekülasyon oluşturmaya itmiş durumda.
Suudi Arabistan-BAE ittifakı ve KİK'in geleceği

OXFORD - Samuel Ramani
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanlığı, 5 Aralık 2017'de Birleşik Arap Emirlikleri ile Suudi Arabistan'ın yeni bir siyasi ve askeri ittifak kurduğunu açıkladı. Bu ittifak, her iki ülkenin İran'ın Ortadoğu'daki nüfuzunun sınırlandırılması konusunda ikili düzeyde işbirliği yapmasına ve karşılıklı yarar sağlayacak ortak ekonomik girişimleri geliştirmesine imkan veriyor.
Suudi Arabistan ve BAE yetkilileri, Körfez İşbirliği Konseyi'nin (KİK) uyumunu korumaya yönelik taahhütlerini yinelemiş olsalar da süregiden Katar krizi birçok Arap uzmanı, yeni Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri ittifakının, stratejik önem bakımından nihayetinde KİK'in yerini alacağına dair spekülasyona sevk etti. Bu spekülasyon, 5-6 Aralık tarihleri arasında düzenlenen KİK Liderler Zirvesi'nin kısa kesilmesi ve Suudi Arabistan Kralı Selman'ın, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Sani ile bir araya gelmek için Kuveyt'e gitmeyi reddetmesiyle doruk noktasına ulaştı.
KİK içindeki devletlerarası gerginlikler, ortak güvenlik teşkilatının 1981'de kurulmasından bu yana en üst seviyede olsalar da, Basra Körfezi'ndeki jeopolitik dinamikler daha yakından incelendiğinde, bu yeni koalisyonunun kalıcı olarak KİK'in yerini alma ihtimalinin düşük olduğunu ortaya koyuyor. KİK'in uzun vadede ayakta kalma ihtimali, Suudi Arabistan'ın Katar'ı kalıcı bir hasım olarak tutmaktaki isteksizliğiyle doğru orantılı. Ve ayrıca Riyad ile Abu Dabi arasındaki gün yüzüne çıkmamış gerginlikler de askeri ittifaklarını zayıflatabilecek bir faktör.
Riyad ve Bahreyn’in, Katar’ı KİK’ten çıkarma çağrılarından kaynaklanan keskin bir Katar karşıtı söyleme rağmen, Katar'ın KİK’ten kalıcı olarak ayrılması Riyad'ın stratejik çıkarlarına ciddi bir tehdit oluşturacak. Katar'ın geniş mali kaynakları ve Arap dünyasındaki İslamcı gruplarla olan bağlantıları, onu Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri ittifakının yüz yüze geleceği dişli bir rakip haline getiriyor.
İki cepheli bir vekalet savaşına girmek, Suudi Arabistan'ın, kaynaklarını, İran'a karşı varoluşsal olarak gördüğü mücadeleden başka yöne çevirmesine yol açabilir ve Suudi karşıtı bir Katar-İran güvenlik anlaşmasının ortaya çıkmasını kolaylaştırabilir.
Tüm bu riskler, Riyad'ın Katar'ı ekonomik ve diplomatik olarak izole etme çabalarının Doha'yı ortadan kaldırmayı hedeflediğine ilişkin rağbet gören teoriyi mesnetsiz kılıyor.
Aslında, Suudi Arabistan'ın Doha'ya karşı kullandığı zorlayıcı diplomasi, Katar'ı Suudi Arabistan'ın KİK üzerindeki hegemonyasını kabul etmesi ve Ortadoğu'daki Suudi çıkarlarını tehdit eden İslamcı grupların finansmanına son vermeye ikna etmek için oynadığı bir kumardı.
Yeni Suudi Arabistan-BAE ittifakı, Katar'ı bölgesel meselelerden soyutlamayı hedefleyen başarısız stratejide atılan son zar niteliğinde.
Al Sani'nin, Katar'ın diğer KİK üyeleriyle olan bağlarını askıya aldığından beri zenginleştiğine ve geliştiğine yönelik açıklamaları abartı olsa da, Katar'ın Rusya, Çin ve Pakistan ile ticareti genişletmesi ve ekonomik durgunluktan uzak kalması bölgesel bir güç olarak direncini ortaya koyuyor. Katar'ın zorluklar karşısında gösterdiği direnç Suudi yetkililer tarafından öngörülemedi ve muhtemelen Suudi Arabistan, Katar stratejisini yeniden değerlendirmek durumunda kalacak.
Suudi ve Emirlik yetkilileri, Katar'ın dış politikasını kalıcı olarak KİK'in dışında şekilledirmesine sıcak bakmadıkları için yeni Suudi Arabistan-BAE ittifakı, zamanla KİK'e entegre edilebilir. Körfez'deki birliği sağlamak için Riyad ve Abu Dabi, yeni ikili ekonomik ve güvenlik ortaklığı çerçevesinde tartışılan projelere Katar'ın katılımını isteyebilir.
Suudi-BAE ittifakı ve Katar arasındaki ilişkiler, Suriye ve Yemen çatışmalarının barışçı çözüme ilerlemesi durumunda normalleşebilir. Birleşik KİK cephesi, Körfez'deki Arap ülkelerinin İran karşısındaki pazarlık gücünü büyük ölçüde artıracaktır.
Katar ile Suudi-BAE ittifakı arasında derin siyasi ihtilaflar ortaya çıkmaya devam edebilir ve mevcut krizin olumsuz hatıraları da önümüzdeki yıllar boyunca kalabilir. Bununla beraber Katar krizinin bitmesi, 1990'ların sonundaki Suudi Arabistan-İran yakınlaşmasının açık çatışmaya dönüşmesinden ziyade, 2015 Suudi Arabistan-Katar normalleşmesine benzemesi daha muhtemel.
Katar'ı kalıcı olarak yabancılaştırmanın getirdiği risklere ek olarak, Suudi Arabistan-BAE ittifakı, her iki ülkenin Ortadoğu vizyonlarındaki belirgin farklılıklar nedeniyle de zayıflayabilir. Suudi Arabistan'ın vizyonu, görünürde büyük ölçüde mezhep temelli. Riyad, İran'ı bölgesel istikrarın başlıca tehdidi ve İran yanlısı Şii aktörleri de düşman güçler olarak görüyor. BAE'nin vizyonu ise Suudi Arabistan'ın katı mezhepsel yaklaşımını reddediyor. Abu Dabi emirliğinin veliaht prensi Muhammed bin Zayid sorumluluğunda, BAE Ortadoğu'daki laik güçleri kararlılıkla destekledi ve Sünni İslamcı grupları bölge istikrarını İran'dan daha çok tehdit eden olarak gördü.
Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri'nin stratejik vizyonları arasındaki çatışma, her iki ülkenin Yemen ve Suriye krizlerine verdikleri aksi cevaplarla kendini gösterdi.Yemen'de Suudi Arabistan'ın askeri operasyonları esas olarak Husi asilerinin kendi sınırlarına taşıdığı tehditlerle mücadele etmeye odaklandı. Suudi ordusu ayrıca sürgündeki Sünni devlet başkanı Abdurabbu Mansur el-Hadi’nin gücünü tahkim etme hedefine de destek olmaya devam ediyor. Hadi'nin konumunu güçlendirmek için Suudi Arabistan, Yemen'in Müslüman Kardeşler ayağı Islah ile uyumlu hale geldi ve BAE'nin güney Yemen'de bir nüfuz alanı meydana getirme girişimlerine direndi.
2015’in Mart ayında Yemen’deki Husilerle Körfez İşbirliği Konseyi arasında savaşın patlak vermesiyle, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen’de yeniden laik otoriter bir yönetim kurulmasına odaklandı. Suudi Arabistan’dan farklı olarak, Abu Dabi, Yemen’in yeni liderinin mezhepsel bağlantısıyla ilgilenmiyor.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Yemen’in geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’e askeri desteği ve Suudi yanlısı tavır alan Islah üyelerine karşı güç kullanma konusundaki istekliliği, Yemen’deki stratejik hedefler konusunda Riyad ile Abu Dabi arasında bir uçurum olduğunu gösteriyor.
Suud ve Emirliklerin Suriye'deki hedefleri arasındaki uyuşmazlık, Yemen’deki kadar aşikar değil. Bununla birlikte, her iki ülke de Suriye’deki barışın nasıl olması gerektiği hususunda farklı pozisyonlara sahip. 2015’ten beri Esed'in askeri başarılarına rağmen, Suudi Arabistan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile diplomasiye karşı olan Sünni isyancı grupların sığınma yeri olmaya devam etti.
BAE, Suriye’deki muhalif kesimlere finansal destek sağlamasına rağmen, bir yandan da 2012’de Esed rejimi yetkilileriyle arka kanal diyalogları yürüttü ve Suriye’deki çatışmanın çözümü konusunda Rusya ile işbirliği yaptı. Bu politikalar, Suudilerin hedefleriyle çatıştı ve iki ülke liderlerinin perspektifleri arasındaki uçurumu belirginleştirdi.
Riyad-Abu Dabi arasında stratejik vizyon düzeyinde beliren ihtilaf, iki ülkenin müttefik kalmak için yeterli sayıda ortak hedefe sahip olması yönüyle, kısa vadede aşılabilir görünse de bu fikir ayrılıkları uzun vadede iki ülkenin ittifak ilişkisine tehdit oluşturabilir. Bu uyuşmazlığın devam etmesi, her iki ülkenin Katar’a karşı kurdukları güçlü işbirliğinin, sağlam ideolojik temelden yoksun bir çıkar ittifakı olduğunu ortaya koyuyor.
İkili ilişkilerdeki bu gerilime rağmen, Sahil bölgesi terörle mücadele operasyonları için 130 milyon dolarlık Riyad-Abu Dabi yardımı ve sınır ötesi bankacılık işlemlerini kolaylaştırmak için harcanan çaba gibi belirli hedeflere yönelik işbirliği, öngörülebilir gelecekte devam edecek gibi görünüyor. Ancak, bu işbirliği alanları nispeten tali önemde ve muhtevası bakımından, Suudi-BAE ittifakının Körfez İşbirliği Konseyi’nin yerine ikame edilmesine imkan verecek güçten de uzak.
Suudi-BAE ittifakına ilişkin resmi bir taaahhüt, iki ülkenin Basra Körfezi'nde istikrarın korunmasına yönelik beklentileriyle uyumlu olsa da bu ortaklığın ömrü ve KİK'ten bağımsız olarak varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği belirsiz. Suudi-BAE işbirliğinin, her iki ülke de Katar ile ilişkilerini gerginleştirdiği sürece güçlenmeye devam etmesi muhtemel görünse de Suudi Arabistan ile BAE arasında vuku bulabilecek ihtilaflar ve Riyad ile Tahran arasında tırmanan düşmanlık, gelecek aylarda KİK’in ortak bir güvenlik örgütü olarak yeniden canlanmasını sağlayabilir.
[Oxford Üniversitesi St. Antony’s College Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktora çalışmasına devam eden Samuel Ramani, düzenli olarak Washington Post ve The Diplomat’ta Ortadoğu ve Rusya politikası odaklı yazılar kaleme almaktadır]

ABD-İsrail ve kardeşleri: Ve saire…


Yıllardır işgalci İsrail’in Filistinlilere uyguladığı hukuksuzluğa ve zulme her türlü desteği veren ABD’nin yap-satçı yeni başkanının büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının yarattığı bumerang etkisi ABD ile İsrail’i vurmuş durumda.
ABD-İsrail ve kardeşleri: Ve saire…
İSTANBUL - Prof. Dr. Cengiz Tomar
Yazıya bu başlığı vermemizin sebebi, Birleşmiş Milletler’in (BM) Kudüs kararına ret oyu veren ülkelerinOrtadoğu’nun başat dili Arapçanın meşhur gramer kaidesi olan “inne ve kardeşleri”ni hatırlatması. Bu gramer kuralının beş unsurundan en önemlisi olan “inne” zikredilirken diğerleri pek bilinmez. ABD gibi bir devin bütün tehditlere rağmen yanına çektiği devletlere, pek çoğumuzun adını ilk kez duyduğu Palau, Nauru, Mikronezya gibi okyanusta bir katre büyüklüğündeki ülkelere bakınca, “inne ve kardeşleri”ni hatırlamamak mümkün değil.
Yıllardır işgalci İsrail’in Filistinlilere uyguladığı hukuksuzluğa ve zulme her türlü desteği veren ABD’nin yap-satçı yeni başkanının büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, Barzani’nin referandum kararına benzer, kazanma ihtimali düşük bir kumar olduğunu ve Trump’ın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabileceğini ifade etmiştik.[1] Nitekim Trump’ın Ortadoğu’ya attığı bu “atom bombası” bumerang etkisi yaratarak ABD ile İsrail’i vurmuş durumda.
Geçen hafta Türkiye’nin öncülüğünde İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesinde İslam dünyası, tarihinde ilk defa, bir kısmı kerhen de olsa, birlik tavrı sergileyerek iki yüz yıllık bitkisel hayatından çıkma hususunda bir belirti göstermişti. Bu kararlar, Kudüs’ün ötesinde çok daha derin bir mana taşımakta, iki asırdır bir nesne konumunda olan İslam dünyası ilk defa topluca ABD-İsrail ikilisine karşı tekrar tarihin öznesi olmak hususunda bir irade beyan etmekteydi. Bu meyanda önemli olan, Müslümanların birleşerek ABD ve İsrail’e kafa tutamayacakları yönündeki mitolojik ve psikolojik bariyerin aşmasıydı.[2]
Bu kararların tam da Irak, Suriye, Yemen ve Libya gibi Müslüman devletlerin sistemlerinin çöktüğü, İslam dünyasının etnik/mezhebî sebeplerle birbirini boğazladığı, DEAŞ gibi örgütlerin insanlık dışı yöntemlerle kendi dindaşlarını katlettiği, Körfez ülkelerinin “Arap Baharı”nın “İran Yazı”na dönüşmesi ve Müslüman Kardeşler fobisi nedeniyle paralize olduğu, Mısır’da Sisi yönetiminin parmağını kaldırmaya mecali kalmadığı, Lübnan başbakanının Suudi Arabistan’da istifa ettiği ve Suudi Arabistan yönetiminin “mıntıka temizliği”yle uğraştığı bir kaos ortamında, yani bundan daha kötüsünün olamayacağı bir dönemde gelmesi, hem İslam alemi hem de dünya için bir ümit ışığı olarak görüldü.
Zira her şeye rağmen, hiç bir Arap ülkesinin meşru ya da gayrimeşru lideri Kudüs’ü İsrail’e (tıpkı Ortaçağ’da böyle bir teşebbüse imza atan Melik Kamil gibi) vermenin sonuçlarını halkına anlatamazdı. Bu bağlamda, 88 yıllık aranın ardından Kudüs’ü 1187’de Haçlılardan geri alan şarkın en sevgili sultanı Selahaddin Eyyubi’nin öz yeğeni Melik Kâmil’in, kardeşleriyle olan iktidar mücadelesini kazanmak uğruna, Kudüs’ü Haçlılara anlaşmayla devretmesi sonucunda Müslüman halk tarafından nasıl hakarete uğradığını ve aslında pek çok başarıya imza atmış bu devlet adamının adının tarihe nasıl geçtiğini Arap yöneticiler biliyor olmalılar. Zira Melik Kamil’in Kudüs’ü Haçlılara teslimi Bağdat, Kahire ve Şam gibi bütün İslam dünyasını yasa boğmuş, tarihte ilk defa protesto gösterileri düzenlenmiş ve Melik Kamil’e lanetler okunmuştu. Bu nedenle hem İİT İstanbul zirvesinde hem de BM oylamasında hiç biri hayır oyu kullanamadılar. Zira bu Arap sokağında ikinci bir Arap Baharı dalgasına yol açabilir ve zaten sallantıda olan rejimlerin sonunu getirebilirdi.
İslam dünyasının Türkiye öncülüğünde yaptığı bu başkaldırı, ABD ve İsrail’in bütün tehditlerine rağmen, Birleşmiş Milletler genel kurulunda küresel bir isyana dönüşmüş durumda. Tasarıya ret oyu veren devletlerin, adını hiç duymadığımız küçük ülkeler olduğunu, çekimser oy kullanan devletlerin büyük kısmının da Antigua, Bahamalar, Benin, Butan, Ekvator Ginesi, Ruanda, Solomon Adaları, Tuvalı ve Vanautu gibi hâmişi ülkeler olduğunu not edelim. Dolayısıyla ABD’nin Kudüs kararı ve İsrail’in uygulamaları, bütün güçlerine rağmen, içlerinde Batılı büyük devletlerin de bulunduğu dünya nüfusunun büyük kısmını oluşturan maşeri vicdan tarafından mahkum edilmiş ve bu iki ülke yalnızlaştırılmış durumda. Tabii ki karara olumlu oy verecek ülkelere “gözüm üzerinizde, evet verirseniz yardımı keserim” diyen yap-satçı başkanın mafyavarî tehditlerine karşı, her şeyin para olmadığını anlatan güzel bir cevap da verilmiş oldu.
Attığı tweetlerden Ortadoğu’yu ve İslam dünyasını pek tanımadığı anlaşılan New Yorklu zengin ve kibirli iş adamı Trump’ın, İslam dünyasının kalbi mesabesindeki Kudüs’e saplamış olduğu hançerin komplikasyonlarını iyi hesap edemediği anlaşılıyor. Nitekim Ortadoğu’nun merkezindeki (el-Beled) Arap çarşısında (sûk) kâin zücaciye dükkânına giren “Boz Ayı”, dükkâna verdiği zararın yanı sıra, cam kırıkları nedeniyle kendisi de büyük hasar almış ve “karizmayı çizdirmiştir”. Türkiye öncülüğünde İİT İstanbul zirvesi ile BM genel kurulunda alınan kararlar, yıllardır ABD hegemonyasından muzdarip olan dünyaya nefes aldırmış görünüyor. Ortadoğu’nun Neo-Moğol istilasının sonuna gelindiği gibi, eski dünya düzeninin de artık sürdürülemeyeceği anlaşılıyor. ABD hegemonyasına karşı özgürlük fitili alev almış görünüyor. Bakalım önümüzdeki günler ne getirecek.
[Prof. Dr. Cengiz Tomar Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanlığı görevini yürütmektedir]
[1] https://www.dailysabah.com/op-ed/2017/12/18/pushing-the-middle-east-toward-apocalypse
[2] http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/kudus-kararinin-getirdikleri-psikolojik-harbi-kazanmak/1005628

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Erbaş: BM Genel Kurulunun kararı ABD'ye vurulan tokattır



Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Erbaş: BM Genel Kurulunun kararı ABD'ye vurulan tokattır

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Erbaş, Türkiye’nin girişimleriyle hazırlanan ve ABD Başkanı Trump’ın Kudüs kararını eleştiren karar tasarısının BM Genel Kurulu’nda kabul edilmesini, "ABD'ye vurulan tokattır esasında bu." şeklinde değerlendirdi.


Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Erbaş: BM Genel Kurulunun kararı ABD'ye vurulan tokattır
BAKÜ 
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, Türkiye’nin girişimleriyle hazırlanan ve ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs kararını eleştiren karar tasarısının Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda kabul edilmesini, "ABD'ye vurulan tokattır esasında bu. Kendisini her zaman dünyanın sahibi zanneden ABD, bu şekilde dünya insanlarından, sadece Müslüman ülkelerden değil, diğer ülkelerden de gerçekten bir cevap almıştır." şeklinde değerlendirdi.
Erbaş, temaslarda bulunmak için geldiği Azerbaycan'da Bakü Türk Şehitliği Camisi'ni ziyaret etti.
Ziyaret sonrasında basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Erbaş, BM Genel Kurulu'nda Trump’ın Kudüs kararını eleştiren karar tasarısının ABD’nin tehditlerine rağmen 9’a karşı 128 oyla kabul edilmesi dolayısıyla Türkiye ve Müslümanlar olarak mutluluk duyduklarını belirtti.
Erbaş, şöyle konuştu:
"ABD'ye vurulan tokattır esasında bu. Kendisini her zaman dünyanın sahibi zanneden ABD, bu şekilde dünya insanlarından, sadece Müslüman ülkelerden değil, diğer ülkelerden de gerçekten bir cevap almıştır. İnşallah bu cevap onu yeniden düşünmeye sevk eder ve almış olduğu karardan vazgeçer. Dünya gerçekten 5'ten büyük olduğunu göstermiş oldu. Hatta bir ülke, ABD kaldı. Dolayısıyla ABD bundan ders çıkarır diye düşünüyorum."
Muhabir: Ruslan Rehimov

Featured post

Five Years After Reconversion: Hagia Sophia Embodies Turkey’s Cultural Crossroads

  ISTANBUL, JULY 2025   — Half a decade has passed since the iconic Hagia Sophia resumed its role as a working mosque, marking a watershed m...

Popular Posts